DİNDARLARIN YENİ ÇEYREK İMTİHANI; YÜZLEŞMELER

Önceki yazımda 20.yy’ın ilk çeyreğini “dağılma”, ikinci çeyreğini “içe kapanma”, üçüncü çeyreğini “toparlanma”, dördüncü çeyreğini “iktidara gelme” olarak tasnif...

DİNDARLARIN ÇEYREK İMTİHANI

Uzun süreli toplumsal değişimleri anlayabilmenin ve anlatabilmenin en pratik yöntemlerinden biri de dönemlere ayırmaktır. Bu yazıda özellikle dindar, muhafazakar,...

GAZZE VE ÖTESİ

Hadiseler olduğunda çoğunlukla hadiselerin sıcaklığını konuşmak isteriz. Biz farklı bir şey yapalım ve Gazze’de devam etmekte olan sıcak hadiseleri...

Dayanıklı Toplum İçin Dayanıklı STK Nasıl Olmalıdır? (Maratonda 35. Kilometre)

Dayanıklı toplum ile sivil toplum kuruluşlarını birlikte ele alacağız. Bendeniz maraton koşmuş birisiyim. Maraton koşusu 42 kilometredir ve bunun...

AH ŞU MÜTEDEYYİN KADINLAR!?

Mütedeyyin kadınlar, mütedeyyin erkeklerden daha mı fazla kontrolden çıkmış durumda? Bu soru bize, görünen/gösterilmek istenen meselenin, asıl meseleyi örtüp...
Yazı
DİNDARLARIN YENİ ÇEYREK İMTİHANI; YÜZLEŞMELER
Yazı
DİNDARLARIN ÇEYREK İMTİHANI
Yazı
GAZZE VE ÖTESİ
Yazı
Dayanıklı Toplum İçin Dayanıklı STK Nasıl Olmalıdır? (Maratonda 35. Kilometre)
Yazı
AH ŞU MÜTEDEYYİN KADINLAR!?
Yazı

Yürüyüş Buluşmadır

Dostlarınızla buluşursunuz. Şehirde buluşmaya bir türlü imkân bulamadığınız dostlarınızla bir araya gelir, uzun uzun sohbet fırsatı yakalarsınız.

Şehrin yoğunluğunda buluşmanın zorluğu malum. Zaman, trafik, yoğunluk, yorgunluk gibi durumlar her bir dostunuzla rahatça buluşmanızı engeller. Randevular girer devreye ve saatle yarışmaya başlarsınız. Saat her şeyi belirler. Saatin belirlediğini bir süre sonra para belirlemeye başlar. Dostluğunuz bile doğal olmaktan çıkar ve planlanan, ölçülen, çıktıları hesaplanan hale gelir.

Dostlarla buluşurken bile savaşır hale gelirsiniz. Her şeyle savaş halindesinizdir şehirde. Bir süre sonra buluşmanın zorluğunu hem siz hem dostlarınız kabul etmeye başlar. Tam da bu durum şehrin şartlarını kabul edip o şartlara teslim olmaya götürür bizi.

Oysa doğaya yöneldiğinizde şehrin esaretinden kurtulmaya başlarsınız. Dostları daha iyi anlarsınız. Dostlukların kıymetini bilir, kıymetin ötesinde güzellik tarafını yaşamaya başlarsınız. Yürüdüğünüzün derdini dinlerken, bir kafedeymiş gibi gürültüyle ve onlarca yan etki altında dinlemezsiniz. Sakince ve gerilmeden sohbet edersiniz. Derdiyle ve sevinciyle tam anlamıyla hemhal olursunuz.

Yürüyüş şehirden kaçış değil, şehrin hâkimiyetinden kaçıştır. Şehrin yapamadığından, bizlere yaptıramadıklarından sıyrılma çabasıdır. Bize sunması mümkün olmayan imkânlara ulaşmaktır. İmkân zannettiğimiz konfor baskısından kurtulmaktır.

Yürüyüş dostlarla, yüzeysel olmayan ilişkiye vesiledir. Şehrin şartlarının kaçınılmaz olarak getirdiği yapmacıklıktan uzaklaşıp daha doğal, daha sahici ilişki kurmaktır. Yürüdükçe kendiliğinden gelişir konular. Susmalar bile muhabbetin parçasıdır, kuş sesinden yaprak hışırtısına kadar. Gürültülü bir müziğe maruz kalmazsınız. Sizi içine alan, size ve dostluğunuza nüfuz eden enstrümanların tınısıyla akıp gidersiniz adeta.

Yürüyüşteki buluşmalar, karşınıza çıkan sürprizlerle muhabbetinizi kavileştirir ve unutulmaz hale getirir. Yıkılmış bir çınarla yüzleşirken hayatın geçiciliğini, filizlenmiş nergisi görünce umudu, bir harabeyi görünce medeniyetleri, rasgele atılmış çöpleri görünce insanoğlunun vicdansızlığını konuşursunuz. Bazen sadece yutkunur ve her birinden dersler çıkartırsınız. Acı, tatlı hatıralar biriktirirsiniz aslında.

