Hadiseler olduğunda çoğunlukla hadiselerin sıcaklığını konuşmak isteriz. Biz farklı bir şey yapalım ve Gazze’de devam etmekte olan sıcak hadiseleri genişletilmiş örnekler ve bakış açıları ile birlikte bir adım, mümkünse on adım ötesine bakarak anlamaya çalışalım.

Şöyle bir misal ile hafıza canlandırması yapalım; 15 Temmuz gecesine gidelim. O gece malum hadiseyi haber alır almaz ilk iş arkadaşlarımızı meydanlara davet etmek olurken, hemen akabinde tahminen 1-2 saat sonra ÖNDER’de birlikte olduğumuz yönetici arkadaşlardan birine, hemen birkaç kişiyi de yanına alarak genel merkez binasına gitmesi gerektiğini, darbe girişiminin sonucu ne olursa olsun rutin faaliyetleri aksatmadan işleyişe devam etmelerini söyledim. Hemen ertesi gün ise ÖNDER yönetim kurulundaki arkadaşlarla şunu konuşmuştuk; gerekirse uykumuzdan, zamanımızdan fedakârlık ederek bir taraftan proaktif bir şekilde meydanlarda olacağız, diğer taraftan rutin tüm faaliyetlerimizi aynı şekilde yapmaya devam edeceğiz. Ki öyle de yaptık.

O günler acısıyla, tatlısıyla geldi geçti. Bugüne bakacak olursak; Gazze’yle ilgili maalesef devam etmekte olan büyük dramla yaşıyoruz, üzülüyoruz, utanıyoruz.  Yine buna benzer duygularla birkaç gün önce dostlarımızın olduğu bir sosyal medya platformunda değerli bir arkadaşımız, çok duygu yüklü güzel bir metin yazmıştı. Paylaştığı bu yazı üzerine bir şerh düşmek zorunda hissettim kendimi ve dedim ki; yazılan metin çok güzel, içimizden geçen samimi duygularımızı da ifade ediyor ama burada sadece karamsarlık var, ümitsizlik var, farkında olmadan kendimizi daraltma var.

Oysa Gazze’de acıyla birlikte direniş var, kayıplarla birlikte zafer ve kahramanlık da var.  Bir darbe girişimi olduğunda ya da ekonomik kriz, pandemi gibi hadiseler yaşandığında veya bugün olduğu gibi katliamlara şahit olduğumuzda, belki farkında olmadan tavma yaşıyor ve acılara, kayıplara odaklanıyoruz.  Bir süre sonra içimize kapanıp enerjimizi tüketebiliyoruz. Oysa daha güçlü olduğumuz bir evredeyiz aslında. Haklı olanlar ve Hakkı savunanlar olarak daha da güçleneceğimiz bir evrenin eşiğindeyiz. Gazze de bu evreyi yaşıyor, tüm kayıplarına rağmen. Bu sebeple Gazze’de günlük olup bitenler kadar ötesini de konuşmak zorundayız. Olayların nasıl olduğunu ve an be an nasıl cereyan ettiğini her an medyadan görebildiğimiz için olaylar silsilesine girmeyeceğim, ötesine bakmaya çalışacağım.

Örneğin: 1967’deki Altın Gün Savaşları’yla kıyasladığımızda 4 devleti 6 gün içinde mağlup edebilen ve toplamda 100 civarı askeri ölen İsrail’i görüyoruz. Ama bugün, bir grup Filistinli karşısında 1000’den fazla ölüsü olan bir İsrail’i konuşuyoruz. Günün sonunda Gazze çok ağır bir fatura ödese bile İsrail kazanamayacak. Ve rahatlıkla diyebiliriz ki İsrail kaybedecek ve de kaybetti.

Bir başka örnekle devam edelim hafızamızı yoklamaya: 11 Eylül sonrası Afganistan’da ve Irak’ta milyonlarca insanı öldüren ABD’nin bugün çok daha zayıfladığını hepimiz görüyoruz. Dolayısıyla İsrail’in kaybettiğine ve kaybedeceğine dair inancım sadece duygusal ya da itikadi bir yaklaşım değil, gayet rasyonel bakarak da bunu görüyorum. Dolayısıyla 1 yıl, 5 yıl, 10 yıl sonra İsrail çok daha kötü bir durumda olacak, göreceğiz. Biz göremezsek de gençlerimiz, evlatlarımız görecek.

Biraz da “soru-cevap” şeklinde değerlendirelim süreci

Gazze süreci bize ne öğretti?

