AH ŞU MÜTEDEYYİN KADINLAR!?

Mütedeyyin kadınlar, mütedeyyin erkeklerden daha mı fazla kontrolden çıkmış durumda? Bu soru bize, görünen/gösterilmek istenen meselenin, asıl meseleyi örtüp...

DOSTUN İHANETİ!

İhaneti en ağır şekilde cezalandırmaya mı çalışırsınız? Büyük bir hayal kırıklığıyla dostluğu çöpe mi atarsınız? Yoksa “dostun ihaneti”ni affetmeyi...

Bize Yüzde Doksan Derler

Geçenlerde Özbekistan’dayken Rusya’dan da dahil olan bazı isimlerle ülkelerimiz, ülkeler arası meselelerimiz, ekonomilerimiz üzerine hasbihal etmiştik. Ön plana çıkan...

GÜNDEMİN AYARTICILIĞI

2022-2023 yılları, siyasi ve ekonomik gündemin yoğunluğu/belirleyiciliği ile geçecek gibi görünüyor. Siyaset ve ekonomi, diğer tüm alanları etkilediği ve...

HOCA, MÜRŞİT VE MÜTEFEKKİRLERİN POPÜLİZMİ

Hepimiz gibi “hocalar”, “mürşitler” ve “mütefekkirler” de imtihanda. Maalesef çoğu bu imtihan süreçlerini (en azından dönemsel olarak) unvanlarına ve...
Yazı
AH ŞU MÜTEDEYYİN KADINLAR!?
Yazı
DOSTUN İHANETİ!
Yazı
Bize Yüzde Doksan Derler
Yazı
GÜNDEMİN AYARTICILIĞI
Yazı
HOCA, MÜRŞİT VE MÜTEFEKKİRLERİN POPÜLİZMİ
Yazı

Üç AlanÖne Çıkan

Toplumların değişiminde etkili olan birçok alandan bahsetmek mümkün ama bu yazıda özellikle siyaset, sivil toplum ve entelektüel alana ilişkin birkaç hususa dikkat çekmeye çalışacağım…

Bu üç alan kendi içinde nitelikli olduğunda, kendi dışında ise bir biriyle uyumlu hareket ettiğinde bireysel/toplumsal değişim hem sağlıklı olur hem de uzun vadeli, kalıcı olur. Yaşanabilecek sıkıntılarda ise daha pratik ve gerçekçi çözümler üretilmesine imkan sağlar…

Aslında siyaset, sivil toplum ve entelektüel alan birbirlerini tamamlayan, yerine göre destekleyen, uyaran, düzelten, motive eden alanlarken uyumlu olunmadığında bir diğerini tüketen hale gelir ve alanlardan birinin ya da ikisinin niteliksiz hali kısır döngüye dönüşüp diğer alanlara da zarar vermeye başlar…

Yine bu alanların birbirlerini yok saymaları ya da birbirlerini önemsizleştirmeye çalışmaları da önemli bir sorundur ki çoğu zaman sadece yok sayılan ve önemsizleştirilene değil, bumerang misali dönüp, yok sayan ve önemsizleştirene de büyük zarar verir…

Dolayısıyla aslolan ve de kalıcı olan her üç alanın da birbirini desteklemesi ve eleştirilerini katkıya dönüştürmesidir. Sahici toptan gelişme ve iyileşmeyle gerçek bireysel/toplumsal değişimin yakalanabilmesidir…

Bu üç alana ilişkin bir tasnif denemesi yapacak olursak;

Siyaset doğası gereği mevcudu yönetme odaklıdır ve kısa vadelidir. İktidarı hedefler. Daha çok oy alıp seçimi kazanmak ister. Bunun için de güncel ekonomik, sosyal, siyasi sorunlara pratik çözümler önerir ve uygular. Zaman zaman orta-uzun vadeli programlar sunsa da çoğu zaman konjonktür, kısa vadeli hamleler yapmasını gerektirir. Bu yönüyle siyaset pratik düşünce/eylem alanıdır ve genellikle pragmatiktir. Dolayısıyla yalnız başına siyasetten çok uzun vadeli hedefler beklemek gerçekçi değildir…

Sivil toplum alanı doğası gereği insan/yaşam odaklıdır ve orta vadelidir. Yaklaşık olarak bir insanın ya da canlının hayatını hedefler, o hayat boyunca sağlığına ve mutluluğuna destek olur. Eğitimle, barınmayla, maddiyatla, maneviyatla, insanın ya da canlıların niteliğini arttırmayı hedefler. Örneğin alanı eğitim olan bir STK, anaokulundan üniversite sonrasını hesaba kattığımızda bir gencin ortalama 15-20 yılı ile ilgilidir. Dolayısıyla sivil toplumun kısa ve uzun hedefleri olsa da çoğunlukla orta vadeli bakması gerçekçi görünmektedir. Çünkü bir yönüyle siyaset gibi kısa vadeli pratik çözümler üretmesi, diğer yönüyle uzun vadeli bakış açısını hesaba katması gerekebilmektedir…

Entelektüel alan ise doğası gereği uzun vadelidir. Bu alana tefekkür alanı da diyebiliriz. Mütefekkirlerin alabildiğince bütüncül, uzun vadeli ve en ideal olanın peşinde olması beklenir. Denebilir ki bu alanın en deruni tarafında aşkınlık vardır. Teşbihte hata olmazsa bu alanın zirvesi, zamanları da aşan müteâl bir bakış açısına sahip olmaktır. Denebilir ki mütefekkir, bir deniz feneri gibidir; sabit durur, ışığını sunar, isteyen rotasını ona göre belirler, istemeyen yolunu kaybeder. Bu yönüyle mütefekkir, uzun vadeli ve hatta zamanları aşan hakikatleri hesaba katar; olaylar, kişiler ve hatta zaman çok da gündeminde olmaz mütefekkirin. Bundan dolayıdır ki tarihteki çok büyük düşünürler, sanatkarlar, bilginler çoğunlukla gadre uğramışlardır. Söyledikleri ve değerleri sonraki asırlarda anlaşılmıştır…

Bu üç alan arasında hiyerarşik kademelendirme yapmaya gerek yok, her üçü de çok önemlidir, elzemdir. Siyasetin daha çok yıpranması daha pratik ve görünür olmasından kaynaklanmaktadır. Ya da günlük meselelerle uğraşmadığı için tefekkür alanı hem boş değil hem de kutsal değildir. Önemli olan her bir alanın öncülerinin işlerine odaklanması, diğer alanları önemsiz görmemesi ve çatışmaya dönüştürmemesidir…

Farklı bir kategorik ayrım yapacak olursak;

Siyasetçi toplumun tümünü muhatap alır çünkü büyük çoğunluğundan oy almalıdır. STK’cı amacına uygun hedef kitlesini muhatap alır çünkü onların gönlünü kazanmalıdır. Mütefekkir ise hakikati muhatap alır çünkü ebediyete uzanmalıdır…

Ülkemizde bu üç alanın bilerek ya da bilmeyerek sıkça bir birleriyle karıştırıldığını söyleyebiliriz. Bazen doğru konumlama yapamadığımızdan, bazen müdahale etmemizden kaynaklı karmaşa oluşmaktadır. Böylece her bir alan hak etmediği yüke maruz kalmakta ya da merkezileşerek diğer alanın hakkına tecavüz etmektedir…

Siyasetin, sivil toplumun önünü açtığı ve entelektüelden (olumlu-olumsuz) eleştirel katkı aldığı; sivil toplumun, siyasetin toplumsal altyapısını güçlendirdiği ve mütefekkirin ufkuyla beslendiği; mütefekkirin, siyasetin çıtasını yukarıya doğru zorladığı ve sivil topluma vizyon kattığı senkronize bir yapı, toplumsal değişimimizin çok daha hızlı ve sağlıklı olmasına vesile olacaktır. Aksi durum, her üç alanın da verimsizliğine ve zayıflığına sebep olacaktır…

Okumaya devam et
Yazı

AH ŞU MÜTEDEYYİN KADINLAR!?

Mütedeyyin kadınlar, mütedeyyin erkeklerden daha mı fazla kontrolden çıkmış durumda?

Bu soru bize, görünen/gösterilmek istenen meselenin, asıl meseleyi örtüp örtmediğini anlamamızı sağlayacak…

Mütedeyyin erkeğin aynı konudaki serüvenine, değişimine baktığımızda mevzunun (öteden beri) hep kadın üzerinden sunuluyor ve tartışılıyor olmasını daha iyi anlayabiliriz. Bu çerçeveden baktığımızda meselenin cinsiyetle ilgili olmadığını görebiliriz…

Dindarlaşmanın ya da dinden uzaklaşmanın hep kadın ile ve kadındaki görüntüyle ilişkilendirilmesi, erkeğin bu konuda saklanmasını ve tüm faturanın kadına kesilmesi sonucunu doğurmaktadır…

Bana göre mevzu;
Son iki asırdaki batılılaşma çabalarına karşın 70 yıldır devam edegelen toparlanma çabalarının; önce erkeklerde, şimdi de kadınlarda bazı yüzleşme, çelişki, çatışma ve dolayısıyla değişim tezahürleri göstermesidir. Çünkü dindar erkeğin 1950’lerden itibaren yaşadığı serüveni, dindar kadın 1980’lerden itibaren yaşamaya başlamıştır…

Ama sorun şu ki;
Yaşananlar kadınlarda biçimsel olarak görünmekte/görülmekte, erkeklerde yaşanan ise görünmemekte/görülmemekte ve bir parça da (bilerek ya da bilmeyerek) örtülmekte…

Dolayısıyla bu çerçevede özeleştiri yapacaksak kadından önce erkekten başlamamız; kronolojik olarak da, asıl meselemizin muhtevası itibariyle de daha doğru olacaktır…

Bir erkek olarak kalemize gol atmış sayılsam da…
😢😏🤣

Okumaya devam et
Yazı

DOSTUN İHANETİ!