Buluştukça yürüyüş daha anlamlı hale gelir ve her yürüyüş bizi tekrar tekrar buluşturur; dostlarımızla, kendimizle, hayatla, yapıp ettiklerimizle, muhabbetle. Ve her buluşmada şehre, yaşadıklarımıza, dostluklarımıza, etrafımızda olup bitenlere yeniden ve farklı bir gözle bakmaya başlarız…

Halit Bekiroğlu

29.08.2020

Okumaya devam et
Bilinç
Yazı

BİLİNÇ

Bilinç ancak bilmekle olur. Bilmek yalnız başına bizi bilince ulaştırmaz. Bildiğimiz şeyin menşeini, tarifini, anlamını ve konumlandırmasını doğru yapabildiğimiz ölçüde bilincimiz oluşur…

Bilinç derken insandan bahsetmiş oluyoruz. İnsan dışı canlılarda içgüdü vb müteharrik güçler eylemleri oluştururken insanoğlunun diğer canlılardan ayrılan eylemlerini bilinci oluşturur. Diyebiliriz ki bizi insan yapan en önemli özelliğimiz bilincimizdir…

İslam düşünürleri bu konuda “beşer” ile “insan”ı ayırmış, beşer olmaktan kaynaklı yapıp etmelerimizi diğer canlıların yapıp ettiklerine benzetmiş, asıl meselenin insan olmak ya da insan kalmak olduğunu farklı şekillerde izah etmişlerdir…

Örneğin Ali Şeriati küçük ama anlamı büyük kitabı “İnsanın Dört Zindanı”nda insanı insan yapan özelliklerden bahsederken, “Bir insanın -var bulunması gereken ve olması gereken- üç özelliği vardır; insan ilk olarak bilinçli, ikinci olarak seçici, üçüncü olarak yaratıcı bir varlıktır. İnsanın bütün diğer özellikleri bu üç ana özellikten kaynaklanır…”

Kendimizi tanımak hayatı tanımaktır, hayata bütüncül bakabilmektedir. “Kendini bilen Rabbini bilir” hadisi beşeri değil insanı merkeze almaktadır. Allah’ın yarattığı “seçilmiş” varlık olarak insanoğlu “Allah’ın yeryüzündeki halifesi” olmaya layık olabildiği ölçüde beşer olmayı aşıp insan olabilmektedir…

Bilinç oluşumu ana hatlarıyla aşağıdaki çerçevede şekillenir ve olgunlaşır;

Kendimizin bilincinde olmak; öncelikle kim olduğumuzu, nereden geldiğimizi, diğer canlılardan ayrıştığımız hususları bilmektir. Özellikle yaradılışındaki hikmetleri bilmek, kendini doğru konumlandırmayı getirir…

Zamanımızın bilincinde olmak; insanın varoluş sürecini, bizden önceki insanların yapıp ettiklerini, tarihin akışı içerisindeki sebep sonuçları, bugün olanları ve yarın -muhtemel- olacakları bilmektir…

Sorumluluklarımızın bilincinde olmak; beşer olmanın ötesine geçip insan olmaya karar verdikten sonra yaratıcımıza, kendimize, çevremize, zamanımıza dair bilginin de ötesine geçip görevlerimizi bilerek eyleme geçmektir…

Tam da bu noktada diyebiliriz ki; bilinç, bilmenin ötesine geçip sorumluluk yüklenmek, emaneti omuzlamak, Allah’ın ademoğluna bahşettiği emaneti taşıma çabası içerisinde olmaktır. Yani bilinç, hayatın rutininin ötesine geçip kavramak, seçmek, tercih etmek, değiştirmek, üretmektir…

Bilinçli insan bu yönüyle kalıplara sığmayan insandır. Kendisini Yaratan’ın dışında kendisine sınır tanımaz. Her sınırın bir insan ürünü olduğunu bilir ve bilinciyle o sınırların ötesine geçer, yapılanları sorgular, zamana yenilikler katar…

İnsanın özgürlüğü de burada devreye girer. Rabbinin bahşettiği özgürlüğüyle insan, beşer olmaktan kaynaklı nefsani/hayvani istek ve ihtiyaçların çok ötesine geçerek tüm yaratılmışlara hamilik ve öncülük yapar. İnsan, bunu yaptıkça daha çok özgür olur, özgürleştikçe daha bilinçli olur…