Birincisi; Gazze bize “adaleti” öğretti. Gazzelilere, Filistinlilere Tam anlamıyla soykırım uygulanmasına rağmen birkaç görüntünün dışında Yahudilerin, sivillerin adeta olumsuz bir muamele ile karşılaştıklarını görmüyoruz. Çünkü Gazzeliler adaletle direniyorlar. Tüm benliğimle inanıyorum ki; gün gelecek, İsrailliler o coğrafyada barınamayacaklar. Endülüs’ten çıkartıldıklarında olduğu gibi yine bize gelecekler. Ama biz, onların teröre bulaşanları hariç yine de onlara merhamet kucağını açacağız. Çünkü biz Müslümanız, çünkü biz adaletle davranırız, çünkü biz sıkıntıya düşene öyle ya da böyle yardımcı oluruz. Fakat İsrailliler şu anda aslında kendi kuyularını kazıyorlar. Bunu görerek bir öz güven içerisinde hareket etmemiz lazım. Evet acı var, evet sıkıntı var ama bunu asla bir karamsarlığa ya da hüznü ve duygusallığı abartıp içe kapanmaya dönüştürmemeliyiz.

Az önce verdiğim misal üzerinden devam edeyim: Biz 15 Temmuz hadisesinin hemen akabinde yani o ilk bir iki haftalık meydanlardaki programların hemen akabinde yine kendi alanımıza dönüp “bir şeyler yapmalıyız” dedik, “15 Temmuz ve Eğitim” merkezli panel, sempozyum ve konferanslar, alanımızla ilgili raporlar hazırladık. Yani asıl işimiz olan eğitimi asla aksatmadan, hatta daha da verimli hale getirerek ekstra fedakârlık yapıp meydanlarda, yürüyüşlerde, gösterilerde, eylemlerde, tepkilerde ne yapabiliyorsak bunları ekstradan yine yapmaya çalıştık, yer yer öncü rol üstlendik. Gazze’de acılar devam ederken de özellikle eğitim odaklı kişiler ve kurum temsilcileri gerekirse uykumuzdan, konforumuzdan fedakârlık yaparak ama en önemli işimiz olan eğitimi aksatmadan mücadele alanlarını genişleterek sorumluluklarımızı daha iyi şekilde yerine getirmeliyiz. Daha istekli ve daha nitelikli şekilde. Öğrencilerimize ve gençlerimize “Filistin/Kudüs bilincini, aşkını, heyecanını” anlatmalıyız. “Gazze sadece Gazze değil” sözündeki anlam gibi aslında yapıp ettiklerimizle, tüm dünyaya ilişkin bir boyutu yaşıyoruz. Sadece Müslümanlarla ilgili bir meseleyi değil, bütün dünyadaki çürümüş düzenlere karşı emperyalist, Siyonist, kapitalist tüketici hoyrat düzenlere karşı aslında bir başkaldırının sembolik halini yaşıyoruz. O yüzden Gazze’yi sadece Gazze olarak değil “Gazze ve Ötesi” olarak değerlendirmek gerektiği kanaatindeyim.

Daha sistemli bir şekilde arka plana da bakacak olursak; aslında biz, yaklaşık olarak iki asırlık kayıp dönem yaşadık. Ama bu kayıp dönem büyük ölçüde son yarım asırda toparlanmaya evrildi. Bazı mütefekkirlerimiz, örneğin Sezai Karakoç buna “Diriliş” dedi. Daha önce Mehmet Akif Ersoy buna “Asım’ın nesli” demişti. Nurettin topçu “Hareket” dedi. Necip Fazıl “Mehmet’e mektup”lar gönderdi. Zaman içerisinde farklı farklı isimlendirmeler oldu. Necmettin Erbakan buna “Milli gençlik” dedi. Recep Tayyip Erdoğan bir dönem “muhafazakâr nesil” yakın zamanda ise “Dindar gençlik” dedi. Farklı adlandırmalar yapıldı, yapılıyor ve yapılacak. Bütün bu dağılma dönemlerinden sonra bir toparlanma döneminde olduğumuzdan bahsedebiliriz. Bu toparlanmayı Filistin de yaşadı. 60’lı yıllarda 4 devletin İsrail’e karşı direnemediği ve yenildiği bir evreden, elinde taşla sopayla, ne varsa onunla direnen ama bugün kahramanca ölümü göze alarak direnen bir nesil görüyoruz. Daha teknolojik imkânlarla donanmış bir direniş ortaya koydular.