Düşünsenize dostunuz size ihanet etmiş. Yani hayatta en çok güvendiğiniz kişi ya da kişiler güveni sarsan, sarsmanın ötesinde baltalayan hal ve harekette bulunmuş. Başka bir ifadeyle, güvendiğiniz dağlara karlar yağmış, her taraf buz tutmuş…

Tam da sınandığımız nokta burası! Tam da dostluğun sınandığı nokta! Hem de yüzeysel bir sınanma değil, esastan ve en temelden sınanma!

Böyle durumlarda ne yaparsınız?

İhaneti en ağır şekilde cezalandırmaya mı çalışırsınız? Büyük bir hayal kırıklığıyla dostluğu çöpe mi atarsınız? Yoksa “dostun ihaneti”ni affetmeyi mi seçersiniz?

Sona bırakmadan cevap vereyim; “dostun ihaneti”ni dahi affedebilmek dostluğun zirvesidir! Hatta zirvenin ötesi, affetmeye bile ihtiyaç duymadan dost kalmaya devam etmektir, dostumun canı sağolsun diyebilmektir…

Bu yaklaşımın normal koşullarda anlaşılmasının zor olduğunun farkındayım. Çünkü genelde dostluk, karşılıklı paylaşım ve fedakârlık olarak algılanır. Bu da bir süre sonra farkında olmadan ilişkilerin karşılıklılığı ve eşitlenmesi sonucunu doğurur. Bana göre dostluk, karşılık  beklemeden kurulan ilişkidir. Karşılık beklediğimiz şeyler örtük biçimde çıkarı ve zamanla şokları beraberinde getirir. Dostlukta şoklar olmaz. Çünkü dostluk vermeye dayanır, almaya değil. Verdikçe daha çok dost olursunuz, dostunuzu seversiniz, dostunuzda kaybolursunuz. Sevdikçe daha da çok vermeye devam edersiniz…

Bir süre sonra verilen şeyin ve verdiğiniz kişilerin öneminden öte vermenin kendisi daha önemli hale gelir. Bu aşamada muhatabınızın Ahmet-Mehmet, Ayşe-Fatma olmasının çok ötesinde dostluğun bizatihi manasına vurulursunuz. Zirve tam da bu aşamada başlar. En zor kısım da budur. Zirveye yaklaştıkça risk artar; çatışma, kayma, düşme, basınç, yanma, korkma, kibir, rehavet vb onlarca faktör devreye girer. İmtihanın en zor aşamasında “dostun ihaneti”ni affetme olasılığı da azalır. Yine biliriz ki zirveden düşenler çoğunlukla zirveye en yakın noktalarda düşmeye başlarlar. Dostluğun manasını yitirmemek için de zirveye sabırla çıkmak, bunun için de “dostun ihaneti” dahi aşmak gerekir…

Meşhur “sarımsak tarlası hikayesi”nde delikanlıya söylenen; “git de babana söyle; biz öyle iki tokada sarımsak tarlasını satmayız!” sözü ve duruşu dostluğun zirvesini gösterdiği kadar “dostun ihaneti”ne olan dostça tutuma da işarettir. Dost odur ki ihanet etmesin, dost odur ki ihanetle karşılaşsa bile dostunu affedebilsin. Daha daha ileri gidip “dostun ihaneti”ni bile tebessümle karşılayabilsin, ona dostluk hatırına tekrar tekrar fırsat verebilsin, canı soğolsun diyebilsin…

Her ihanette, aldatmacada, yanılgıda “bana şöyle yaptı, böyle yaptı. Dost olan bunu yapar mı?” demek kendini merkeze almaktır. Dostluk ise tam tersi kendini merkezde çıkarıp sevdiğini merkeze almayı gerektirir. Kendinden geçmenin diğer adıdır dostluk. Çünkü dostluğa inanan, inancı oranında bencillikten uzaklaşır, zirveye ulaştıkça kendinden geçer. Kendinden geçtikçe de başkasının ne yapıp ettiğiyle değil, kendisinin daha neler neler yapması gerektiğine odaklanır. İhanetlere değil, manaya odaklanır. Hira’ya çıkıp, kendiyle uğraşıp, kendini aşıp, dağdan şehre inip; bir şehrin, coğrafyanın, ümmetin sorumluluğunu üstlenmek böyle bir şey. Şeriati’nin “aşk ve yalnızlık” manifestosundaki müteâl oluş hali böyle bir şey. Yüreğimize üç-beş insanı sığdıramazken tüm insanlığı, hatta tüm mahlukatı yüreğinde taşıyan velîlerin (gerçek dostların) hali böyle bir şey…

Dostluk şüphesiz çok değerli bir şey. Ama bu güzel şeyi basit karşılıklı ilişkilere, yapay iletişime, sembolik paylaşımlara indirgememek lazım. En ufak bir anlaşmazlıkta “dostum bana şöyle ihanet etti, böyle yanlış yaptı” serzenişleri yerine “En Yüce Dost”un gölgesinde dostluğu, alabildiğince zirveye çıkarmaya çabalamamız gerekir. Dostluk o kadar değerli ki ona zirveler yakışır. Dağların eteğindeki kısır hesaplaşmalar ve küçük alışverişler zaten özü itibariyle dostluk sayılmaz…

Çünkü dostluk, yücelik halidir…

Halit Bekiroğlu

02.09.2023

Okumaya devam et
Yazı

Bize Yüzde Doksan Derler

Geçenlerde Özbekistan’dayken Rusya’dan da dahil olan bazı isimlerle ülkelerimiz, ülkeler arası meselelerimiz, ekonomilerimiz üzerine hasbihal etmiştik. Ön plana çıkan nokta şuydu; Türkiye ve Özbekistan bulundukları bölgelerde “merkez ülke” hüviyetindeler. Merkezilik rollerini içerde, dışarda ve kendi aralarında hem etkili hem de ahenkli yürüttükleri takdirde bu yüzyılımızın şekillenmesinde çok önemli rol oynamış olacaklar.

Ağır entelektüel muhabbetin üzerine; “Emir Timur ile Sultan Beyazıt savaşmasalardı ne olurdu sorusunu tarihçiler hep sormuş ve farklı cevaplar vermişler. Bence savaşmasalardı dünyamız bambaşka olurdu” dedim ve gülüşerek ucu açık hasbihalimize virgül koyduk.

Daha önce de ifade ettiğim gibi; Türkiye, yurt dışındaki perspektifini içeriye de uygulayabilirse yeni evreleri, açılımları, hamleleri konuşmak ve gerçekleştirmek işten bile değil. Geçen yıllarda birkaç kez Sn Cumhurbaşkanımız Erdoğan “Türkiye İttifakı” ifadesini kullandı ama her dillendirildiğinde hem içerden hem dışardan atraksiyonlarla gündem dışı bırakıldı. Belki de en yakınındakiler bile sahiplenmediler. Böylece toplumun yüzde seksenine yakınından en az bir defa oy almış Sn Erdoğan, yüzde elli artı bir ufkuna hapsedildi. Vatandaşa ikinci partisi sorulduğunda yine yüzde seksenler oranında tercih edilen Ak Parti toplumun üçte birine ya da biraz fazlasına hitap eder çerçeveye çekildi. Diğer bir ifadeyle ana omurga (yüzde doksanı not alın, açıklayacağım) siyaseti yerine etnisiteci milliyetçilik presleriyle sağlı sollu sıkıştırılarak yüzde ellinin büyük başarı olduğuna adeta inandırıldı.

Taşkent’te yaptığımız müzakerede Türkiye’nin Rusya-Ukrayna savaşındaki aktif rolü gündem olmuş ve hem Rus hem de Özbek düşünürler küçük sayılabilecek bazı şerhlerle birlikte Sn Erdoğan’ın stratejisini çok başarılı bulmuşlardı. Özellikle siyasi ve ekonomik boyutların altını çizmişlerdi. Yazıyı yazdığım esnada yine Özbekistan’da gerçekleşen Şangay İşbirliği Toplantısı’ndaki atmosfer de Türkiye’nin ve Sn Erdoğan’ın algısının güçlendiğine işaret ediyordu.