Okumaya devam et
Sözler Kalır
Kitap

SÖZ KALIR

Bir derviş gibi olabilsek keşke, fikrimiz neyse zikrimiz de o olsa. Zikrimiz yapıp ettiklerimize yansısa, yapıp ettiklerimiz de bizi ukbâya taşısa. İki günlük dünyadaki tüm derdimiz de bu değil mi zaten…Karmaşık ve yıpranmış dünyamız, ilişkilerimizi de zedelediğinden çoğunlukla ikircikli yaklaşımlara kayıyoruz, bazen de buna zorlanıyoruz. Sosyal medya da bu yönüyle bizi biz olmaktan çıkartmaya müsait bir zemin olarak bir şeyleri alıp götürüyor bizden. Bu durumda birazcık derdimiz varsa kendimiz olma ve kendimiz kalma çabasını yaşatmaya çalışıyoruz inadına…

Kayıt düşmenin önemini vurgulardı büyüklerimiz, üstatlarımız. Yaş ilerledikçe kayıt düşmeyi daha da önemser oldum. Tüm bu kayıtlarda bir taraftan muhataplarımıza duygu ve düşüncelerimizi aktarırken diğer taraftan onlardan çok şey öğrendim. Onlara bir şeyler verdiğimi düşünürken aslında onlardan çok şey aldım; fikir aldım, heyecan aldım, muhabbet aldım. Ve tüm bunları en yoğun şekilde özellikle genç kardeşlerimle yaşadım, ne kadar şükretsem azdır…

Linke tıklayarak kitabı temin edebilirsiniz.

Okumaya devam et
Yazı

DARALMA

DARALMA: Zihinsel, Duygusal, Çevresel

Yaşadıklarımızdan olumlu ya da olumsuz etkileniyoruz. Bazen yaşama katkı sunuyoruz, bazen de yaşam bize…

Tanıştığımız her bir kişi, yaşadığımız her bir hadise ve her bir zaman dilimi bizde az ya da çok iz bırakıyor; zihnimiz, gönlümüz ve çevremizle temas kuruyor, bazen bizi ferahlatıyor bazen de daraltıyor…

Travmatik bazı olayların da etkisiyle son dönemlerde üç hususta daralma yaşadığımız kanaatindeyim; zihinsel, duygusal ve çevresel daralma. Bireysel olarak da, grupsal, ulusal, yer yer küresel ölçekte de benzer daralmaları görmemiz mümkün…

Zihnimiz, gönlümüz ve çevremiz potansiyel olarak alabildiğine geniş ama bunları bazen bir kişiye, ekole, hizbe, yayına, üstada hapsedince; kapalı bir zihin, sığ bir gönül, küçük bir çevreye mahkum oluyoruz…

Bu üç boyuttan birini açmamız yalnız başına bizi daralmadan kurtarmaz, her üç boyutun aynı anda açık olması, birbiriyle uyumlu hareket etmesi gerekir. Zihnimiz ve gönlümüz açık olduğu halde çevremiz darsa bir süre sonra çevremizden etkilenebiliriz. Çevremiz geniş olduğu halde zihnimizi ve gönlümüzü açacak ortamlarımız ve çabalarımız yoksa bir süre sonra çevremiz de tekrar daralmaya başlayabilir…

Daralma tehlikesinden kurtulmanın yolu zihni, gönlü ve çevreyi sürekli canlı tutmak ve birbirlerini besleyecek insicamı bireysel ve toplumsal çabalarımızda ortaya koymaktır…

Zihin; okuma, araştırma, düşünme ve müzakereyle açık tutulur. Daralma tehlikesine karşı ise özellikle farklı kitaplar okumak, alışageldiğimiz düşünce insanlarının dışındakilerle konuşmak, eleştirel düşünceye değer vermek gerekir…

Duygu; maneviyat, sanat, sekinet, murakabe ve merhametle zenginleşir. Daralma tehlikesine karşı ise mutedil ve tahammülkar olmak, olumsuzladıklarımıza fırsatlar vermek, gönlümüze bütün insanlığı sığdırabilecek enginlikte olmak gerekir…

Çevre; iletişim, paylaşma, empati ve dayanışmayla genişler. Daralma tehlikesine karşı ise farklı mahalle, ekol, organizasyon ve gruplarla temas halinde olmak, onlarla samimi ve sahici ilişki kurmak gerekir…

Kitlelerin (örneğin 12 Eylül, 28 Şubat, 15 Temmuz vb etkisiyle) daralma yaşaması tolere edilebilir ama öncülük makamında olan entelektüel, sanatçı, siyasetçi, bürokrat, kanaat önderi zihinsel, duygusal, çevresel daralma yaşıyorsa kitleyi geleceğe taşımak zorlaşır. Çünkü tüm olumsuz atmosferlere rağmen, ortaya vizyon koyma makamında olanlar daralma tehlikesini bertaraf edecek çıkışlara odaklanmalıdır…