7 Ekim’de, direnişin ilk gününde, bu hadiseyi duyduğumda telefonun çekmediği Bolu’da bir dağdaydım. Akşamüzeri gelişmelerden haberdar olduğumda insanlarımızda tereddüt olduğunu farkettim.  Sosyal medyada; “Ne gerek vardı? Zamanı mıydı? Kesin İsrail yaptırmıştır?” gibi tereddüt içeren değerlendirmeler yaygındı. Aslında biz “İsrail zulmü” dediğimizde sadece İsrail değil, az önce belirttiğim gibi işgalci, sömürgeci, emperyalist, siyonist küresel güçlerden bahsediyoruz. İsrail sadece bunun aparatı. Dolayısıyla bizi bu büyük fotoğraftan uzaklaştıran her tartışmadan uzak durmalıyız.

Böyle zamanlarda içinizde bazı tartışmalar başlar. Adeta bir yerden bir düğmeye basılır. Bir de bakarsınız ki bugün olduğu gibi; Araplık-Türklük tartışması alevlenir. Bir de bakarsınız Şiilik-Sünnilik tekrar devreye sokulur. Bazen de şu parti, bu parti kapışmasını izlemeye başlarız. Özellikle Gazze gibi böyle kritik zamanlardabu tip tartışmalara kesin olarak kapalı olmanızı öneririm. Bunlar bilinçli bir şekilde, bizim topyekûn hareket etmemiz gereken dönemlerde, kibarca ve sessizce bazı güzellemelerle, bazı sembollerle oynayarak özellikle seçilen sonrasında bizlere servis edilen hadiseler. Kesinlikle bu oyunlara gelmemeliyiz.

Gazze’de kahramanca bir mücadele var, haklı bir mücadele var. Öyle ki Filistinli kardeşlerimizin bazı yanlışları ve eksiklikleri olsa da olaylara bütüncül baktığımızda, tarihi arka planı bildiğimizde mücadelelerine hak veririz. Çünkü İsrail’in açık ve net işgali,  zulmü, acımasızlığı var. O yüzden bize ara ara gösterilen o küçük hikâyelere takılıp kalmayalım, tepkimizi göstermekte usulüne uygun olarak geri durmayalım. Sosyal medya üzerinden bazen Galata Köprüsü’ndeki bayrak üzerinden, bazen de Gazze’de kadın rehine üzerinden manipüle etmeye çalıştılar.

Filistinliler, tüm dünyaya gerçekten adaleti gösterdiler. Adaletli olmanın en zor olduğu atmosferde bunu başardılar. Normal şartlarda “şiddet teorileri” bağlamından bakılsa İsrail’in bu kadar acımasızlığı içinde, şiddete maruz kalanın hırçın davranması, agresif olması, aşırıya gitmesini haklı gösteren teorilere rastlanır. Ama tüm olanlara rağmen Gazzeliler’in hâlâ merhametle, adaletle, hakla, hukukla davrandığını görüyoruz. Yapılan tüm katliamlara ve soykırımlara rağmen. Ama tam tersi “koca güçlü İsrail devleti”nin acziyetine ve bu acziyetten kaynaklı şiddetine ve aşırılıklarına şahit oluyoruz. Gazzeliler’in tutumunda medeniyetimizin kodlarını, tepeden tırnağa işlemiş inancımızın kodlarını görüyoruz. O yüzden o insanlar bütün bu şiddete rağmen aşırıya gitmiyorlar. Rehineler teslim edilirken defalarca şahit olduğumuz manzaralar bunun işareti. Rehineler oradaki direnen mücahitlerle, o kahramanlarla, eli silahlı adamlarla sarılarak, selamlaşarak, tokalaşarak, tebessüm ederek ayrılıyorlar. Bu sahneler Müslüman’ın izzetini yansıtan tüm dünya için ders ve bizler için gurur duyacağımız sahneler. Gazzeliler kendilerine, Müslümanlığımıza, medeniyetimize, kültürümüze, insanlığa yakışanı ortaya koydular.