Aynı şekilde Rusya-Ukrayna savaşındaki tutumumuza ilişkin ülkemizde yaptığımız değerlendirmelerde toplumun her kesiminden şerhlerle birlikte çok olumlu yaklaşımlara şahit olunca konuyla ilgili araştırmalara baktım ve gördüğüm kadarıyla başlangıçta yüzde yetmiş beş, şimdilerde yüzde seksen üstünde memnuniyet söz konusu.

Kritik soru şu; yüzde seksenlerde potansiyeli olan bir yaklaşım nasıl olur da yüzde elliye hapsolur? Bunu en iyi anlatacak kelime bence “daralma”. Ekonomik daralmadan bahsetmiyorum tabi ki. Devletlerin gidişatında bazen pandemi bazen ekonomi gibi faktörlerle daralmalar olur ama kastettiğim daralma; zihinsel, duygusal ve çevresel daralma.

Milli Görüş kodlarıyla yetişmiş Sn Erdoğan’ın ütopik gibi görünse de ufku “Yeni Bir Türkiye ve Yeni Bir Dünya” idi. Daha marjinal görüntü ve algı olsa da bu vizyon yetmişlerde de, seksenlerde de, doksanlarda da vardı. Ama bu geniş vizyonun oya yansıması yüzde onlar yirmiler bandını çok geçmiyordu. Az oy alınsa da doksanlarda bu vizyonun tezahürü, Sn Erdoğan’ı Beyoğlu’ndaki pavyonlara dahi oy istemek için yöneltebiliyordu. Çünkü vizyonun bir gereği de şuydu; toplumun her kesiminin yardıma ihtiyacı var; hem maddi, hem manevi. Ve temel yaklaşım şuydu; ülkemiz insanının her bir ferdinin maddi ve manevi gelişimine faydalı olmalıyız. Aynı şekilde dünyadaki her bir ferdin, mazlumun, siyahın, beyazın da adil bir şekilde maddi ve manevi felahına vesile olmalıyız.

Tam da bu ufkun mottosunu İsmet Özel o zamanlar “bize yüzde altı derler” diye ifade etmişti. Bu ifadede mevzunun odaklandığı yer rakamın küçüklüğü değil, iddianın büyüklüğüydü. Belki de İsmet Özel bu büyük iddianın geçici olan şeylere kurban edilmemesini işaret ediyordu. Bana kalırsa iddia “yüzde doksan”a yönelik iddiaydı. Her toplumun içinde yüzde onluk arızalılar olduğunu farz ettiğimizde yüzde altılardan yüzde seksenlere gelen ama aslında minimum yüzde doksanlara ulaşması gereken bir iddiadan bahsediyoruz. Bu büyük iddiadan vaz geçilemez. Konjonktür ya da seçim baskıları dönemsel atraksiyonları gerektirse de bu iddiadan vazgeçmek demek kendi olmaktan uzaklaşmak demektir.

“Mustafa Kemal yaşasaydı Refah Partili olurdu” sözünü politik bir söz olmaktan çıkartıp bu ülkenin her bir vatandaşına hitap eden bir bakış açısına evirdiğimizde ulaşılamayacak, anlatılamayacak, ikna edilemeyecek hemen hemen hiçbir ferdin olmadığı bir iddiadan bahsetmiş oluyoruz.

Peki bu iddiadan vaz mı geçildi? Siyaset ve şartlar gereği vaz mı geçmek gerekir? Daha somut şekilde soralım; 2023 seçimlerinde bu iddia işe yaramaz mı?

Biraz geriden alalım; önce Sn Erbakan ile, “ulaşılamaz” denilen iktidara ulaştı büyük iddia, Sn Erdoğan ile de “tutunulamaz” denilen iktidarda tutundu o büyük iddia. Her iki evrede de dikkat ederseniz merkezde “iktidar” kelimesi var. Çünkü mahrum bırakılan alan buydu ve dolayısıyla odak nokta da bu oldu. Buraya kadar her şey normal. Ama büyük iddia “iktidara gelmek” ya da “iktidara tutunmak” mıydı?

Kuşdiliyle ifade etmekten çıkalım, iddia şuydu; bu ülkenin her bir vatandaşının cennetine vesile olmak, hem bu dünyada hem ebedi hayatta. Hayali gibi görünen, aslında kodlarında çok derin inanç ve fikir barındıran ama elbette uygulaması çok zor olan yaklaşım yerine şartların da dayatmasıyla “bizden olanlar ve olmayanlar”, “sadıklar ve hainler” vb tasniflerle “daralmalar” yaşadık ve “kuşatıcılık”tan uzaklaştık.

Yukarda atıfta bulunduğum zihinsel, duygusal ve çevresel “daralma” konusuna girmeyeceğim daha önce ayrı bir yazıda yazdığım için ama konumuz gereği kuşatıcılığı biraz açayım;

Rusya-Ukrayna savaşındaki dış politikamızla ilgili beğeni araştırmalarında yüzde sekseni aşan beğeninin sebebini doğru anlamak gerekir. 28 Şubat’ta vatandaşımızın anlık somut çıktıya dönmese de daha sonraki siyasi süreçlere çok net rengini veren tutumunu, 15 Temmuz vb süreçlerdeki duruşunu doğru anlamak ve konumlamak gerekir. En yalın haliyle ifade edersek bu ülke insanının minimum “yüzde doksan”ının iki şeyle sorunu yok; Din-İman, Vatan-Millet. Bunlar en önemli ortak noktalar. Bir üçüncüsünü de geçenlerde bir dostum ekledi; Ekmek.

“Özbek aşı” meşhurdur. Aş (pilav) buluşmaları iyi günde, kötü günde, işte, eğlencede vb hayatın her aşamasında ortak paydadır. Ekmeğimiz, aşımız, emeğimiz de en önemli ortak paydamız. Onun içindir ki tüm politik yanlışlara ve manipülatif haberlere rağmen ülkemizdeki muhacirlere bakışımız halen gayet makuldür. Onun içindir ki ekmeğe/emeğe saygılıyız; zengin de olsak, fakir de olsak, mülteci de olsak ev sahibi de olsak. Onun içindir ki Din’e saygılıyız; ateist de olsak, dindar da olsak, arada da kalsak. Onun içindir ki Vatan’a saygılıyız; küskün de olsak, haksızlık da görsek, öfkeli de olsak. İçerdeyken ülkesini eleştireni görürsünüz ama eğer dışardayken eleştirmiyorsa hain değildir. Dinini hiç yaşamayanı görürsünüz ama eğer dine saygısızlık yapmıyorsa kafir diyemezsiniz. Ekmeği için yanlış yapıyorsa ama kimsenin malını gasp etmiyorsa ya da kimsenin ekmeği ile oynamıyorsa millet düşmanı diyemezsiniz.

Gelelim tekrar konuya; işte o Rusya-Ukrayna savaşındaki dış politikamızı yüzde seksen üstünde beğenenler vatan-millet ile sorunu olmayan insanlarımız. En uç parti olarak bilinen partilerin bile minimum yüzde otuzu dış politikadaki bu yaklaşımı doğru bulmuşsa son can alıcı soruyu soralım; peki dış politikadaki bu takdirin sebebi nedir?

Sorunun cevabının kapsamlı bilimsel analizini uzmanlarına bırakarak, sık sık dışarıdan bakma fırsatı olan biri olarak hap gibi yazayım; dışarıda “kuşatıcılık”, “gönüllülük”, “özgünlük” ve “faydalılık” çerçevesinde meselelere yaklaşıldığı için kredibilitesi artan bir ülke ve Sn Erdoğan söz konusu. Tüm devletlerle görüşerek ‘kuşatıcılık’, başta “gönül coğrafyası” olmak üzere ülkeler ve yöneticileriyle insani ilişkiler ve yardımlaşmalar ile ‘gönüllülük’, klasik uluslararası ilişkiler paradigmasını ezbere uygulamak yerine tarihi, kültürel, jeopolitik konumlanmaları da hesaba katmak suretiyle ‘özgünlük’, Türkiye’nin menfaatlerini hesaba katarak da ‘faydalılık’ esaslı dış politika uygulanıyor ve insanımızda da, dışarıda da bunun karşılığını görüyoruz. Dönemsel vize engellemelerine takılmadan, inip çıkan konjonktörel atışmalara prim vermeden baktığınızda halklar nezdinde, diğer ülkelerin işadamları, diplomatları, bürokratları ve siyasetçileri nezdinde de bunu görmeniz mümkün; bazen kızgınlıkla ve hasetle, bazen de muhabbetle. Sonuç itibariyle göz önünde olan ve çoğunlukla gözde olan bir Devletten ve Başkanından bahsetmek mümkün.

Yukarıdaki soru normal şartlarda son soruydu ama bir soru daha sorarak yazıyı bitirelim. Aslında bu soru değil, sorun; dış politikadaki kuşatıcılık neden iç politikaya yansıtılamıyor?