Bunun için acil olarak zihnimizi, gönlümüzü ve çevremizi açmalıyız. İmtihanımız kendimizle ve tüm varlıklarla. Kutlu emanete layık olabilmek ve mikrodan makroya uzanan tüm sorunlarımızı aşmak için; açık zihinlere, zengin gönüllere ve geniş çevreye ihtiyacımız var…

Daralma psikolojisinden sıyrılamamak hem bireysel hem de toplumsal açıdan olumsuzluk üretmeyi ve yaymayı arttırmaktadır. Daralmadan kurtulmanın bir yolu zihinsel, duygusal, çevresel genişlemeyi sağlamaksa, diğer yolu da umuttur. Ve umut, bu yola katkıda bulunabilecek en önemli muharrik güçtür…

Okumaya devam et
Kitap

SAİD HALİM PAŞA’DA SİYASET AHLÂKI

Ahlak ve siyaset, düşünce tarihinin önemli iki konusu olarak günümüze kadar devam edegelmiştir. Bu iki kavram, bazen birbiriyle ilişkilendirilmiş bazen de müstakil olarak ele alınmıştır. İslam dininin ahlaka vurgu yapması ve Kur’an’da ahlaki kavramların yoğunlukta olması; dolayısıyla ahlaklı bireyler ve toplumlar oluşturma iddiası / telkini, ahlak-siyaset ilişkisinin Müslüman düşü-nürlerce sürekli ele alınmasını sağla-mıştır.
Yakın döneme kadar ahlak ve siyaset alanında ortaya konmuş temel eserlerin yanı sıra, Osmanlının son dönem fikir akımlarının ve mütefekkirlerinin bu ko-nulara dair düşünceleri, günümüzün ahlak ve siyaset yapısını anlamada bize yar-dımcı olacaktır. Dönemin önemli siyasi kişiliklerinden ve mütefekkirlerinden olan Said Halim Paşa ile ilgili çok kap-samlı araştırmalar bulunmamaktadır. Bu-nunla birlikte son yıllarda kendisiyle ilgili araştırmaların arttığı görülmek-tedir. Ancak; yapılan araştırmalarda Pa-şa’nın ahlak ve siyaset düşüncelerinin temelleri ve bu düşünceler arasındaki ilişkiler üzerinde pek durulmaması bizi bu konuyu araştırmaya yöneltmiştir.

Linke tıklayarak kitabı temin edebilirsiniz.

Okumaya devam et
Kitap

DÜŞÜNCE MOLA

Bu kitaptaki yazılar, hayatımın son on yılında vermeye çalıştığım molaların fotoğrafıdır. Bazen yurt-dışında, bazen şehirleri dolaşırken verdiğim düşünce molaları. Bazen de sosyal, siyasal, kültürel meselele-rimize dair yazı/kayıt molaları. Ki-mi zaman kendimle konuşurken, kimi zaman da dostlarımla, İslam dünya-sıyla, insanlığın vicdanıyla konu-şurken verdiğim molalar.
Her mola yeniden nefes almak için, yeniden düşünmek ve daha güçlü bir şekilde yola çıkmak için.
Çünkü hikâyemiz esasında bir yol hikâyesi. O yüzden yolu çok sevdim, yolculuğu ve yolda olmanın kendisini sevdim. Bu sevgi aşkına her molanın akabinde yeniden yola revan oldum.
Çünkü hayatın bir yolculuk oldu-ğuna inandım. Peygamberimizin “benim dünya hayatı ile ilgim, bir ağacın altında mola vermek gibidir” buyur-masından ilham alarak, dinlenmeleri-mizin hakkını vermek gerektiğine, muhasebemize vesile olması gerekti-ğine inandım.
Yolculuğumuz ezelden ebede devam ediyor ve tek yolcular da bizler de-ğiliz. Bizden önce de nice yolcular gelip geçti, niceleri düştü-kalktı ve yılmadan usanmadan menzile vardı.
Yaşarken bu yol halinin hem çok uzun hem de çok kısa olduğunu görü-rüz. Kısa olduğu için en iyi şekilde değerlendirmek adına sık sık düşün-ceye ihtiyacımız olduğuna inandım, uzun olduğu içinde ara ara mola ver-mek gerektiğine inandım. Hem uzunlu-ğu hem kısalığı birlikte yaşadığımız için “Düşüncemola” dedim kitabın adına. Düşünerek yol almak, mola ve-rerek direnç kazanmak gerektiğini düşündüm.

Linke tıklayarak kitabı temin edebilirsiniz.

Okumaya devam et
Kitap

HAMİRA’DAN DUŞANBE’YE

Gurbet kendimizle en çok başbaşa olduğumuz dönemin adıdır aynı zamanda…
İstanbul’un keşmekeşinden sonra “Asya’nın ortasında” yaşadığımız bir kaç yıllık gurbet, her coğrafyanın ve her demin kendi bağlamında anlamını hatırlattı bize…
Garipliğin, en anlamlı biçimde gurbette tecelli ettiğini gördük/yaşadık ve bu vesileyle hayatı-mızın fiili gurbet kısmını “hamira’dan duşan-be’ye” şeklinde adlandırmak nasip oldu…
Ezcümle, yaşanmışlıkların kaleme alınmasın-dan ibarettir bu kitap….
Garipliklerin kaybolmasına gönlün razı olma-masıdır bir bakıma…

Linke tıklayarak kitabı temin edebilirsiniz.