Vermeye çalıştığımız bu örnekler ışığında sürece bakacak olursak geldiğimiz nokta çok kıymetli; biz aslında toparlandık, toparlanıyoruz, toplamda daha iyiye gidiyoruz ve daha da iyiye gideceğiz. Burada hiç ümitsizliğe, karamsarlığa gerek yok. Tarihin akışı bir anda yükselmez, bazen iniş çıkışlar olur. Gazze’de de iniş çıkış olur, Filistin’de de olur. Türkiye’de de olduğu olur olabilir inşallah olmasın ama velev ki olsa bile. Biz bu yükseliş trendimizi sabırla, bize yakışır bir biçimde izzetle, rakiplerimizin yaptığı gibi ahlaksızca değil ya da ne bileyim rövanşist duygularla değil; bize yakışır, inancımıza yakışır, ahlakla ve faziletle ve kuşatıcılıkla yapacağız. Ben buna bütün benliğimle inanıyorum ve Filistin’in tarihi de bize bunu gösteriyor. Yeterince ilgilenemediğimiz doğrudur. Yeterince eylem yapamadık, yeterince yardım edemedik. Orada katliam yaşanırken gidip bizzat göğsümüzü siper edemedik. Elbette eleştirilecek çok yönümüz var. Ama unutmayalım yirmi otuz yıl önce Filistin meselesi belki sadece gösterilerle temsil ediliyordu. Artık Filistin davamızın kitapları, ansiklopedileri, külliyatı var. Medyada temsil ediliyor, sosyal medyada tüm engellemelere rağmen etkili oluyor, sanat alanında temsil ediliyor. Filmler yapılıyor, spor müsabakalarına rengini veriyor. Diplomasiden siyasete, ekonomiden çevreye kadar tüm alanlarda Filistin davasının söylem üstünlüğünden bahsetmek mümkün. Dolayısıyla buradan bir ümitsizlik çıkartmak yerine topyekûn bir mücadeleyi ve bütün alanlarda (stk, siyaset, akademi, ekonomi vb) bütün alanlarda bütüncül bir çaba ve bilinci canlı/diri tutmamız gerekir diye düşünüyorum. Ve bu konuda sürekliliği sağlamamız gerekir.

Gazze bize neyi öğretti arkadaşlar?

İkincisi bize “inancı” öğretti yani inanmanın neleri getirdiğini öğretti. “Bittiler, sıkıştılar, dar bir yere hapsettik” dedikleri bir zamanda inanan insanların, azimli insanların, irade sahibi insanların nasıl çıkış yaptığını bize gösterdi.

Üçüncüsü bize “sabrı” gösterdi. Birçoğumuzun kaldıramayacağı ağır yükü; o kadınlar, o çocuklar, o gençler, o yaşlılar izzetle şerefle kaldırdılar ve ayları aşkın süredir hala kaldırabiliyorlar. Bizim uzaktan seyrederken kaldıramadığımızı onlar an be an yaşarken büyük bir dirençle kaldırıyorlar. Allah hepsinden razı olsun. Evleri başlarına yıkıldı, Sabrettiler, gitmediler, direndiler, gitmek zorunda kaldılarsa da izzetleriyle gittiler. Bize ve tüm dünyaya haysiyeti hatırlattılar. Bu çağda destan nasıl yazılırmış tüm dünyaya canlı izlettiler.

Onlar inandılar, inançlarını sabırla taçlandırdılar ve Allah’ın izniyle imtihanlarını başardılar. Biz de üzerimize düşeni sabırla yaptığımız zaman, onların yanında olmaktan vazgeçmediğimiz zaman, onları unutmadığımız zaman, onlara haksızlık yapmadığımız zaman hiç olmazsa imtihanımızı bir nebze hafifletmiş ve o şerefli insanlara azıcık da olsa vefalı olmuş oluruz.  Bizim imtihanımız başka türlü seyrediyor. Yatıp kalkıp kendimize haksızlık ederek “biz şunu yapamadık, bunu yapamadık” deyip kahırlanmanın ve akabinde bohem bir hale bürünmenin anlamı yok.

Filistin direnişi bir günlük mesele değil. Sür git devam edecek. 3 ay, 3 yıl, 30 yıl daha bu kavga, bu mücadele, bu hak-batıl mücadelesi devam edecek. Gidemezsek de, orada göğsümüzü siper edemesek de onların gösterdiği o muazzam sabrı bizim de kendi alanlarımızda göstermemiz gerekir. Ticaret mi yapıyoruz? Eğitimle mi ilgileniyoruz? Bir sivil toplum kuruluşunda, sendikada, bürokraside, siyasette mi görev yapıyoruz? Sabırla oradaki hizmetimizi, faaliyetimizi en iyi derecede yapmak, en kaliteli şekilde yapmak için mücadele edeceğiz. Çünkü bu bir bütün ve bana göre sadece orada kazanılan bir zaferle de biz kazanmış olmayacağız. Biz Bağcılar’da, Kâğıthane’de, İstanbul’da, Türkiye’de, Orta Asya’da, Balkanlar’da, Londra’da, New York’ta üzerimize düşeni yaptığımız zaman kazanacağız. Ve bu iki günlük bir mevzu değil. Sabırla, kararlılıkla yürütmemiz gereken bir husus.

