Dayanıklı toplum ile sivil toplum kuruluşlarını birlikte ele alacağız. Bendeniz maraton koşmuş birisiyim. Maraton koşusu 42 kilometredir ve bunun en zor kısmı, 35. kilometredir. Başlangıçta yola çıkarken bir cesaret sorunu yaşarsınız, yapabilir miyim yapamaz mıyım diye şüpheye düşersiniz. Ama yola çıktıktan sonra gerisi gelir. Ancak 35. kilometreden sonra koşucuların büyük çoğunluğu dökülür. Çünkü vücudun dayanıklılığı nihayete ermeye başlar, vücut her şeyiyle zorlanır. Maratonun zorlu ve kritik dakikaları tam da burada başlar. 35. kilometreden sonra sadece bedensel güç yetmez, artık iradesi güçlü olanlar o maratonu tamamlayabilir. Bedensel olarak çok güçlü olsanız bile eğer iradeniz orada devreye girip sizi kararlı hâle getirmezse 35. kilometreden sonra maratonu tamamlama ihtimaliniz azalır.

Ben triatlon da yapan biriyim. Özellikle triatlon gibi çok yönlü sporlar, daha çok dayanıklılık gerektirir. Bu sporlarda orta yaş grubunun daha başarılı olduğunu görürsünüz. Gençler alınmasın, kızmasınlar, ama bunun asıl sebebi iradeyle ilgilidir. Elbette orta yaşlılar daha iradeli, gençler iradesiz denemez. İradeyi daha geniş düşünmek gerekir. İrade; tecrübeyle, gün görmüşlükle, deneyimle ve daha başka birçok şeyle ilgilidir. O en kritik 35. kilometreden sonra hedefe ulaşmanız için iradenizin güçlü olarak devreye girmesi gerekir. Ancak o takdirde maratonu tamamlayabilir, hedefe ulaşabilirsiniz.

Toplumun dayanıklı hâle gelmesi için de zamana, tecrübeye, birikime, bilgiye ihtiyaç var. Spor, sadece koşmakla olmaz. Onun için bilgi, eğitim ve beslenme yöntemi lazım. Bu ise matematik hesaplamalar gibi plan program gerektirir. Dolayısıyla dayanıklı bir toplum için de bilgi lazım, tecrübe lazım, yaşamak ve aktarım lazım. Özellikle yaşamadan olmaz, yola çıkmadan olmaz.

Özellikle dinî hassasiyeti olan sivil toplum kuruluşları olarak şöyle bir evre yaşıyoruz: 1990’dan önce daha fazla cemaat yapılarına sahiptik, daha dar, daha kapalı, daha içe dönük ve görece gizli saklıydık. Bunu 1940’lı yıllardan alıp 1990’lara kadar getirebiliriz. 1990’lardan sonra gönüllülük, dışa açılma, kendini kamuoyunda göstermeye başlama evresi söz konusu oldu. 2000’lerden sonra daha fazla kurumlaşma ve daha profesyonelleşmeyle birlikte daha belirgin mekânlarımız oldu. Önceden çay ocaklarında, yayınevlerinde ya da bir nevi mini dergâh, mini ocak gibi evlerde, mahalle aralarında, küçük mescitlerde yaptığımız faaliyetleri artık ayrı bir çatı altında, kurumsal bir yapı içerisinde gerçekleştirmeye başladık. Geleneksel cemaatsel yapılardan yeni kurumsal yapılara evrilme oldu. İçe dönük bilinçlendirme faaliyetlerinden dışa dönük bilgilendirme faaliyetlerine yöneldik. Yeni kamusal temsil biçimleri ortaya çıktı. Yerel toplumsal ilişkilerden uluslararası ilişki ağlarına yönelmeye başladık.