Okumaya devam et
Yazı

OLGUNLAŞMA

Geçenlerde yazdığım “Merhale” yazısına ilişkin kıymetli dostum Dr Ahmet Arslan aşağıdaki değerlendirmeyi yaparak önemli bir soru sordu:

Bireysel ve toplumsal hayata “merhaleler” açısından bakmak oldukça verimli çağrışımlara açık görünmektedir. Zira Arapça rḥl kökünden gelen marḥala “bir günlük yolculuk mesafesi” sözcüğünden alıntıdır. Arapça raḥīl “yola çıkma, göçme” sözcüğünün ismi zaman ve mekânıdır. Dolayısıyla bu bakış açısından hayat bütünüyle bir yolculuk olarak değerlendirilebilir. Başladığınız bir nokta, kat ettiğiniz aşamalar, menziller ve nihai menzil… Ancak böyle bir yaklaşım doğal olarak birçok soruyu da beraberinde getirecektir: nereden başladık, hangi menzilleri aştık ve neresini nihai menzil olarak belirledik? Bütün bu soruların muhatabı var mıdır, kimdir ve soruları nasıl cevaplamaktadır?…

Yazıya gelen tepkiler ve özellikle Ahmet Hoca’nın her zamanki gibi sorgulayan ve sarsan yaklaşımı, ek/yeni bir yazı yazmayı zaruri kıldı. Doğrusu bana sorumluluk da yüklemiş oldu. Sadece tespitte bulunmanın eksik kalacağını, öneride de bulunmanın faydalı olacağını hatırlatmış oldu…

“İslam Düşünce Atlası”nı okuyanlar bilir. Okumayan varsa da bir an önce temin edip okumalarını ya da hiç olmazsa web sayfasından ana hatlarıyla bilgi sahibi olmalarını hararetle tavsiye ederim. Bu çalışmada İslam düşünce tarihinde yaklaşık son iki asırlık serüvenimiz “arayışlar dönemi” olarak değerlendirilir. Prof Dr İhsan Fazlıoğlu Hoca ve dostum Dr İbrahim Halil Üçer bu konuda hala ciddi bir çaba ve bir tür “arayış” içerisindeler ki en son bir yıl kadar önce gençlerin mefkûresine ilişkin dar ama derinlikli bir müzakere yapmıştık. Moda tabirle “arama konferansı” da diyebiliriz…

Arayışların bizi zaman içinde iktidar merhalesine getirdiğini düşünüyorum. Sadece ülkemizde değil dünyanın birçok yerinde mütedeyyin insanlar hem siyasal iktidarla hem de hayatın diğer alanlarındaki (ekonomik, sosyal, entelektüel, kültürel…) iktidarlarla kısmi de olsa yüzleştiler, tanıştılar, yer yer çelişkiler ve çatışmalar yaşadılar…

İktidar olmakla muktedir olmak arasındaki fark aslında 80’lerden bu yana hemen tüm İslam dünyası için değerlendirilen bir boyuttu, çoğunlukla da siyaset bağlamında. Zaman geçtikçe anlaşılıyor ki hayatın herhangi bir alanında iktidar sahibi olmak o alanda muktedir olduğumuz anlamına gelmiyor. Güçle ve idareyi kontrol etmekle o alana vukûfiyetin olamayacağına birçok örnekte şahitlik ettik ve etmeye devam ediyoruz. Dolayısıyla aslolan geçen yazıda da ifade ettiğimiz gibi “asıl mesele”den kopmamak ve zamanın getirdiği med-cezirlere rağmen kalıcı gündemimize odaklanmaktır…

İktidar olduğumuz alanlarda tutunmak önemli bir başarıdır ama muktedir olamadan tutunmaya devam etmek bir süre sonra başarımızı gölgeleyeceği gibi o alanda farkında olmadan nitelik kaybına da sebebiyet verecektir. Örneğin bir dönem, kültür alanında güçten mahrum bırakılmak önemli bir dezavantajken, gücü elde ettikten sonra kültürel muhtevayı zenginleştirememek bir süre sonra sadece gücün kullanımına şartlanmayı ve kültür alanındaki birikimi de tüketmeyi beraberinde getirebilir…

Bulunduğumuz evre bir yönüyle arayışlar döneminin devamı, diğer yönüyle iktidar olup henüz muktedir olamama aşaması şeklinde görünmektedir. İşte tam bu noktada Merhale yazısını bitirirken kullandığım iki kelimeden (toparlanma ve olgunlaşma) hareketle bulunduğumuz aşamayı “olgunlaşma” olarak değerlendiriyorum…