Gazzeli kardeşlerimizin bize “adaleti” öğrettiğini söylemiştik. Bütün o ağır zulme/katliama/soykırıma rağmen, vahşete rağmen adil bir insan, adil bir Müslüman nasıl olur bunu bütün dünyaya gösterdiler. Ve bunun için bedel ödemeyi göze aldılar. Biz de bedel ödemeyi göze alacağız. Günün koşullarına göre bedel ödeme biçimi değişir. Bazen bedel ödeme biçimi 15 Temmuz’da köprüde şehit olmaktan geçer. Bazen bedel ödeme biçimi dirsek/klavye çürütüp bir kitap yazmaktan geçer. Bazen imkânından, uykusundan feragat edip hayırlı bir işle gücünün sonuna kadar uğraşmaktan geçer. Bazen bir bürokratın, yöneticinin, işadamının canla başla aşkla işini helalden ve ahlaktan taviz vermeden yapmasından geçer. Bir öğretmenin ya da ebeveynin, bir çocuğa daha Filistin’i, Gazze’yi, hakkı-batılı, tarihimizi, geleceğimizi anlatmamızdan geçer. Böyle baktığımız zaman biz de bu bedeli kendi ölçeğimizde bir nebze ödemiş sayılabiliriz.

Topyekûn hepimizin hep beraber aynı eylemi aynı işi yapması gerekmiyor. Önemli olan Rabbimizin bizi imtihan ettiği alan/pozisyon her neyse (müdür olabiliriz, öğretmen ya da okulda hizmetli olabiliriz, Cumhurbaşkanı ya da çoban olabiliriz) bulunduğumuz yerde yani imtihan olduğumuz yerde üzerimize düşeni yaptığımızda o bedeli kendi ölçeğinde ödemiş olacağız. İki üç öğrenciyi bilinçlendirmeyi, bütçemizi zorlayarak yardım yapmayı, iş yerimizdeki insanlara hatırlatma yapmayı, Meclis’ten hakkı haykırmayı, oturup bir kitap/makale yazmayı, bir slogan atmayı, ellerini açıp dua etmeyi olumsuzlamayalım. Her biri kendi ölçeğinde elbette yeterli değil ama çok değerli. Şu hakikati de belirtmeliyim ki bulunduğumuz yerde ve zamanda hepimiz imtihan oluyoruz. O imtihanın ölçeği içerisinde maksimum düzeyde ne yapabiliyorsak onu yapmalıyız. Hepimiz aynı şeyi yapamayız. Hepimizin gücü de aynı değil, yeteneklerimiz de. O yüzden dönüp kendimize ve birbirimize haksızlık yapmak yerine sabırla ve uzun soluklu direnişimizi, azmimizi ortaya koymalıyız.

Gazze ve ötesi” derken neyi kastediyorum?

Birinci konu eylemlerde süreklilik. Vakıflarımızın derneklerimizin eksikliğini dile getirsek de bu bizim geri çekilmemize sebep olmasın. Bir hamle yapmak için eksikliğimizi dile getirelim, öz eleştiri yapıyorsak bir hamle yapmak için özeleştiri yapalım. Birbirimizin enerjisini tüketmek için değil. Dolayısıyla eylemlerimizde sürekliliği sağlamamız önemli. Güçlü irade ile uzun maraton koşucusu gibi Gazze’yi ve yapılan zulmü her zaman ve zeminde ortaya koymalıyız.

Bunun için dayanıklılığımız arttırmamız gerekir. Dayanıklılık şu demek; idealizmi, hizmet aşkını, sadece bir dönemle sınırlı görmemek. “Ben şu kurumun başkanıydım, görevim bitti, dolayısıyla benim artık bir sorumluluğum yok” anlayışı yerine son nefesine kadar mücadele eden, ölmek üzereyken bile elindeki fidanı dikmeye çalışan, iki günü eşit olmaması gereken anlayışa göre hareket etmeliyiz. O yüzden idealizm dediğimiz şey, aşk/heyecan dediğimiz şey sadece gençlere mahsus bir şey değil. Sanki sadece üniversite yıllarında idealist olunurmuş gibi bir anlayış var. Aslında ömür merdivenlerindeki anlayış yerine sadece şeklin ve hızın değişmesi olmalı. Bu manada bizler son nefesine kadar mücadele etmesi gereken insanlarız. İlim ve eğitim meselesi de böyle. “Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz” buyuran Peygamber Aleyhisselam aslında bize şunu emrediyor mealen; son deminize kadar mücadele edin, son nefesinize kadar her ne pozisyonda olursanız olun, mücadele edin. Ama elbette şekil değişecek. Gençlikteki biçimdeki gibi, kırk yaşında, altmış yaşında aynı biçimi uygulamaya çalıştığınızda bazen komik duruma da düşebiliriz. Şekil değişebilir ama muhteva değişmeyecek ve son nefesimize kadar bu gayret içerisinde olacağız. Dayanıklılığımızı ve direncimizi arttırarak yolumuza devam edeceğiz.