En kısa cevabı başlıktan hareketle verelim; çünkü “bize yüzde altı derler” direnciyle yola çıkan ve ama “yüzde doksan”a hitap eden ve de etmesi gereken bir topluluk şimdilerde “bize yüzde elli artı bir yeter” daralmasına hapsolmuş durumda. Bu cendereden acil olarak çıkılmak zorunda. Hemen aklınıza muhatap olarak siyasetçiler gelmesin ve kolay yoldan tüm yükü siyasetçilere boca etmeyin; sivil toplumdan kanaat önderine, işadamından bürokrata, diplomattan akademisyene, iktidardan muhalefete kadar bu ülkede Din-Vatan-Ekmek derdi olan herkesin ufuk pencerelerini yeniden açma zorunluluğu ve sorumluluğu var. Din de Vatan da Ekmek de ancak ortak yaşamla mümkün olur. Ortak yaşam ise Müslüman, laik, liberal, sol, sağ, Türk, Kürt, Arap, Alevi, Sünni, fakir, zengin vb ülkemizin tüm kimlik ve hallerine hamilik yaparak sağlanır.

Onun içindir ki ısrarla Türkiye İttifakı’na çalışmamız gerektiğine inanıyorum seçim ittifakımızın adı ne olursa olsun. Onun içindir ki ısrarla “bize yüzde doksan derler” ufkuna açılmayı savunuyorum, ülkemizden cihana açılan bir vizyonla. Bu kadar basit mi? Evet, bu ufka yönelir ve vizyonun gereğini yaparsak bu kadar basit! Ama tabi ki inanarak, kararlılıkla ve zamanla. Detayı, alt başlıkları, maddeleri, raporları, projeksiyonları yok mu? Elbette var! Onu da profesyoneller çalışsın! 🙂

Okumaya devam et
Yazı

GÜNDEMİN AYARTICILIĞI

2022-2023 yılları, siyasi ve ekonomik gündemin yoğunluğu/belirleyiciliği ile geçecek gibi görünüyor. Siyaset ve ekonomi, diğer tüm alanları etkilediği ve yönlendirdiği için diğer alanlar da bu iki gündemle kurdukları ilişkiye göre verimlilik ya da verimsizlik yaşayacaklardır…

Tabii ki gündemi takip etmek herkes için gerekli. Ama takip yöntemleri farklı; kimi sıcak (anlık/günlük) gündemi takip eder, kimi haftalık, kimiyse aylık veya yıllık. Herkesin cümbür cemaat günübirlik olaylara kilitlendiği toplumlarda bugünümüz de geleceğimiz de sağlıklı inşa edilemez…

Herkesin sıcak gündemi aynı derecede ve aynı şekilde takip etmesi beklenmez ve esasında doğru da değil. Örneğin medya mensubu anlık, siyasetçi ise günlük takip eder gündemi. Akademisyenin ve STK’cinin her gün gündemle hemhal olması ise faydadan çok zarar getirir…

İş adamlarının ise (para piyasaları vb. değişken durumlar hariç) anlık seyirlerden çok etkilenmemeleri işlerinin istikrarı açısından daha önemlidir. Hemen aklınıza olağanüstü durumlar gelecek, merak etmeyin; acil ve olağanüstü durumlardan ilgili herkes zaten haberdar olur ve imkanı/ufku ölçüsünde gereğini yapar…

Mütefekkirlerin, sanatçıların, manevi önderlerin ise günübirlik olandan uzak durmaları makbuldür. Çünkü onlar sadece bugünü/ânı görmez ve yaşamazlar. Asırlardan süzülüp gelir, bugünü anlar, gelecek asırlara bakar ve çözüm sunarlar, yakın zamanda kaybettiğimiz Sezai Karakoç gibi…

Bildim bileli ülkemde her seçim “çok önemli” ve özellikle siyasetçiler için her seçim “hayat-memat meselesi.” 80’li 90’lı yılları da yakından müşahede etmiştim, değişen pek bir şey yok; o zaman da her seçim “tarihi seçim” olurdu ve bir türlü normal bir seçim geçiremezdik..

Her seçim siyasetçiler için elbette “en önemli seçim”dir ve bu gayet de normaldir. Her birimizin siyasi tercihi var ama hepimiz siyasetçi değiliz. Bulunduğumuz alanı (bürokrasi, STK, akademi, iş dünyası, kültür, sanat, spor…) ve o alanın gündemini “en önemli iş” olarak görmediğimiz sürece topyekün güncel tartışmalara mahkum oluruz…

Gelin 2022 ve 2023 için herkes kendi alanıyla ilgili plan, program, hedef ve strateji belirlesin ve ona göre yol haritasını ortaya koyarak çalışmalarına odaklansın, derinleşsin. Günler gelip geçer; polemiklerin, tarafgirliklerin, karşıtlıkların, hizipleşmelerin, gerginliklerin gelip geçtiği gibi. Geriye ne mi kalır?

Geriye güncel tartışmalarımız ve günübirlik çekişmelerimiz değil, aşağıdaki Hadis-i Şerif’teki evrensel mesaj kalır;
“Sevdiğini ölçülü sev, belki ona bir gün buğz (nefret) edersin. Buğz ettiğine de ölçülü buğz et. Olur ki bir gün onu seversin.” (Buhari)

Okumaya devam et
Yazı

HOCA, MÜRŞİT VE MÜTEFEKKİRLERİN POPÜLİZMİ

Hepimiz gibi “hocalar”, “mürşitler” ve “mütefekkirler” de imtihanda. Maalesef çoğu bu imtihan süreçlerini (en azından dönemsel olarak) unvanlarına ve alanlarına yakışır şekilde sürdüremiyor…

Benim tanıdığım hocalar, mürşitler ve mütefekkirler; deniz feneri gibiydiler. Sabırla ve kararlılıkla duruşlarını korur; dalgaya, rüzgara, fırtınaya göre pozisyon almaz, her halükarda olması gereken yerde dururlardı. Boyunlarını eğmez, gelip geçene aldırmaz, değer verilip verilmediğine bakmaz, geçen her geminin istikametini belirleyeceği şekilde fenerini tutmaya devam ederlerdi. Işığı önemseyen yolunu bulur, aldırmayan ise rotasızlığın savruluşunu yaşar ve ceremesini çekerdi…

Şimdilerde hocalarımız, mürşitlerimiz, mütefekkirlerimiz asırlarca yol gösterecek ışık olmak yerine yanıp sönen alevleri tercih eder oldular. Çoğu zaman alevin doğallığı bile yok, maytap ışığı gibi geçici aydınlık peşindeler sanki…

Özellikle sosyal medyanın cazibesi ve siyasetin güncel/kısayollu imkanları, bize yol göstermesi gereken hocaları, mürşitleri ve mütefekkirleri popülizmin şehvetine gark etti adeta. Ortalama bir insandan daha fazla twit atan, ‘neden daha çok beğeni almıyorum’ diye müntesiplerine kızan, ilim meclislerinde tartışılması gereken tali konuları youtube’da tartışan, TV ekranlarının ışıltısına meyleden, her konuda yorum yapan, tarafgirler ve karşıtlar kategorisine hapsolan hocalar, mürşitler ve mütefekkirler türedi…

Benim tanıdığım hocalar, mürşitler ve mütefekkirler; küçük hesaplar ve kavgalar, basit adamlar ve olaylar, kısır tartışmalar ve çekişmeler, kısa vadeli işler ve hedefler ile uğraşmazlardı. Bir insanı daha nasıl kurtarabilirim, bir kişinin daha cennete girmesine vesile olabilir miyim, bir harf daha öğretebilir miyim, bir iyilik daha yapabilir miyim, bir kalp daha onarabilir miyim, bir marufu yayıp bir münkeri daha nasıl engelleyebilirim diye çabalarlardı…

Benim tanıdığım hocalar, mürşitler ve mütefekkirler; on yıl sonra ülkenin ve ümmetin hali nice olacak derdinin de ötesine geçip bir asır sonra, beş asır sonra ülkemin ve ümmetimin ve hatta cihanın geleceğine nasıl katkı sunabilirim, birkaç asır sonrasında nasıl bir medeniyet teşekkül edecek, sanattan mimariye, fikirden amele, ahlaktan maneviyata, iktisattan siyasete tüm dünyaya ne sözümüz olacak diye çırpınırlardı. Geceleri bu dertle ağlar, dua eder; gündüzleri bu dertle çabalarlardı…

Benim tanıdığım hocalar, mürşitler ve mütefekkirler; görünüşü, gösterişi, şovu, kibri, reklamı, pr’ı, kalabalığı, maaşı, parayı-pulu, iltifatı, makamı, unvanı, hatta ödülü ve aklınıza gelen her türlü ayartıcılığı ellerinin tersiyle iterlerdi. Televizyona ‘çıkmamak’ için kırk takla atar, ödül törenlerine ve protokollere katılmamak için köşe bucak kaçar, fotoğraf ya da kamera görünce büzülüp görünmez olur, iltifat edilince utanıp yüzü kızarır, olmadı oradan uzaklaşırlardı…