Toparlanmanın her halükarda gerçekleşeceğine inanıyorum çünkü. Dönemsel kayıplar ve dezavantajlar yaşanabilir, niteliksel problemler umudu sarsabilir ama tüm bunlar bir taraftan toparlanmayı getirecek, diğer taraftan yaşanan her bir hadise olgunlaşmaya götürecek bizi…

Siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel, entelektüel tüm krizlerimiz olgunlaştırıyor bizi, dayanıklılığımızı arttırıyor. Arayıp da bulduğumuz ama bir türlü tam olarak ulaşamadığımız menzile ulaşmayı kolaylaştırıyor. Yeter ki olduğumuzu/erdiğimizi düşünmek yerine muktedir olmanın gereklerini yapalım. Bunun da bir anda olamayacağını, sadece güçle ve yukarıdan aşağıya uygulamalarla yerleşemeyeceğini bilelim. Yüzeysel ve biçimsel çabaların ötesine geçmek gerektiğine inanalım. Vardığımız konaklara takılıp kalmak yerine ukbaya vardıracak yolda anlık durakları dinlendirici geçici mekanlar olarak görüp kararlı bir şekilde asıl menzile ulaşmak için tekrar tekrar yola revan olalım…

Yol uzun, yolculuk ise kısa bu dünyada. Kişisel ve toplumsal olgunlaşmamızı sabırla sürdürdüğümüzde gönüllere, zihinlere ve hatta eşyaya nüfuz eden gerçek iktidar olmanın ne kadar anlamlı ve kalıcı olduğunu görürüz…

Okumaya devam et
Yazı

Üç Alan

Toplumların değişiminde etkili olan birçok alandan bahsetmek mümkün ama bu yazıda özellikle siyaset, sivil toplum ve entelektüel alana ilişkin birkaç hususa dikkat çekmeye çalışacağım…

Bu üç alan kendi içinde nitelikli olduğunda, kendi dışında ise bir biriyle uyumlu hareket ettiğinde bireysel/toplumsal değişim hem sağlıklı olur hem de uzun vadeli, kalıcı olur. Yaşanabilecek sıkıntılarda ise daha pratik ve gerçekçi çözümler üretilmesine imkan sağlar…

Aslında siyaset, sivil toplum ve entelektüel alan birbirlerini tamamlayan, yerine göre destekleyen, uyaran, düzelten, motive eden alanlarken uyumlu olunmadığında bir diğerini tüketen hale gelir ve alanlardan birinin ya da ikisinin niteliksiz hali kısır döngüye dönüşüp diğer alanlara da zarar vermeye başlar…

Yine bu alanların birbirlerini yok saymaları ya da birbirlerini önemsizleştirmeye çalışmaları da önemli bir sorundur ki çoğu zaman sadece yok sayılan ve önemsizleştirilene değil, bumerang misali dönüp, yok sayan ve önemsizleştirene de büyük zarar verir…

Dolayısıyla aslolan ve de kalıcı olan her üç alanın da birbirini desteklemesi ve eleştirilerini katkıya dönüştürmesidir. Sahici toptan gelişme ve iyileşmeyle gerçek bireysel/toplumsal değişimin yakalanabilmesidir…

Bu üç alana ilişkin bir tasnif denemesi yapacak olursak;

Siyaset doğası gereği mevcudu yönetme odaklıdır ve kısa vadelidir. İktidarı hedefler. Daha çok oy alıp seçimi kazanmak ister. Bunun için de güncel ekonomik, sosyal, siyasi sorunlara pratik çözümler önerir ve uygular. Zaman zaman orta-uzun vadeli programlar sunsa da çoğu zaman konjonktür, kısa vadeli hamleler yapmasını gerektirir. Bu yönüyle siyaset pratik düşünce/eylem alanıdır ve genellikle pragmatiktir. Dolayısıyla yalnız başına siyasetten çok uzun vadeli hedefler beklemek gerçekçi değildir…

Sivil toplum alanı doğası gereği insan/yaşam odaklıdır ve orta vadelidir. Yaklaşık olarak bir insanın ya da canlının hayatını hedefler, o hayat boyunca sağlığına ve mutluluğuna destek olur. Eğitimle, barınmayla, maddiyatla, maneviyatla, insanın ya da canlıların niteliğini arttırmayı hedefler. Örneğin alanı eğitim olan bir STK, anaokulundan üniversite sonrasını hesaba kattığımızda bir gencin ortalama 15-20 yılı ile ilgilidir. Dolayısıyla sivil toplumun kısa ve uzun hedefleri olsa da çoğunlukla orta vadeli bakması gerçekçi görünmektedir. Çünkü bir yönüyle siyaset gibi kısa vadeli pratik çözümler üretmesi, diğer yönüyle uzun vadeli bakış açısını hesaba katması gerekebilmektedir…