Burada kritik olay Bosna Savaşı oldu. Onun öncesinde İran Devrimi, Afganistan cephesi önemli olsa da aslında kalıcı bir etki bırakmadı. Asıl etkili olan, Bosna Savaşı’ydı. İnsani yardım odaklı olarak Türkiye dışına açılma söz konusu oldu. İçsel mali kaynaklardan yeni dışsal fonlara yönelim gerçekleşti. 1990’lı yıllarda Avrupa Birliği fonlarıyla ilgili “Caiz midir değil midir?” diye çok hararetli tartışmalar yapıldı. Dışsal fonlara yönelim oldu. Buradaki dışsal fonlar sadece yurt dışı anlamında değil, kendi iç bünyesinde, yani o cemaat yapısı içerisinde üyelerin, bazı esnafların yaptığı yardımlardan dışarıya doğru çıkıldı. Artık dışarıdaki bazı kurumlardan, örneğin devlet kurumlarından destek alınmaya başlandı. Cemaatsel temelli gönüllü ilişkilerden profesyonel örgütsel yapılara yönelim oldu. Toplumsal hizmetten, uzmanlaşmış kuruluşlara geçildi. Belli uzmanlık alanları oluştu. Önceden bir yapı her şeyi gerçekleştirmeye çalışırdı. İnsani yardımla da uğraşır, insan da yetiştirir, eğitime yönelir, mühendislerle uğraşır, yani her işi yapmaya çalışırken bir süre sonra bazı uzmanlık alanları oluşarak kimi sadece gençlerle, kimi kadınlarla, kimi mühendislerle, kimi sağlıkla, sporla, çevreyle ilgilendi.

Kadınların artan etkinliği söz konusu oldu, çünkü kadınlar görünür değildi, daha görünür ve daha aktif oldular. Geldiğimiz nokta itibariyle sadece STK’lar değil bütün Türkiye için konuşursak dindar kadın veya dinî hassasiyeti olan kadın, artık toplumun her katmanında ve her alanında görünür olmaya başladı. Sembolik olarak bunu askeriyede bile gördük. Tesettürlü kardeşlerimiz askeriyede görev alabildi, subay olabildi. Bunlarla ilgili değerlendirmelerimiz, getirdikleri ve götürdükleri ayrıca konuşulabilir, şimdilik bunları tespit anlamında söylüyorum. Kapalı mekânlardan açık kamusal mekânlara yönelim oldu ve devlete muhalif ve rakip bir konumdan devlete yardımcı bir konuma evrilme yaşandı. Bu değerlendirmeler, İlke Vakfı bünyesinde hazırlanan ve STK başkanları, akademisyenler, kanaat önderlerinden oluşan yaklaşık 50 kişilik bir dizi görüşmeden sonra ortaya çıkmış sonuçlardır.

Bu girişle birlikte konuyu iki bölüme ayırmış oluyorum. Birinci bölümde dayanıklı toplumun sivil toplum açısından geldiği nokta, yani sivil toplum olarak bugünkü yapımız. Buna bir şey eklenebilir veya çıkartılabilir ama ana hatlarıyla şöyle bir evre yaşıyoruz; özellikle son iki yüz yılımız sıkıntılı geçti. Osmanlı’nın son dönemi ve Cumhuriyet Dönemi boyunca hem bütün dünyada hem daha dar anlamda yaşadığımız coğrafyada ve İslam coğrafyasında büyük sıkıntılar yaşandı. Biz önce dağılma süreci yaşadık ki bu sadece Osmanlı’nın hâkim olduğu topraklarla ilgili değildi. Uzak Asya’da, Afrika coğrafyasında da yaşandı ve Müslümanlar bir dağılma sürecine girmiş oldu. Bu dağılma, beraberinde içe kapanmayı getirdi ve bunun sonucunda bir nevi yer altına inildi, periferiye çekilme oldu, gizli saklı çalışmalar yapıldı. Hatta bugünkü ikircikli tavırlarımızın önemli bir sebebi de geçmişten gelen o içe kapanma refleksidir. Bunun, zulümden kaçmak, dinimizi daha rahat yaşamak gibi farklı gerekçeleri vardı ama bu beraberinde bir sorun üretti. Özellikle Türkiye’de 1940’lı ve 50’li yıllardan, Mısır gibi bazı ülkelerde 1925-30’lu yıllardan itibaren yeniden bir uyanma evresi oldu. Buna kimi diriliş kimi uyanış dedi, Nurettin Topçu hareket adını verdi. Özellikle tarikatlar ve ulema bazında, Karadeniz ve Doğu hattındaki bazı medreselerde, tekkelerde bir toparlanma, bir uyanış süreci yaşandı.