İkinci konu “derinlik” kazanmamız. Filistin meselesi sadece meydanlardaki eylemlerle geliştireceğimiz bir mevzu değil. Kesinlikle gösteriyi, yürüyüşü, protestoyu çok önemseyen biri olarak bunu ifade ediyorum. Bunlar zaten mutlaka olmalı ama tüm eylemlerimize derinlik kazandırmalıyız. Bulunduğumuz pozisyon her neyse orada yaptığımız işe derinlik kazandırmalıyız.

Üçüncüsü yapıp ettiklerimize “yaygınlık” kazandırmalıyız. Gazze mevzusu sadece Türkiye’nin mevzusu değil, sadece STK’ların da mevzusu değil. Sadece şu partinin bu partinin de mevzusu değil. Ülke olarak hepimizin ortak meselesi. Filistin ve Kudüs gibi “kırmızı çizgi” hüviyetindeki meselelerimizi, ülkemizin minimum %90’nı kapsayacak ve kuşatacak şekilde ele almak ve sunmak zorundayız. Bu gibi konularda birebir partilerin oy oranı üzerinden bir değerlendirme yapamayız. Ülkemizde bir araya gelebileceğimiz iki tane önemli husus var ve % 90’ımız burada buluşabiliriz. Bu çerçevede Gazze meselesinde de %90 olarak buluşabiliriz. Bazen yanlış üslubumuz, bazen farklı gerekçelerle daraltıcılığımız, kendi ufkumuzu daraltmamız bu yüzde doksanı bazen altmışa-kırka çekiyor, bazen ona-yirmiye kadar çekebiliyor. Bakıyorsunuz ki sanki bizim ülkemiz tamamen hainlerle dolu. Bizim ülkemiz tamamen sanki din düşmanlarıyla dolu gibi bir algı ortaya çıkıyor. Bunu çok tehlikeli buluyorum. Dolayısıyla iki ortak noktada bence çok rahat buluşabiliriz; Birincisi Vatan-Millet, ikincisi Din-İman meselesi. Herkes vatanperver olmak zorunda değil. Herkes dindar olmak zorunda değil ama vatanını sever ya da sevmeyebilir, vatanına kırgın da olabilir. Ama vatanına açık net düşman olanları ayrı tuttuğumuzda ve dinine açık net düşman olanları ayrı tuttuğumuzda bu ülkenin yüzde doksanıyla çok rahat buluşabileceğimizi düşünüyorum. Aslında hain ya da din düşmanı olarak varsaydığımız yüzde onluk kitlenin bile düşmanlığını azaltabilir, nötr hale getirebiliriz. Yani bu biz bu ülkenin minimum % 90’nına hitap etmesi gereken topluluklarız. Bizler sadece oy oranı üzerinden değerlendirme yapmak zorunda değiliz. “Bu ülkenin her bir vatandaşının nasıl kurtarabilirim? Nasıl ortak paydalar oluşturabilirim?” üzerinden bakmak zorundayız. O yüzden bakış açımızın biraz daha geniş olması gerektiği kanaatindeyim. Özellikle sivil toplum alanında, eğitim alanında faaliyet gösterenlerin buna daha fazla özen göstermesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü okulda, sınıftaki her bir çocuk bizim çocuğumuz. Ve bizler bu bilinçle o çocuğu nasıl kuşatabiliriz ve kurtarabiliriz odaklanmamız gerekir.  Nasıl yapalım ki çocuklarımız uyuşturucuya, ahlaksızlığa, teröre, din düşmanlığına, vatan düşmanlığına meyletmesin diye çaba göstermeliyiz. Dışlamak ve küçümsemek en kolayı. Önemli olan onların herbirinin derdiyle dertlenmek. Böyle baktığımızda aslında muhatabımız %100. Hani bazıları olur da hiç iflah olmaz, ıslah olmaz diye ben en azından minimum % 90’ı hedeflememiz gerektiğinin altını çiziyorum. Farkında olmadan bizler son dönemlerde böyle bir ufuk daralması yaşadık. O yüzden bunu belirtme ihtiyacı hissediyorum.