Benim tanıdığım hocalar, mürşitler ve mütefekkirler; tevazuyu, sekineti, az kelamı, az yemeyi, az uyumayı, kanaatkarlığı, dertlenmeyi, duayı, kalbi, ruhu, hasbihali, muhabbeti önemserlerdi. Rahmetli babamdan da şahit olduğum gibi bir (sayıyla 1) adet öğrenci (talip) için tüm hayat programlarını değiştirir, arınmak isteyen veya sokaktan geçen herhangi bir insan için tüm zamanlarıyla ve arzularıyla seferber olur, fikir çilesi çeken bir araştırmacı için kütüphaneler devirirlerdi. Karşılarına çıkan her bir kişinin, olur ya belki de ‘cennetine vesile’ olacağına inanır, onu kaybetmemek için sahabeler gibi ‘sanki başının üstünde kuş varmış ve en ufak bir harekette uçacakmış’ hassasiyetiyle muamele ederlerdi. Kaybetmek, reddetmek, tüketmek, dışlamak üzere değil; kazanmak, bağrına basmak, inşa etmek, kuşatmak üzere hareket ederlerdi…

Benim tanıdığım hocalar, mürşitler ve mütefekkirler; işletmeci gibi davranmaz ama medreselerinde, tekkelerinde, ocaklarında her şey tıkır tıkır işlerdi. Kim neyi nasıl yapar anlayamazdınız. Adeta her şey kendiliğinden olurdu. Finansçı gibi davranmazlardı ama her zaman içilecek bir çay ya da çorba olur, her gelen mutlaka bir ikramla geri dönerdi. Medyacı gibi değillerdi ama alimin ilmi, mürşidin irşadı, mütefekkirin fikri mutlaka ilgilisine ulaşır, en ilkel yöntemlerle bile ülkenin kışlaklarına, dağlarındaki çobanlarına, hatta saraylardaki yöneticilere ulaşır ve tesir ederdi. Savaşçı değillerdi ama en azılı düşmanlar, en güçlü ordular, en karizmatik liderler bile onları yenemez, onlara diz çöktüremezdi. Ve çoğu zaman o manevi güçlerini ve duruşlarını takdir ederek gelip önlerinde diz çöker; istişare eder, dua ister ve vizyon kazanırlardı…

Benim tanıdığım hocalar, mürşitler ve mütefekkirler; Sühreverdi gibi devlet görevlerinden, makamlarından, kurumlarından ve yetkililerinden, günübirlik siyasetten, ekipçilikten, grupçuluktan, şuculuktan-buculuktan uzak dururlardı. İmam Azam gibi hak ve adalet uğruna serden geçerlerdi. Particilik, mezhepçilik, meşrepçilik, ırkçılık, kavmiyetçilik yapmazlardı. Tüm insanlığa ilişkin, hatta tüm varlıklara ilişkin dertleri olurdu. Tarafgirlikleri sadece Hakk’a ve hakikate, karşıtlıkları ise sadece zulme ve münkere idi. En zor şartlarda da en konforlu dönemlerde de asaletlerinden asla taviz vermez, hiç kimseye minnet etmezlerdi…

Okumaya devam et
Yazı

YÜRÜYÜŞ ÇOK ŞEYDİR

Yürüyüşü sadece yürümekten ibaret görmüyorum. Yürüyüş uzun bir yola çıkmaktır. Yolda olmak ve yol almaktır. Bazen denizde yol alırsınız, bazen karada; bazen havada yol alırsınız bazen de bir bineğin üstünde; at olur, motor olur, araba ya da bisiklet olur.

Triatlon yürümenin üç halini barındırır; yüzerek, binerek ve koşarak yol alırsınız. Yürüyüşünüz bu her üç halde de kendinizedir. Peygamber (sav)’in “Evlatlarınıza yüzmeyi, binmeyi ve atıcılığı öğretin!” buyruğunun kısmi tecessümüdür.

Ahmet Yüksel Özemre’nin hayatını okurken Pentatlon ile (yüzme, atıcılık, eskrim, binicilik, koşu) yaptığını okuyunca çok şaşırmıştım ve Peygamberimiz (sav)’in “atıcılık” tavsiyesinin dahil edilmesine sevinmiş, bundan cesaret almıştım.12 Eylül 2021’de Dünyada ilk defa düzenlenecek olan Boğaziçi Kıtalararası Triatlon Yarışması’nı duyunca bir anda katılmaya karar vermiştim. Çok da hazırlıklı değildim. Özellikle bisiklet kısmında zayıf olmam beni endişelendirmişti ama yarış günü başlayıp gayret edince birkaç aksiliğe rağmen tüm etapları tamamlamak nasip oldu.

Hayatımızın bir yürüyüşten ibaret olduğuna hep inandım. Yürümenin de püf noktasının başlamak olduğuna. Başlayınca, adım atınca, yola çıkınca, kapıdan çıkınca yürümüş oluyorsunuz. Yürüdükçe yol alıyorsunuz. Yol aldıkça yürüyüşün ne çok şey olduğunu fark ediyorsunuz.

Boğaz’da yüzerken denizin karartısında korkuyu, sualtı yaşamında farklılığı, su üstündeki dalgalar ve akıntıda sonsuzluğu yaşıyorsunuz. Bisikletle köprüleri geçerken kıtaların birleşmesini, hızlanırken hayatın kısalığını, yavaşlarken tefekkürü yaşıyorsunuz. Beykoz’da sahilde koşarken tarihi yaşıyor, sabah yeni dükkanını açmış esnafla selamlaşırken bereketi hissediyor, doğanın güzelliğini görürken de şükrü yaşıyorsunuz.

Eğer acımasız yarış modunda değilsek, keyfimizce yürüyorsak, aslında yürüyüşlerimizde bütün boyutlarıyla hayatı müşahede etmiş oluyoruz. Hayatı indi boyutlarıyla yaşamak, edilgen yaşamak, tüketerek yaşamak bizi kendimizden uzaklaştırıyor. Suyla, havayla, toprakla buluştuğumuzda hayatın bizim ürettiklerimizden ibaret olmadığını fark ediyoruz, haddimizi bilmeye başlıyoruz.

Yürüyüş suyun azizliğini, havanın nimetini, toprağın bereketini hatırlatır bize. Yürüdükçe kendimiz dışındaki yaşamlara ve alanlara daha saygılı olmaya başlarız. İnsanlığın özellikle son yüzyıllardaki hoyratlığından ibaret olmayan bir kainatın varlığını hissederiz. Çünkü yürüyüş düşünmektir, anlamaktır, keşfetmektir. Çünkü yürüyüş çabalamaktır, yaşamaktır, yaşatmaktır.

Yüzerek, binerek, koşarak ve atarak aslında vücudumuzun tüm sınırlarını, sinirlerini, kaslarını, hislerini harekete geçirmiş oluyoruz. Allah’ın yarattığı her bir hücrenin kıymetini ve geliştirilmesi gerektiğini kavrıyoruz.

Hareketin bereketini yaşıyoruz. Durağanlığın, tembelliğin, pasifliğin aslında tüketmek olduğunu, emanete hürmetsizlik olduğunu anlıyoruz. Bedenimizi, ruhumuzu ve zihnimizi aynı anda devreye sokuyoruz. Bir bakıma bütün yönlerimizle insan olmuş oluyoruz, tamı tamına insan olmuş oluyoruz. Bütün yönleriyle insan. Fizik ve metafizik boyutuyla insan. Dipdiri insan. Dağların kaldırmaya cesaret edemediği ağır emaneti omuzlayabilecek güçte insan.

Yürüyüş çok şeydir. Her çabamız bir yürüyüştür. Yeter ki besmele çekerek adım atalım. Yeter ki seher vakti yola çıkalım. Yeter ki yol almanın gerekliliğine inanalım. Göreceksiniz ki yolumuz da aydınlanacak, istikametimiz de kavileşecek, en şerefli mahluk olarak, irademizle çok şey yapmış olacağız.

Okumaya devam et
Yazı

Sosyal medyada koruyucu önlemler

Sosyal medyada (ve aslında hayatta) koruyucu önlemler;
Her yaptığını gösterme!
Her konuya girme!
Olduğundan daha güzel/yakışıklı görünme!
Olduğundan daha sert/yumuşak görünme!
Olduğundan daha dindar bile görünme!

Her yazılana inanma!
Her izlediğine de inanma!
Kişinin bir paylaşımıyla değil, tüm hayatıyla/paylaşımıyla değerlendirme yap!
Usül ve üslubu ihmal etme!
Her yediğini ve her seyahatini paylaşma!
Perde arkasında olması gerekeni de paylaşma!

Yazının uçup gitmeyeceğini, bir gün mutlaka karşına çıkacağını unutma!
10 yıl sonra karşına çıktığında mahcup olabileceğin şeyi paylaşma!
Yazdıklarının en nihayetinde rûz-i mahşerde karşına çıkacağını bil!
İnsanları olumlu/olumsuz etkilediğini bil!
Hayra motor, şerre fren ol!

Soyal medyada ispiyonculuk yapma!
Ekran görüntülerini bir yerlere servis edip durma!
İlerde aleyhte kullanacağın kayıt tutma!
Belden aşağı vurma!
Gıybet yapma!
Tecessüs etme!
Fazla meraklı da olma!