Ben asıl bundan sonrasını anlatmaya çalışacağım. Yüzleşme evresine geçtik ve bu evreyi hâlâ birçok alanda yaşıyoruz. Ailede, siyasetle ilişkilerimizde, parayla, ekonomiyle olan ilişkilerimizde, kadın-erkek ilişkilerimizde, uluslararası ilişkilerimizde, ahlakla ilgili meselelerimizde ve daha birçok meselemizde bu yüzleşmeyi yaşıyoruz. Teşbihte hata olmasın, bugün itibariyle maraton koşusunun 35. kilometresindeyiz. Bu noktada bizim dayanıklılığımız devreye girecek ve biz dayanıklılığımız ölçüsünde bu maratonu tamamlayabileceğiz. Hep bir slogan olarak söylüyoruz, “Biz uzun yol koşucularıyız” diye. Bu ifadeyi Cumhurbaşkanımız da çok tekrarlar. Evet biz işte o uzun yolun koşucusuyuz ve sadece bugüne bakmayız. Bir maraton koşmak, gerçekten belli evreleri, belli zorlukları aştıktan sonra son aşamada çok güçlü bir irade veya bir dayanıklılık gerektirir. Başlıkta ifade edilen dayanıklılığın gerektiği bir evrede yaşıyoruz ve bunun tartışılmasını çok değerli buluyorum.

Hemen hemen hepimiz -çok genç kardeşlerimiz hariç ama onların da anne-babaları yaşadı- 28 Şubat’ı tabiri caizse hücrelerimize kadar hissettik, birçok kardeşimiz de bedelini ağır şekilde ödedi. O dönem mücadele eden tüm kardeşlerimizden Allah razı olsun. Bu dönemden sonra birtakım yüzleşmeler oldu; iktidar yüzleşmesi, para pul yüzleşmesi, makam yüzleşmesi ve başka yüzleşmeler. Sonra geriye dönmeye başladık. Bir nevi 35. kilometreden sonra geriye dönüyoruz ve “Ben bu işi tamamlayamayacağım, benim bunu tamamlayabilmem için başa dönmem lazım” gibi tutumlar geliştirildi. Yani “28 Şubat’ta biz daha samimiydik, 28 Şubat’tan önce biz daha iyiydik, o dönemde daha iyi mücadele ediyorduk, ama işte şimdi bakın şöyle şöyle zafiyetlerimiz var” gibi aslında bir nevi geriye dönme kolaycılığına sığınıyoruz. Tam da maratonu tamamlamak için dayanmamız, direnmemiz, kararlı olmamız, 35. kilometreden sonrasına ilişkin hamlemizi yapmamız gerekiyorken tereddüt etmeye başladık. Evet bacağımız ağrımaktadır, susadık, yorulduk, enerji kaybettik, ama bu maratonu tamamlayabilmek için bütün dayanıklılığımız, kararlılığımız, gayretimizle mücadelemize devam etmemiz gerekiyor.