Entelektüel alan ise doğası gereği uzun vadelidir. Bu alana tefekkür alanı da diyebiliriz. Mütefekkirlerin alabildiğince bütüncül, uzun vadeli ve en ideal olanın peşinde olması beklenir. Denebilir ki bu alanın en deruni tarafında aşkınlık vardır. Teşbihte hata olmazsa bu alanın zirvesi, zamanları da aşan müteâl bir bakış açısına sahip olmaktır. Denebilir ki mütefekkir, bir deniz feneri gibidir; sabit durur, ışığını sunar, isteyen rotasını ona göre belirler, istemeyen yolunu kaybeder. Bu yönüyle mütefekkir, uzun vadeli ve hatta zamanları aşan hakikatleri hesaba katar; olaylar, kişiler ve hatta zaman çok da gündeminde olmaz mütefekkirin. Bundan dolayıdır ki tarihteki çok büyük düşünürler, sanatkarlar, bilginler çoğunlukla gadre uğramışlardır. Söyledikleri ve değerleri sonraki asırlarda anlaşılmıştır…

Bu üç alan arasında hiyerarşik kademelendirme yapmaya gerek yok, her üçü de çok önemlidir, elzemdir. Siyasetin daha çok yıpranması daha pratik ve görünür olmasından kaynaklanmaktadır. Ya da günlük meselelerle uğraşmadığı için tefekkür alanı hem boş değil hem de kutsal değildir. Önemli olan her bir alanın öncülerinin işlerine odaklanması, diğer alanları önemsiz görmemesi ve çatışmaya dönüştürmemesidir…

Farklı bir kategorik ayrım yapacak olursak;

Siyasetçi toplumun tümünü muhatap alır çünkü büyük çoğunluğundan oy almalıdır. STK’cı amacına uygun hedef kitlesini muhatap alır çünkü onların gönlünü kazanmalıdır. Mütefekkir ise hakikati muhatap alır çünkü ebediyete uzanmalıdır…

Ülkemizde bu üç alanın bilerek ya da bilmeyerek sıkça bir birleriyle karıştırıldığını söyleyebiliriz. Bazen doğru konumlama yapamadığımızdan, bazen müdahale etmemizden kaynaklı karmaşa oluşmaktadır. Böylece her bir alan hak etmediği yüke maruz kalmakta ya da merkezileşerek diğer alanın hakkına tecavüz etmektedir…

Siyasetin, sivil toplumun önünü açtığı ve entelektüelden (olumlu-olumsuz) eleştirel katkı aldığı; sivil toplumun, siyasetin toplumsal altyapısını güçlendirdiği ve mütefekkirin ufkuyla beslendiği; mütefekkirin, siyasetin çıtasını yukarıya doğru zorladığı ve sivil topluma vizyon kattığı senkronize bir yapı, toplumsal değişimimizin çok daha hızlı ve sağlıklı olmasına vesile olacaktır. Aksi durum, her üç alanın da verimsizliğine ve zayıflığına sebep olacaktır…

Okumaya devam et
Yazı

SEVDA

Siyasetin ve bürokrasinin hayatımızda abartılı belirleyici olmasından hareketle, kurumsal/hiyerarşik yapısına mesafeli olmak üzerine hasbihal ederken bir dostum konuyla ilgili “Bir Sevda İşi” filmini tavsiye etti…

Filmin teknik değerlendirmesini bir tarafa bırakırsak, muhteva olarak her birimizin farklı ölçeklerde yaşadığı, şanslı olanlarımızın kıyısından geçtiği olaylardan ve imtihanlardan bahsediyor film…

Kendi halinde, sevilen ve sayılan bir esnafken çevresinin ve ailesinin farklı saiklerle motivasyonuyla kendisini siyaset yarışının göbeğinde bulan kahramanımız bir süre sonra; kendisi olmaktan çıkarak, onuru zedelenerek, maddi-manevi bir çok açıdan yıpranarak kendisini ve yakın çevresini tüketmeye başlıyor…

Hayatın farklı evrelerinde ve alanlarında şahit olduğumuz gibi; yerli yerinde değerlendirilmeyen herkes ve her şey orta-uzun vadede sorun yaşıyor, ya tükeniyor ya da tüketiyor. Siyasete uygun birini akademiye, sivil topluma uygun birini bürokrasiye, akademiye uygun birini iş dünyasına, eğiticiliğe uygun birini yöneticiliğe yönlendirdiğimizde kişi hem daha iyi olduğu alandan kopmuş oluyor hem de başarılı olamayacağı alana zarar vermeye başlıyor. Tüm bu olumsuzlukların faturasını ise bireysel ve toplumsal açıdan hepimiz ödüyoruz…