Fitneye ya da yanlış anlaşılmalara sebebiyet verecek paylaşımlar yapma!
Paylaşımının varacağı yeri öngör!
Kırk düşün bir yaz!
Gaza gelerek hareket etme!
Toplumun, ülkenin, insanlığın maslahatını merkeze al!
Kendinin ve yakınlarının itibarını iki kelimeye kurban etme!

Paylaşımların yıkıcı değil, yapıcı olsun!
Dağıtıcı değil, toparlayıcı olsun!
Kirletici değil, temizleyici olsun!
Karamsarlık değil, umut aşılasın!
Nemelazımcılık değil, sorumluluk taşısın!
Bedbinlik değil, aşk taşısın!

Az beğenilse de hayatın güzelliklerini paylaş!
Savaştan çok, barışı paylaş!
Felaketten çok, imarı paylaş!
Kaosu değil, ahengi paylaş!
Fesadı değil, toparlanmayı paylaş!
Nefreti değil, kardeşliği paylaş!

Sosyal medya, adından da anlaşılacağı gibi toplumsal boyutu olan bir mecra;
Gerekleri ve sorumlulukları var,
Riskleri/güzellikleri var,
Bir imtihan mecrası yani…
Bu mecrada yürürken;
Kendin ol!
Başkasına özenme!
Gösteri(ş)den uzak dur!
Kendin dışındakilerin varlığını yok sayma!

Yine bu mecrada;
Bir insanı daha nasıl kazanabileceğini düşün!
Tersinden, bir insanı nasıl olur da kaybetmeyeceğine odaklan!
Kabe’ye benzetilen insan kalbini kırmamaya azami gayret göster!
Ailene, şehrine, ülkene, bütün bir insanlığa/canlılara nasıl katkıda bulunabileceğine bak!

Ebedi olanı, anlık/konjonktürel olana kurban etme!
Başkasının hukuğuna en az kendi hukuğun kadar dikkat et!
Partinin, mezhebinin, meşrebinin anlatıcısı ol ama tetikçisi/trolü olma!
Takipçilerinin bir gün mutlaka senin gerçek yüzünü fark edeceğini unutma!

Ez-cümle Sevgili Dostum!
Sen sen ol;
İki dünya saadetini, iki satır/foto/videoya kurban etme!
İstikamet üzere ol!
Temiz kal!
Adil ol!
Kavga/karmaşa yerine insanları ve hayatı sevmeye odaklan!
Hesap gününden de kork!
Gerisi elbet gelir;
Huzur da gelir,
Paylaşım da,
Beğeni de…

Okumaya devam et
Yazı

UMUT

Tolstoy’un “İnsan Neyle Yaşar” kitabını okuduğumda iyi olmak, iyilik yapmak, güzelliğin peşinde olmak gibi olumlu hasletlerin umudu yeşerttiğini, umudun da bu olumlu hasletleri beslediğini düşünmüştüm…

Umut, hayata dair beklentisi ve iddiası olmak demektir. Karamsarlık ise nemelazımcılığa, bencilliğe, hırsa karşılık gelir. Hernekadar hırsın, umutla ilişkili olduğu düşünülse de sonuçları itibariyle hırs, tatminsizlik ve karamsarlıktır…

Tersi olan “ümitsizlik” hakkında daha önce kısa bir yazı yazmış ve “Son dönemlerde yazarlar, düşünce adamları ve kanaat önderleri kamuoyunda paylaştıkları yazı ve düşüncelerde ümitsizliğe götürecek değerlendirmeler yapıyorlar” demiştim;

Son paylaşımlarımdan birinin umutsuzluk şeklinde algılanabileceğini bir dostum hatırlattığında umuda yeniden vurgu yapma ihtiyacı hissettim. Bulunduğum ortamlarda/kurumlarda “Abi nasıl bu denli umutlu olabiliyorsun?” sorularına maruz kalmış ve yer yer polyannacılıkla suçlanmış biri olarak 🙂

Öncü olması gerekenlerin umuttan uzaklaşmaları hayata tekdüze bakmaya başlamamızla yakından ilgili. Tarihin akışını ve bulunduğumuz evreyi bütün yönleriyle değerlendirdiğimizde, bu güne kadar katettiğimiz mesafeleri göz önünde bulundurduğumuzda umutla dolmamak mümkün değil…

Katedilen mesafeler kadar, elde edilen kazanımlar kadar bulunduğumuz zamanda ve zeminde kendimize, içinde yaşadığımız topluma ve ideal anlamda bütün insanlığa/aleme ne katabiliriz kaygısı ve çabasıdır bizi umutlu kılan…

Umudu “fakirin ekmeği” diyerek değersizleştirmeye çalışmak bizi insan olmaklığımızdan kaynaklanan değerlerden uzaklaştırır. Umut, ekonomik durumumuzun, statülerimizin, kimliklerimizin ve güncel meselelerin ötesinde, hayata nasıl baktığımızla ve inançla ilgilidir…

Umut, sıradanlığa teslim olmayıp özgün olmaya çalışmanın adıdır.
Umut, yıkmak yerine inşa etmenin ve dağıtmak yerine toparlamanın adıdır. Umut, konjonktürün ve tahakkümcü anlayışların dayatmasına teslim olmayıp yol bulmak veya yol açmaktır.
Umut, tüketiciliğin ve konformizmin hoyratlığı yerine yaşama bir şeyler katma ve kazandırma çabası içinde olmaktır.
Umut, hayatı geçmişi ve geleceğiyle birlikte görebilmek, tek bir boyuttan değil bütün yönleriyle değerlendirebilmek ve hayata bir şeyler katma mücadelesi içerisinde olmaktır.
Yangınların her tarafı sardığı bir dönemde elbette umut; söndürmek ve sarmak demektir. Dindirmek, sulamak ve yeşertmek demektir…

Maraton koşarken arkadaşlarımızla “Umut Hayattır” mottosunu kullanmıştık. Şimdi başka bir açıdan bakarak “Hayat Umuttur” da diyebiliriz…

Okumaya devam et
Yazı

YUKARIDAN AŞAĞIYA DEĞİŞİM OLUR MU?

Son iki-üç asırda Batı özentisi şeklinde cereyan eden değişim hamleleri bizi kendimizden uzaklaştırdı. 20.yy’ın ikinci yarısından itibaren köklerimize yaslanmak isteyen yeni bir değişim dalgası oluştu. Dip dalga şeklindeki bu çaba aşama aşama önce eğitim, sonra sosyal ve iktisadi alanda, en son da siyasi alanda etkili ve görünür hale geldi.

18.yy’da algısal olarak kendini göstermeye başlayan, 19.yy’da ise biçimsel ve yüzeysel olarak tezahür eden Batıcı değişim dalgası, Avrupa’ya tahsile giden gençlerin dönüşü ve Osmanlı’nın mevzi kaybetmesiyle birlikte daha sert bir şekilde gün yüzüne çıktı. Jön-Türkler’den İttihat-Terakki’ye ve Cumhuriyet’e uzanan aşamada özentiyle başlayan ve bir tür kopyala-yapıştır yöntemiyle uygulanan Batıcılık, başat ideoloji olarak neredeyse hayatın tüm alanlarında kendini gösterdi.

Dilden kıyafete, sanattan düşünceye, ekonomik hayattan siyasi-sosyal hayata kadar neredeyse tüm kurumlar ve içerikler Batıdan alınan bilgi ve uygulamalarla şekillendirilmeye çalışıldı. Köklerden tamamen kopmak üzerine kurgulanmış olan devrimci Batıcı ekol belli ölçülerde başarılı olsa da dikilen gömleğin bünyeye uymadığı özellikle 20.yy’ın ikinci yarısından itibaren anlaşılmaya başlandı.

Mehmet Akif Ersoy ve Sebillüreşad çizgisinin “Asım’ın Nesli”, Nurettin Topçu’nun “Hareket”, Necip Fazıl Kısakürek’in “Büyük Doğu”, Sezai Karakoç’un “Diriliş”, Necmettin Erbakan’ın “Milli Görüş”, Recep Tayyip Erdoğan’ın “Muhafazakâr/Dindar Nesil” diye adlandırdığı, Nurculuk, Süleymancılık, Nakşibendilik gibi ekoller yanında şahıs, eser, cemaat ya da tarikatlardan hareketle de süregelen çabalar; köklerinden koparılmak istenmiş neslin yeniden kendine gelmesine, toparlanmasına, talepte bulunmasına, harekete geçmesine ve hayatın hemen tüm alanlarında kendini göstermesine yol açtı.

Tüm bu çabaların devamı mahiyetinde, kendini göstermenin sembolik hedefi sayılabilecek bürokrasi, iş dünyası, medya, akademi vb alanlardan sonra en görünür alan olan siyasette; hedefe ulaşmayı Erbakan, hedefte tutunmayı ise Erdoğan başarmış oldu.