Yani geriye dönmeden, bilakis tam tersine daha büyük bir ufukla, vizyonla, geleceğe bakarak bu hedefe ulaşabiliriz. İçinde bulunduğumuz merhaleyi doğru anlamamız lazım. Geriye dönüp “Biz önceden daha samimiydik” demenin bir kıymeti yok. Bendeniz imam hatiplerle ilgilendim ve burada da aynı hikâyeyle karşılaştım. Malatya İmam Hatip mezunuyum ve “önceden imam hatiplerde şöyle samimiyet vardı, şu vardı bu vardı” gibisinden geçmişe methiye örneklerini çokça duyuyorum. Hâlbuki önceden de her şey güllük gülistanlık değildi. Malatya İmam Hatipte çok aykırı olanlar, çok sıkıntılı arkadaşlarımız da vardı. Ama onları kuşatan hocalar ve gençler de vardı. Bir grup insan olarak ideallerimiz için gönüllü olarak çalışıyoruz, ancak bütün bir toplumun dayanıklı olması mümkün değil. Sadece bir grup insan dayanıklı olduğu zaman bile iyi bir noktaya varabilir, engelleri aşabilir, 35. kilometreyi geçebiliriz. Buna inanmamız lazım. Dolayısıyla durmadan “Eskiden şöyle iyiydi, böyle güzeldi” demenin hiçbir kıymeti yok. Onlar o gün yaşandı ve belki de yaşanması gerekendi. Biz takdir-i ilahiye inanan insanlarız. Yaşanması gereken yaşandı ama biz bugünü yaşıyoruz, bugün yeni şeylerle yüzleştik, yeni karşılaşmalarımız var ve kararlı, iradeli bir şekilde bu barikatları aşarak, bu yüzleşmeleri en az hasarla ve mümkünse hiç hasarsız atlatarak geleceğe bakabiliriz ve kendimizi doğru bir biçimde konumlandırabiliriz. Aksi takdirde sürekli ya geriye giden ya da bulunduğu konumu beğenmeyip ümitsizliğe kapılan bir duruma düşeriz.

Özellikle bu aşamadan sonra, yani ikinci bölümde vurgulayacağım husus, sivil toplum kuruluşlarının nasıl olması gerektiğidir. Öncelikle STK meselesi daha sistematik olarak ele alınmalıdır. STK’lar, elbette kurumlaşmalıdır. Kurumlaşma ile ilgili bir müzakere yapılsa elli tane problem sayılır ve onun üzerine bir beş tane de ben eklerim. Tabii ki kurumlaşmanın çokça problemleri var, dezavantajları var, ama kurumlaşma kaçınılmaz olarak yaşanması gereken bir süreçtir. Kurumlaşmanın eksilerini telafi etmek, dezavantajlarını ortadan kaldırmak için elbette elimizden geleni yapacağız ama bu yüzleşme olmadan da bunu aşamayacağız. Dolayısıyla kurumlaşma sürecini kötü olarak görmek yerine onun eksiklerini giderme odaklı meselelere bakmak gerekir. Kurumlaşırken organikliği, doğallığı bozmamak, asıl amacımızı göz ardı etmemek gerekir. Sizin uçağa binmeniz, özel jetinizin olması, şu veya bu marka arabanızın olması çok önemli değil veya bu, iyi ya da kötü değildir. İhtiyaçsa olur, değilse olmaz ama siz ona çok büyük anlam yüklememelisiniz, o sadece hedefinize ulaşmanız için bir vesiledir. Hiç olmaması da çok önemli değil, olmasa da kıyamet kopmaz. Siz yine hedefinize ulaşmak için yollar bulmaya çalışırsınız. Bu nedenle kurumlaşmak bir araçtır, bir vesiledir, imkan nisbetinde mutlaka olması gerekir. Kurumlaşma beraberinde binayı, profesyonel ekibi, finansı, iyi yönetimi, bütün boyutlarıyla insan kaynaklarını ve benzeri birçok detayı gerektirir. Bir sivil toplum kuruluşu için bunlar şarttır ve mutlaka yaşanması gerekir.

İkincisi biz çokça konumlanma tartışması yaşıyoruz. Devletle, siyasetle ilişkimiz nasıl olacak? Biz bozulduk mu, yozlaştık mı, politize mi olduk? Bunlar, benim tercih ettiğim bir tasnif değil. Siyaset farklı bir olgu, çünkü meselelere daha kısa vadeli, günübirlik bakar ve bu esasen kötü de değildir. Çünkü siyaset, doğası gereği kısa vadeli bakmak zorunda. Şu andaki ekonomik krize odaklanmak, pandemi varsa pandemiye tedbir almak zorunda. Dolayısıyla siyasete “Sen niye kısa vadeli iş yapıyorsun?” demenin de çok anlamı yok. Siyasetin işi, ülke meselelerini kısa vadede çözmektir. Siyaset günübirlik bakar, konjonktürel bakar, anlık çözüm odaklı bakar.