Dördüncü konu ise “kuşatıcı” olmak zorundayız. Şöyle anlatayım, kuşatıcılığı; bizim güzel değerlerimiz var, örneğin Mevlana deriz, Yunus Emre deriz. Yani bunlar bütün insanlığı bırakın nebatatı ve hayvanatı bile sevmeyi savunan insan. Yani Allah’ın yarattığı her şeyde Hikmet arayan zatlar. Dolayısıyla onun yarattığı her şeyi sevme çabasında olan insanlar. Bu insanlar gönüllerine bütün cihanı sığdırabilmişler. Biz bazen bir öğretmen arkadaşımızı, bir okuldaki ya da işyerindeki üç-beş insanı sığdıramıyoruz. Bazen koca bir il ya da ilçedeki beş-on insana tahammül edemiyoruz. Oysa biz, bütün insanlığa mesajını ulaştırma çabası içerisinde olması gereken insanlarız. Buna bütün benliğimi inandığım için bu kadar net ifade ediyorum. Sadece Türkiye değil, sadece İslam dünyası da değil. Başta değindiğim gibi dünyada büyük bir kriz var; bir taraftan Batı’nın çürümüşlüğünü görüyoruz diğer yandan Gazze örneğinde olduğu gibi insanların ne kadar aşağılık hale geldiğine şahitlik ediyoruz. Daha 70 yıl önce Naziler tarafından katledilenlerin, bugün Nazileri geçen aşağılık katliamlar yaptığını hem de canlı olarak izliyoruz. Evet, çürümüş bir dünyadan bahsediyoruz, Epstein olayında olduğu gibi. Çocuk istismarından tutun da her türlü pisliğe bulaşmış bir dünya. Hani keyifle imrendiğimiz ve yöneldiğimiz, uzun bir süredir yönümüzü çevirdiğimiz Batının büyük iş adamları, bürokratları, siyasetçileri. Bunların düştüğü o aşağılık durumu hepimiz görüyoruz, belgeleriyle. Dolayısıyla bizim bu çürümüşlüklere karşı bütün insanlığa hitap edecek bir kuşatıcılığa ihtiyacımız var. Hiç olmazsa zihnimizde ve gönlümüzde bu kuşatıcılığı gerçekleştirmeliyiz. Nasıl ki sınıftaki 30-40 öğrencinin her biri için “benim öğrencim” diyorsak, en kötü durumdaki öğrenciyi bile öğrencimiz olarak kabulleniyorsak; ilçemizdeki, ilimizdeki, ülkemizdeki, İslam dünyasındaki ve bütün dünyadaki her bir insan bizim muhatabımız diye görmek zorundayız. Gidemezsek de, ulaşamazsak da, yapamasak da, edemesek de kendi ölçeğinde o mini minnacık gibi görünen işimizi en iyi şekilde yaparak, bir tek kişiyle sabırla sonuna kadar ilgilenerek hiç olmazsa “büyük mahkeme”de bir miktar söyleyecek sözümüz olmuş olur. Gücümüz neye yetiyor, nereye ulaşıyorsa; 1.000 öğrenciye yetiyorsa 1.000 öğrenciye, milyona yetiyorsa milyona. Herkes kendi ölçeğinde. Bunu yapmalıyız ama bütün bir insanlığın huzuru, saadeti, mutluluğu için. Ayette geçtiği gibi “Ey Rabbim, bize hem bu dünyada hem de ahirette mutluluklar nasip et” dua ederken sadece kendimizi kast etmiyoruz, etmeyeceğiz. Elbette bütünüyle insanlığın mutluluğu/saadeti %100 olmayacak, tarih boyunca da tam olmamış. Ama biz bu ufukla bakmak zorundayız. Bu geniş pencereden bakmak zorundayız. Bütün insanlığın kurtuluşunu hedefleyecek kuşatıcılıkla hareket etmek durumundayız. Tabi ki gücümüz bir kişiye yetiyorsa o bir kişiyle uğraşmaktan yüksünmeyeceğiz. Ve o görevimizi en güzel de yapacağız.