50’lerden itibaren farklı aşamalarla ve hep “aşağıdan yukarıya” devam eden değişim çabasının ve hareketliliğin en önemli hedeflerinden biri “iktidar olmak”tı. Çünkü ancak iktidar olunduğu takdirde gerçek anlamda değişim yaşanabilecek ve belki daha önemlisi ‘kısa yoldan’ neticeye varılmış olunacaktı. Mütedeyyin kitlenin tırnaklarıyla kazıyarak elde ettikleri kazanımlar, çoğunlukla darbeler aracılığıyla gerçekleşen iktidar değişimleriyle engelleniyor, tüm emekler boşa gitmiş gibi görünüyordu. Örneğin eğitim alanındaki değişimin lokomotifini oluşturan İmam Hatip okulları neredeyse son 70 yıllık siyasi tarihimizin özeti gibi ancak iniş ve çıkışlarla ilerleyebiliyordu. Partilerin kapatılması, vakıf ve derneklerin maruz kaldıkları da bunun benzer yansımalarıydı.

“İktidar olmak” hedefinin öncüsü Erbakan oldu ve beş defa partisi kapatılmasına rağmen altıncı kez parti kurdu ve iktidar olduğu takdirde hayatın tüm alanlarında bir dokunuşla çok şeyi değiştirebileceğini söyledi. Rektörlerin başörtüsü mağdurlarına selam duracağı, iktidara geldikleri günün hemen ertesinde faizlerin kaldırılacağı vb söylemler iktidar olmanın, kısa yoldan ülkenin köklerine dönmesinin aracı olduğu mesajını içeriyordu.

Erbakan başta ekonomi olmak üzere birçok alanda pratik ve olumlu adımlar atmış olmasına rağmen içerden ve dışardan güç merkezlerinin çabasıyla kısa sürede iktidardan edildi. Erdoğan ise on yılların birikimiyle oluşmuş, aşağıdan yukarıya ilmek ilmek dokunmuş değişim dalgasını arkasına alarak, içerden ve dışardan güç merkezleriyle Erbakan’dan daha farklı ilişki yöntemi geliştirerek iktidara geldi fakat bir süre sonra aynı güç merkezleri Erdoğan’ı da iktidardan düşürmeye çalıştılar. Erdoğan ise her defasında farklı hamlelerle iktidarda tutunmayı başardı ve bugünlere, iktidarını güçlendirerek gelmiş oldu.

Mütedeyyin kitlenin aşağıdan yukarıya doğru zorlayarak adım adım emek verdiği ve bedelini de ödediği “iktidar olmak” arzusu şekil şartları itibariyle gerçekleşmiş oldu ama tam olarak “iktidar olundu mu?” konusu tartışılmaya devam etmektedir. Başta Erdoğan olmak üzere birçok kişinin kültür, sanat, fikir, eğitim vb alanlarda iktidar olunmadığını söylemesi bu konudaki tartışmaları derinleştirmemizi gerektirmektedir.

Dini hassasiyetle bu mücadeleyi veren insanların merkeze aldığı konu, dağılmış ve bozulmuş toplumun değişimiydi, iktidar olmak ise bunun gereği ve aracıydı ama kesinlikle amacı olmayacaktı. Ebedi bir hayata inanan, geçmişle irtibatını koparmamaya çalışan bu nesil, dünden yarına devam edecek olan tarih serüveninde sorumluluğunu yerine getirip hayatın her alanındaki münkeri en kısa yoldan, en hızlı şekilde engellemeyi arzuladı. Bir süre sonra araç amaç haline gelmeye başladı ve 50’lerden itibaren fert fert çalışma yapan bu nesil, iktidar aracılığıyla adeta bir düğmeye basarak, bir kanun yaparak, bir talimat vererek toplumun kitleler halinde değişeceğini düşündü. Yöntem olarak, “on yılda on milyon insan” yaratmaya çalışan Batılılaşma serüvenimizdeki gibi yukarıdan aşağıya kanunla ve otoriteyle toplumu değiştirme yöntemi cazip gelmeye başladı.

2010’larda, Anayasa Mahkemesi vb kurumların sorun çıkarttıkları, bu tip kurumlarda değişim olması gerektiği ve “daha güçlü şekilde iktidara gelinmesi gerektiği” argümanlarıyla seçim çalışmaları yapılırken bir sohbetimizde Abdurrahman Arslan; “Dindarların %70-80’le iktidara gelmesini istiyorum” demiş ve gerekçe olarak da “Anayasa Mahkemesi dahil tüm kurum ve kuruluşlar mütedeyyin insanlarca bir an önce yönetilmeli ki ‘asıl mesele’nin iktidar olmak ve kurumları yönetmek olmadığını bir an önce anlayalım”.

“Asıl mesele”nin ne olduğu konusu iktidar süreçlerinde hep yüzümüze çarptı. Ama çoğu zaman bu sorgulamadan kaçtık. İktidar olmanın konforu, kısa yoldan sorunları çözme tatmini, iktidarı engellemeye dönük hamleler gibi daha önemli/acil gibi görünen hususlar asıl meselenin enine boyuna tartışılmasına imkan vermedi. Bu konuyu dillendirenler de genel olarak sorunlu görüldü. Çünkü gayet güzel yürüdüğü düşünülen bir gidişat vardı ve buna eleştiri getirmek iyi niyetle izah edilemezdi.

Böylece son yirmi yılda neredeyse tüm kurum ve kuruluşlarda etkili olundu, büyük ölçüde istenilen isimler yönetici yapıldı, kanun ve mevzuatlarında değişiklikler yapıldı ama “iktidar olmak” konusu hala tartışılmaya devam etmektedir. Erdoğan’ın “kültürel iktidar olamadık” söylemi bunun en sembolik yansımasıdır. Özellikle yerel seçimlerde İstanbul’da ikinci kez seçim yapılmasına rağmen ve her türlü yönetim ve teknik imkana sahip olunmasına rağmen seçimin açık ara kaybedilmiş olması “iktidar olma”nın ne demek olduğunu tekrar düşünmeyi elzem kılmaktadır.

28 Şubat’ın ağır baskısına ve travmasına rağmen yeniden ve hızlıca toparlanabilmek, aşağıdaki değişim dalgasının tüm kılcal damarlara nüfuz etmiş olmasıyla mümkün oldu ve yeniden iktidara gelmenin sağlam zeminini oluşturdu. Kanaatimce değişim hep aşağıdan yukarıya olmalıdır. Yukarıdan aşağıya değişim yapmak yerine yukarının görevi, aşağıdan yürüyen değişim dalgasını doğru anlamak, onu desteklemek, önündeki engelleri kaldırmak ve kısa vadede aleyhine gibi görünse de aşağıdan yukarıya devam eden değişim dalgasına müdahale etmemek, onu değersizleştirmemek, mecrasından çıkarmamak, niteliğine halel getirecek görünümlere fırsat vermemektir.

On yıllardır hedeflenmiş olan iktidar olma arzusu; iktidar, siyaset, otorite, bürokrasi, istihbarat, emniyet vb mekanizmaların hiyerarşik olarak üstte konumlanmasına sebebiyet vermiş, bu mekanizmaların bir dokunuşuyla toplumsal değişimlerin gerçekleşebileceği yanılgısını doğurmuştur. Özellikle çok oyla ve güçlü şekilde iktidar olunduğunda bu yanılgı daha da artmış, uzun yıllar dışlanmış olan mütedeyyin kitlenin birikmiş toplumsal kredisi de bu yanılgıya katkı sunmuş ve bu kervanın bu şekilde ilerleyebileceği zannedilmiştir.

Geldiğimiz noktada diyebiliriz ki; çok önemli adımlar atılmış, merhaleler kat edilmiş olmasına rağmen, yukarıdan aşağıya çabalara rağmen istenen değişimler tam olarak gerçekleşememiştir. Nicel olarak yaşanan ve daha çok başörtüsü, din eğitimi ve bazı semboller üzerinden görünür olan değişimin detayına inildiğinde ve kılcal damarlar incelendiğinde bir çok handikap içerdiği ve bu şekilde devam edildiği takdirde yukarıdan aşağıya değişimin normal değişim seyrini bile olumsuz etkileyebileceği görülmektedir.

Üniversitelerde istenilen şekilde rektör atanmasına rağmen, liselerde makul sayılabilecek müdürler olmasına rağmen, bir çok kanuni düzenlemeye rağmen gençlerin farklı bakışlarının artması, mütedeyyin kitlenin düşünce kodları ve gelenekleriyle ilgili bir sorun değil, yöntemleriyle ilgili bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Başörtüsü ile yanlış bir eyleme katılan öğrenciyi kazanma çabası yerine, oradan uzaklaştırmak için en üst devlet mercilerinden ailesine veya hiyerarşisine talimat vermek suretiyle anlık olarak çözüm üretilebilir ama ‘asıl mesele’ çözülmüş olmaz. Uyuşturucuya bulaşmış bir gencin kurtulması yalnızca valilik ya da emniyet talimatlarıyla çözülmeye çalışılırsa kalıcı çözüm olmaz. Bir kişinin yanlış mecradan uzaklaştırılması artık, aşağıdan yukarıya değişimin öncüleri olması gereken sivil toplum kuruluşlarından çok “devlet otoritesi”nin görevi olarak görülmektedir. Bu yaklaşım o kadar ilerlemiştir ki; STK yöneticilerimiz de, kanaat önderlerimiz de, yardıma muhtaç herhangi bir kişiyi bile direkt ilgili devlet kurumlarına yönlendirerek sorumluluklarını yerine getirdiklerini düşünür hale gelmişlerdir.