Sivil toplum kuruluşlarını farklı kategorize ediyorum. Sivil toplum kuruluşu daha orta vadeli bakar. Bir genç yetiştiriyorsanız hiç olmazsa o gencin altı yaşına kadarki evresini, ilkokulunu, ortaokulunu, lisesini, üniversitesini, evlenmesini dikkate alacaksınız ve nereden bakarsanız bakın minimum 20 yıldan bahsediyoruz. Sivil toplumun en az 20 yıllık, 30 yıllık bakması gerekir.

Kıymetli hocalarımız, üstatlarımız, mütefekkirlerimiz, akademisyenlerimiz ise meselelere çok daha uzun vadeli bakarlar. Tabii ki bugünkü meselelere dair de sözleri ve çözümleri olur ama yaptıkları araştırmalar bağlamında değerlendirmek gerekir. Onların yaptıkları çalışmalar belki 50 yıl, 100 yıl sonra işimize yarayacak. İlerisini düşünebilme, öngörü kabiliyetini entelektüeller, alimler bize göstermiş olacak. Sezai Karakoç bazen öyle şeyler söyler ve biz de eleştirirdik ama Sezai Karakoç’un 30, 40, 50 yıl önce söyledikleri, çok daha sonra anlaşılır hâle geldi. Yakın zamanda söyledikleri belki 100 yıl sonra anlaşılacak.

İşte bu üç alanı (siyaset, stk, ilim alanını) doğru konumlandırmamız gerekir. Yani ilim erbabı uzun vadeli bakar, sivil toplum kuruluşları orta vadeli bakar, siyaset ise kısa vadeli bakar. Dolayısıyla sivil toplum kuruluşları, biraz siyaset ve biraz da ilim erbabıyla ilişkili bir konumda bulunur. Siyasete de o kadar takılıp kalmanın anlamı yok, yani aktif siyaset yapabiliriz, anlık problemlerle ilgilenebiliriz belki ama günün sonunda siyasetin kısa vadeli bir uğraşı olduğunu fark etmeliyiz. Siyaseti olumsuzlamanın, kötülemenin, bütün faturayı siyasete yüklemenin de bir anlamı yok. Kendi alanımızı doğru tanımlarsak hem siyasetten istifade eden ve onu yönlendiren hem alimlerden istifade eden ve aynı zamanda alimleri de yer yer yönlendiren veya besleyen bir konumda bulunmuş oluruz. Sivil toplum kuruluşları olarak bunu çözdüğümüzde iç çatışmalarımız azalır, çünkü bazen çok gereksiz yere STK-devlet ilişkisinde patinaj yapıyoruz. Özellikle son birkaç yıldır bu konuda patinaj yaptığımızı, gereksiz yere enerjimizi tükettiğimizi düşünüyorum.

Sivil toplum kuruluşları, vakıf kültürümüzden de hareketle kendilerine mutlaka bir akar oluşturmalı. Bu akarını kendi imkânlarıyla, kendi gönüllüleriyle meydana getirmeli. Yani kendi ihtiyacını karşılayan ve projesi ve konusu çerçevesinde ilgili devlet kurumlarıyla da çalışabilen sivil toplum kuruluşu olmalı. Tabii idari işletmeye dair kaynaklarını devletten almak yerine kendi akarını, finans kaynaklarını oluşturarak yürümeli. Bu durum, bağımsız hareket etmesini sağlar.