Mağduriyet yaşamış topluluklar geçmiş kayıplarını telafi için siyaseti ve bürokrasiyi; mağduriyetlerini hızlı telafi etmek için, bazen de intikam duygusuyla en pratik çıkış noktası olarak görür ve bu alana daha fazla yüklenirler. Bir süre sora siyaset ve dolayısıyla devletin bürokratik mekanizması adeta hayatın merkezine oturmuş olarak her şeyin belirleyicisi ve ilgili-ilgisiz herkesin yöneldiği alan haline gelir…

Siyaset örneğinde olduğu gibi, hayatın herhangi bir alanını çok fazla merkeze aldığınızda ve abartılı konumlandırdığınızda diğer alanlar etkisizleşmeye, itibarsızlaşmaya başlar. Böyle süreçlerde siyaset/bürokrasi bir taraftan cazibe merkezi haline gelirken diğer taraftan hızlıca ve abartılı olarak eleştirilir ve değersizleştirilir. Bir süre sonra her türlü sorunumuzun müsebbibi olarak (en çok görünür alan olduğu için) siyasetçiler görülmeye başlanır ve siyasetten/bürokrasiden umut kesilir, toplumsal bir umutsuzluk sarar her yanımızı…

Yazının başında belirttiğim siyasi ya da bürokratik ünvanlara mesafeli olmak bu alanların ontolojik olarak kötü oluşları anlamına gelmez. Aksine siyaset de bürokrasi de gerekliliğin ötesinde elzem olan alanlardır ve buralarda hakkıyla hizmet edenler baş tacı edilmesi gereken kişilerdir. Ama önceki yazıda bahsettiğimiz içinde bulunduğumuz “merhale”; siyaset ve bürokrasi alanlarının dışındaki alanları çok daha önemsememiz gerektiğini hatırlatıyor bize…

Çünkü bu ülkenin ihmal edilmiş, yoksul ve yoksun bırakılmış kitleleri yukarıdan aşağıya yapılan zulmü, aşağıdan yukarıya bir dalgayla engellediler ama bir süre sonra adeta her şeyin yukarıdan aşağıya gerçekleştirilebileceği yanılgısına kapıldılar. Önü alınamazsa, salt yukarıdan aşağıya değişim arzusu bir yanılgının ötesinde, tek çıkış yolu gibi görülmüş olunacak ki, maalesef gerçeklikten kopuşu ve tepkisel yeni dip dalgaların ortaya çıkışını beraberinde getirecektir…

Kanaatimce bugün de yukarıdan aşağıya yapılacak işler elbette vardır ve yapılmalıdır da. Ama bu yöntemle yapılabilecekler sınırlıdır. Aşağısı ihmal edildikçe ve zayıf kaldıkça yukarıda çok etkili olmanın uzun vadede pek karşılığı olmayacaktır…

Yani çözüm; siyasetin ve bürokrasinin doğasına uygun olan, ‘talimatla iş yapmak’ yerine kapı kapı, sokak sokak, sınıf sınıf, çarşı-pazar çalışma yaparak aşağıdan yukarıya dalgayı yeniden ve daha sağlıklı/doğal şekilde oluşturmaktır. Bu şekilde gerçekleşecek olan değişim dalgası yukarıya nitelik katar, yukarıdan dayatılan değişim ise içeriği boşaltır ve sürdürülemez olur. Bir süre sonra asıl meselesinden uzaklaşmış topluluk haline geliriz, geçmişte eleştirdiğimiz şekilci zihniyetler gibi…

Ez-cümle; hayatın tüm alanları gibi siyaset de “bir sevda işi”, yeter ki sevdamızı doğru anlayalım, doğru konumlandıralım, doğru anlatalım. Ve yeter ki doğallığımızla, içtenliğimizle, özgünlüğümüzle, kendi cümlelerimizle ve gerçekliğimizle sevdamıza doğru akılla, bilgiyle ve hikmetle yol alalım…

Halit Bekiroğlu

21.12.2019

Okumaya devam et

Popular posts

Civan

20zayıf anlarımızda en umulmadık cesaretlerle yüzleştik gençliğin güçlü söylevi yitirilmişti civanlık anlaşılamamış ve aslında aşılamamıştı nimet kapımıza gelip bizi yeniden dirilttiğinde aykırı olmanın ötesinde yığınlardan farklılaşıldığında cengaverler türer yiğitçe...

Ufka Bak!

KÜRESEL KUŞATMAYA İMAM HATİPLİ İSYANI

ÖNDER İmam Hatipliler Derneği, Sirkeci Postanesi önünde Mısır’daki cuntayı ve Mursi’nin idam kararını protesto etti. Türkiye’de 42 ilde ve 26 ilçede İmam-Hatipliler tarafından yazılan mektuplar aynı saatte Mısır’a gönderildi....