Yukarıdan aşağıya değişimin tadını almış mütedeyyin kitle, bir asra yakındır mahrum bırakıldığı her işe ve alana iştahla saldırmakta, Talut’un ordularının yaptığı gibi kana kana o sudan içmekte ve geçmiş yılların kaybını telafi edercesine, devlet ve kamu imkânlarını emanet olarak görmenin ötesinde hak olarak telakki etmeye başlamaktadır. Bu da gittikçe aşağıdan yukarıya değişim çabalarını cazip olmaktan çıkarmakta, değersizleştirmekte ve bu yanılgıyla yukarıdan aşağıya mevzuların çözüleceği inancı hala pekişerek devam etmektedir.

Fert fert, ev ev, sokak sokak çalışma yapmış; kampüslerde, okullarda, çarşı ve pazarlarda, cami ve pavyonlarda her bir insan ile ilgilenerek bu günlere gelmiş dini hassasiyeti olan nesil, tek merkezden bir hutbe ile tebliğ yapmak, bir kanunla münkeri engellemek, polisiye tedbirlerle sapkınlıkları yok etmek, maddi imkan ve nicel artışlarla maarif davamızı kazanmak, projelerle kültürel iktidar olmak, talimatla seçim kazanmak gibi kolaycılığa hapsolmuş ve aşağıdan yukarıya değişimin elzem olduğunu ıskalamaya devam etmektedir.

Erbakan iktidar oldu ama tutunamadı, Erdoğan iktidar oldu ama tutundu. Ama asıl iktidar alanı olan kılcal damarlardaki kan dolaşımını yeniden harekete geçirmeden yapılan hamleler belki vücudu bir süre daha ayakta tutabilir ama önemli sarsıntıda devrilmesine engel olamaz. Her bir hücrenin, her bir damarın ve en önemlisi ‘asıl mesele’ sayılabilecek olan kalbin, ruhun, zihnin kıymetini bilerek hareket edip vücudun her bir bölgesindeki kan dolaşımını önemseyen ve bunu da mümkün olduğunca dışardan müdahalelerle değil doğal yöntemlerle devam ettiren yaklaşım için aşağıdan yukarıya değişimi tekrar tartışmaya değer. Sınıftaki bir öğrenciyi, pazardaki bir esnafı, en ücradaki bir köylüyü, varoştaki mahrumu, cami dibindeki mümini, dünyanın öbür ucundaki vatandaşını, unutulmuş engelliyi, hatta isyan etmiş, küsmüş, kızmış, “her türlü yanlışa bulaşmış her bir ferdi” önemseyen, değerli bulan bir anlayışa yeniden ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum.

Ancak “aşağı”sını yeniden ve gerçekten önemsediğimiz takdirde, son yarım asırdır almış olduğumuz mesafelerin kadrini kıymetini bilmiş oluruz. Bulunduğumuz iktidar merhalesini daha anlamlı hale getirmiş oluruz. Hayatın ve ‘asıl mesele’nin bugünden ve iktidar sürecinden ibaret olmadığını fark ederiz. Bu durumda iktidar da, maddiyat da, güç de, araçlar da değişime katkı sunan birer vesileye dönüşür. Değişimi engelleyen birer aygıta değil.

Halit Bekiroğlu

18.02.2021

Okumaya devam et
Yazı

Yürüyüş Çıkıştır

Hepimizin sınırları var. Doğuştan gelen sınırlar, sonradan çizdiğimiz sınırlar, dayatılan sınırlar, fark edemediğimiz sınırlar…

Yürümediğimizde sınırlarımızın farkına da varamayız. Aynı yerde dönüp dolaşırız. Çok daha hareketsiz isek dönüp dolaştığımızı bile fark edemeyiz. Ancak yürüyenler sınırlarının farkında olurlar, sınırlara dayanır ve onlarla yüzleşirler.

Her yürüyüş risk barındırır. Risk deyince hemen aklımıza korkulacak hususlar gelir ama aslında risk barındırmadığını zannettiğimiz yürüyüşsüzlük hali ise zaten bir tür yokluk ve ölüm halidir. Yürüyüş için harekete geçtiğimizde yüzleştiğimiz sınırlar da risk barındırır hem de azımsanmayacak riskler. Değil mi ki “hayatın kendisi risktir” demiş eskiler. Çünkü hayat her anlamıyla canlılık halidir, adeta her an yürüyüşe çağırır bizi.

Sınırlar çoğunlukla kendi ellerimizle çizdiğimiz sınırlardır. Bizi daraltan, insan olmamıza mugayir sınırlar. Yürüyerek dayandığımız sınırların çoğu aynı zamanda aşılması gereken sınırlardır. Bu yönüyle sınırları aşmak aslında çok güzeldir.

Sınırları zorlayanlar ancak çıkışa yol bulurlar. Tersinden cümleyi kurarsak, çıkış arayışında olanlar ancak sınırları zorlar. Hannibal’e atfedilen “ya bir yol bulacağız, ya bir yol açacağız” sözünü de bu çerçevede anlayabiliriz.

Yürüyüşe karar veren ve yürüyenler çıkış arayanlardır. Mevcut hale razı olmayanlardır. Yeni yollar, mekânlar, dünyalar için uğraşanlardır, soranlar ve sorgulayanlardır. Ve yürüdükçe sınıra dayanırlar. Sınır onları korkuttukça yeniden kuşanırlar umudu ve aşkı. Zorlandıkça sabırla tekrar tekrar yürürler, düşerek kalkarak yürürler. Sınırı ve ışığı fark ettikten sonra ya körelmişliğe, daralmışlığa mahkûmiyeti kabul edecekler ya da güneşe yolculuğu devam ettireceklerdir.

Kuşatılmışlığı yarıp çıkışa yönelmek için her adım atıldığında, risk de umut da artacaktır. Çıkışa yürüdükçe daha çok ter ve gözyaşı dökülecektir. Acılar ve yorgunluklar olacaktır. Ama her adım, çıkışa bir adım daha yaklaşmak demektir. Ve çıkışa yaklaşan her adım, arkadan yüzbinlerce adımın gelmesine müjde olacaktır.

O kadar çok sınırlarımız var ki! Dolayısıyla o kadar çok çıkışa ihtiyacımız var ki! Hangi birini sayayım bilmiyorum. Zihinsel sınırlarımız, bedensel ve ruhsal sınırlarımız, siyasal ve toplumsal sınırlarımız, hatta kutsal zannettiğimiz sınırlarımız… Bu kadar sınırı hangi arada çizdik kendimize? Bu kadar sınırı nasıl aşabiliriz?

Yürüyüşle tüm sınırlarımızı aşmanın startını vermiş oluruz. Her bir adım bizi yeni çıkışlara sürükleyecektir. Ummadığımız kapılar açılacak, aşılmaz zannettiğimiz engeller aşılacak, korku duvarları peyderpey yıkılacaktır. Bir tür “huruç harekatı” gibi tüm karanlıklar yarılıp ışık fark edilecektir. Işığı, güneşi fark edenler gerçek yürüyüşçülerdir. Kimse tutamaz onları, hiçbir barikat engelleyemez onları. Truman Show’daki gibi adeta.

Teknolojinin gelişimiyle birlikte her zamankinden daha fazla gerçeklikten uzaklaşma riski yaşıyoruz. Küresel ölçekte yaşanan sağlık, iklim, savaş, göç, ekonomi vb birçok, tek merkezli ve tek tip gelişme bizi daha çok edilgen yapıyor, daha çok sınırlıyor. Tüm bu engeller karşısında çıkış yapabilmek ve yapay sınırları aşabilmek için yürüyüşe ihtiyacımız var. Sabırla, kararlılıkla, yılmadan ve usanmadan yürüyemeye ihtiyacımız var. Tek merkezli ve tek tip sınırlara karşı çokça ve çok yönlü yürüyüşe ihtiyacımız var.

Ve yürüdükçe fark edeceğiz, fark ettikçe çıkış bulacağız, çıkış buldukça umutlanacağız, umutlandıkça da kazanacağız…

Okumaya devam et

Popular posts

DARALMA

DARALMA: Zihinsel, Duygusal, Çevresel Yaşadıklarımızdan olumlu ya da olumsuz etkileniyoruz. Bazen yaşama katkı sunuyoruz, bazen de yaşam bize… Tanıştığımız her bir kişi, yaşadığımız her bir hadise ve her bir...

YÜRÜYÜŞ OKUMADIR

Üç Alan

SAİD HALİM PAŞA’DA SİYASET AHLÂKI

Ahlak ve siyaset, düşünce tarihinin önemli iki konusu olarak günümüze kadar devam edegelmiştir. Bu iki kavram, bazen birbiriyle ilişkilendirilmiş bazen de müstakil olarak ele alınmıştır. İslam dininin ahlaka vurgu...