Ayrıca şeffaf olmalı. Bazı sivil toplum kuruluşlarının kapısında abartılı güvenlik barikatları görüyorum. X-ray cihazlarından geçiyorsunuz, üç-dört kişi sizi arıyor, kontrol ediyor. Hâlbuki sivil toplum kuruluşunu bugün modern bir dergâh, modern bir medrese gibi görmek gerekir. Bizim geleneğimizde üç alan herkese sonuna kadar açıktır. Dergâhlarımız herkese açıktır, camilerimiz herkese açıktır ve medreselerimiz herkese açıktır. Hangi üstadın öğrencisi olursanız olun, gidip bir başka üstattan, molladan, hocadan ders alabilirsiniz. Yaşam olarak berbat hâlde olabilirsiniz ama gidip bir dergâhın kapısını çalabilir, o dergâhta bir tas çorba içebilirsiniz. Dolayısıyla sivil toplum kuruluşlarımızın gizli kapaklı olmaktan çıkıp herkese ama herkese açık olması; bağımlı çocuğa da ahlak problemi olan çocuğa da cinsiyet problemi olan çocuğa da sahip çıkması lazım. Bizim onları kuşatmamız, ıslahları için gayret göstermemiz gerekir.

Bizim son iki yüz yılda yaşadığımız süreç şudur; sivil toplum kuruluşlarımızın evrilmesi, yüzleşmeler ve bunlardan kaynaklı kritik bir evreyi yaşıyoruz. Bu evrede çok patinaj yaptık, bunu aşmamız lazım. Sivil toplum kuruluşları olarak tekrar öncü bir rol üstlenmemiz gerekir. Bugün maalesef çoğunlukla siyasetin gölgesinde gidiyoruz. Ben bu hususta siyasetten çok sivil toplumu kabahatli görüyorum. Siyaset, doğası gereği kontrol etmek ister. Biz de siyasetçi olsak muhtemelen benzer şeyler yapmak isteriz. Dolayısıyla sivil toplumun siyasetin gölgesinde kalması, bizim eksikliğimizdir. Bunu başta kendi adıma olmak üzere sivil toplumdaki bütün kuruluşlar için söylüyorum. Bizim siyasetin ötesinde, ona da ufuk veren, onu da zorlayan, devletin ilgili kurumlarını yönlendiren, besleyen, ülkemizi daha geniş bir perspektife taşıyan bir vizyonla, ufukla, ümitle meseleye bakmamız lazım. O yüzden ne kadar günübirlik, sığ tartışmalardan kurtulabilirsek o kadar yol alırız.

Bütün dünya ile ilgilenmesi gereken, hatta sadece bütün dünya da değil, kâinata karşı sorumlu olan, çünkü halife olarak bütün her şeyin üstünde yaratılmış bir varlık olarak kendimizi böyle küçücük bir cendereye, bulunduğumuz STK’ya, cemaate, tarikata, partiye, mahalleye hapsedemeyiz. Oysa biz bütün bir kâinatın ıslahı ve inşası için yükümlü olan insanlarız. O yüzden o dar bakış açısından kurtulmamız lazım. Aslında 1980’li, 90’lı yıllarda imkânlarımız çok kısıtlıyken bile bütün dünyanın kurtuluşu gibi sloganlara sahiptik ve bu kötü bir şey değildi. Evet belki o dönem yanlışlarımız da çoktu ama böyle baktığımız zaman daha kapsayıcı oluruz. O zaman bu ülkenin her sorunu bizim sorunumuz olur, Alevilik-Sünnilik meselesi, etnik meseleler, ahlak meseleleri, LGBT, çevre, dijitalleşme vb dünyanın her türlü sorunu bizim sorunumuz hâline gelir. O zaman daha kuşatıcı, meselelere daha geniş açıdan bakma imkânımız olur. Gönlüne bütün cihanı sığdırması gereken bizler, bir de bakıyorsunuz, farkında olmadan, üç beş kardeşimizi bile yanımıza sığdıramaz, onlara tahammül edemez hâle gelmişiz. Gönlümüzü, zihnimizi ve ufkumuzu geniş tuttuğumuzda yeryüzündeki mevcut çürümenin ve bozgunculuğun da çözümü haline geliriz.

Bu yazı “Dönüşen Dünya ve Dayanıklı Toplumun İnşası” isimli kitapta yayınlanmıştır. Bir kaç cümlede değişiklik yapılarak yayınlanmıştır.