Son olarak “Gazze ve Ötesi”ne değinirken, son dönemlerde yaygın olan karamsarlığımız üzerinde durmak istiyorum. Bazen geçmişe özlem bahanesiyle ortaya çıkıyor karamsarlığımız. “28 Şubat öncesinde daha iyiydik, seksenlerde daha iyiydik vb”. Geçmişin ne özlemiyle ne de kederiyle vakit geçirmeye gerek yok. “Biz eskiden daha saftık, daha şuurluyduk, daha günahsızdık, şöyleydik, böyleydik” demenin faydası olmadığı gibi zararı var. Bu uzun bir serüven; tarihin bir akışı var, akış içinde de imtihanlar var. Dün yoklukla ve yoksullukla imtihan olduk. Hem yokluk içerisindeydik; bu ülkenin dindar, muhafazakâr, bu ülkenin köklerine bağlı olmaya çalışan insanları en fazla memur ve işçi olabiliyorlardı. 50 yıl öncesinden, 70 yıl öncesinden bahsediyorum. Dışlandıkları hayatın bütün alanlarında bugün varlar. Yani yoksun bırakılmışlardı, mahrum bırakılmışlardı. Bazı alanlar bize tamamen kapatılmıştı. Diğer yandan yoksullukla imtihanlarımız oldu, imkânlarımız çok fazla yoktu. Toplantı yapacak salon bulamazdık, bulsak ses sitemi bozuk olurdu, onu ayarlasak sinevizyon yetişmezdi. Yani sürekli bir eksiğimiz ve sıkıntımız vardı. Ama dönüp de yoksunluğu ve yoksulluğu tekrar istemek büyük bir yanlışlık. Çünkü biz zulmü ve sıkıntıyı istememekle ama gelirse de sabredip mücadele etmekle emrolunmuşuz. Ama sıkıntılı süreçlere özlem duymaya gerek yok. Bugün biz yeni bir imtihan veriyoruz. Bugünün imtihanını konuşmalıyız. Bugünün yüzleşmesini konuşmalıyız. Tarihin akışında yüzleşmeler olur; varlıkla, parayla yüzleşirsiniz, kadın-erkek ilişkilerinde yüzleşmeler yaşarsınız, mevki-makamda yüzleşmeler olur. Ulusal sınırlar içerisinde koştururken bir anda uluslararası yüzleşmeler söz konusu olur. Yüzleşmelerde bazen insan afallar, dengesi bozulur, düşer, istikameti bozulabilir. Her yüzleşme bir risk barındırır. Dolayısıyla yüzleşmelerden kaçmanın bir anlamı yok. Bu yüzleşmeleri yaşadık, yaşayacağız ve bunlardan da anlımızın akıyla çıkacağız inşallah. Bazen düşsek de tekrar toparlayacağız kendimizi ve yolumuza daha kararlı devam edeceğiz. Önümüze bakacağız, geleceğe bakacağız. Dolayısıyla ümitvar olacağız, asla karamsarlığa düşmeyeceğiz. Gazze’deki o acı tabloya bakarak asla karamsarlığa düşmeyeceğiz. Tam tersine daha bir ümitle bakacağız. Orada bir avuç insan bu direnişi gösterebildiyse, tam da bittiler zannedildiği bir dönemde bu kahramanlığı gösterebildilerse, dünyanın sözde en süper güçlerinden birine en iyi istihbaratı olan devletlerinden birine karşı ortaya başarı koydularsa; bu hepimizin başarısıdır, bununla gurur duyalım. Evet eksikliklerimiz var, tam yanlarında olamadık ama bundan dolayı da dönüp kendimize haksızlık etmeyle vakit geçirmeyeceğiz. Toparlanacağız ki Gazze de toparlanabilsin. Bu başarı hepimizin diyorum, çükü belki de 20 yıl 30 yıl önce yaptığımız o küçücük yardımların bereketi. Yaptığımız o duaların, astığımız afişlerin, yaptığımız konferansların, yazdığımız şiirlerin, söylediğimiz marşların bereketidir. O yüzden ısrarla ümit var olalım.

Dünyada yeniden dengeler oluşuyor ve adeta yeniden kurulacak dünyada en güçlü/haklı sözü söyleyebilecek olanlar bizleriz; Türkiye, İslam dünyası. Aslında sadece İslam dünyası da değil, bütün dünyada vicdan ve adalet kaygısı olan insanlar hep beraber bu dünyaya yeni bir söz üretecek ve söyleyeceğiz. Bu da en küçük alanımızdan başlar, evimizden başlar, derneğimizden başlar, okulumuzdan başlar. Başkanı, yöneticisi ya da hizmetçisi olduğumuz kurumlardan, ortamlardan başlar. İnşallah bunu hep beraber başaracağız. O yüzden “Gazze ve ötesi” demeyi tercih ettim.

Çünkü Gazze de, ötesi de bizim…

Halit Bekiroğlu

11.01.2024(Bu yazı, 11.01.2024 tarihinde Eğitim Bir-Sen İstanbul 1 Nolu Şube’nin organize ettiği “Gazze ve Ötesi” başlıklı konferanstan derlenmiştir.)