Önceki yazımda 20.yy’ın ilk çeyreğini “dağılma”, ikinci çeyreğini “içe kapanma”, üçüncü çeyreğini “toparlanma”, dördüncü çeyreğini “iktidara gelme” olarak tasnif...
Uzun süreli toplumsal değişimleri anlayabilmenin ve anlatabilmenin en pratik yöntemlerinden biri de dönemlere ayırmaktır. Bu yazıda özellikle dindar, muhafazakar,...
Mütedeyyin kadınlar, mütedeyyin erkeklerden daha mı fazla kontrolden çıkmış durumda? Bu soru bize, görünen/gösterilmek istenen meselenin, asıl meseleyi örtüp...
Önceki yazımda 20.yy’ın ilk çeyreğini “dağılma”, ikinci çeyreğini “içe kapanma”, üçüncü çeyreğini “toparlanma”, dördüncü çeyreğini “iktidara gelme” olarak tasnif etmiş ve 21.yy’ın ilk çeyreğini ise “iktidarda kalma” evresi olarak belirttikten sonra asıl meselenin ve zor olan kısmın önümüzdeki çeyreğe ilişkin öngörü olduğunu belirtmiştim.
Tabi ilk yazı Ankara’da şekillendiği için ikinci yazı için de Ankara’ya gitmek gerektiğini yazmıştım ama kader ikinci yazıyı, bir grup münevver dostla hasbihalimiz vesilesiyle İstanbul’da yazdırdı. Yine de Ankara’daki dostlarımıza yürekten selam gönderelim ve borcumuzu inkar etmediğimizi kayıt altına alalım. 🙂
2025-2050 arasını “muktedir olma” evresi olarak düşündüm ilkin. Tam içime sinmedi ve bazı arkadaşlar da destekler mahiyette “sert” buldular. Bu dönemi nasıl adlandıracağımızı bir yazıyla netleştirebilir miyim bilmiyorum. İçinde bulunduğumuz dönemi daha iyi anlamak için öncelikle “yüzleşmeler” üzerine birkaç tespitte bulunayım;
Yaşadığımız her bir evre aynı zamanda yeni bir yüzleşmedir ve her yüzleşme çatışma doğurur. Yüzleşmeden kaynaklı çatışmalar bazen açılıma bazen de bozulmaya ve yozlaşma sebep olur. Ama yüzleşme olmadan sonraki evrelere geçmek mümkün olmaz. Dolayısıyla yüzleşmenin mümkün olduğunca en bilinçlisi ve en az hasarlısı makbuldür.
Dışarıdan müdahalelerin etkin olduğu dönemlerde yüzleşmeler sancılı geçer ve travmalar doğurur. Görünen ve görünmeyen, ifade edilen ya da edilmeyen her travma, bazen tepkiselliği bazen de “daralma”yı getirir beraberinde. Daralma kontrol altına alınmadığında ise duygusal, zihinsel ve çevresel daralma şeklinde birbirini tetikleyen ve sarmala dönüşen hal alır. Böyle durumlarda ummadığınız kişi ya da kurumlarda yine umulmadık dar bakış, söz, fiil görünür.
Yoksulluktan ve yoksunluktan gelen topluluklar varlıkla yüzleştiğinde; dünyevileşme, güç sarhoşluğu, çılgın tüketim, sonradan görme gibi durumlar ortaya çıkar. Böyle dönemlerde ortaya çıkan doyumsuzluk hali uzadığında arızalı, ikircikli, karmaşık ve dengesiz durumlara dönüşür. Toparlanamadığı takdirde bu hallerin kitleselleşmesine sebep olur. Tersinden varlıkla yüzleşme esnasındaki zaafiyetler hızlı atlatıldığında kişisel ve toplumsal gelişim hızlanır.
Önümüzdeki çeyreğe diğer bir ifadeyle “iktidar ötesi” çeyrek diyelim. Çünkü “asıl meselemiz”in ne olduğu konusu “iktidar olma” ve “iktidarda tutunma” evrelerinde çok önemsenemedi; büyük ölçüde semboller, kazanımlar, nicel başarılar ön plana çıktı. İktidarın ötesine geçilebildiği takdirde asıl meselenin iktidar ve imkanlarına ulaşmak olmadığı anlaşılacak, önümüzdeki çeyreğin yüzleşmesi daha sahici ve esaslı gerçekleşecektir.
Önceki yüzleşmelerde varılmak istenen nihai nokta “iktidar” olunca ulaşılan hedefin gücünü kullanarak yukarıdan aşağıya değişim gerçekleştirilmeye çalışıldı. Değişimin yalnız başına yukarıdan aşağıya olamayacağı yeni yeni fark edilmeye başlandı. 15 Temmuz sonrası kurulan Milli Savunma Üniversitesi’ndeki teğmenlerin illegal eylemi, provokasyonun etkisinin ötesinde, gençlerin eğilimini ve “aşağıdan yukarıya değişim” çabasındaki ihmalkarlığı gözler önüne sermiş oldu.
Yeni çeyrekte daha sağlıklı bir iktidar süreci olacaksa, diğer ifadeyle “muktedir” olunacaksa öncelikle en önemli dayanak olacak olan “fikir” meselesinin çözülmesi gerekir. Pratiğe ve güç üzerinden değişime odaklanırken fikri önemsemeyen ya da ihmal eden yaklaşım, mevcutla yetinme, mevcudu koruma, kazanımları kaybetmeme odaklı ilerler. Bu da yerinde sayma ve gerileme demektir. Yeni evrede yukarıdan aşağıya değişim kolaycılığının ötesine geçip kılcal damarlara nüfuz edecek aşağıdan yukarıya doğru söylem ve eylem canlılığını oluşturmak gerekir. Köye, sokağa, pazara, sınıfa, anfiye yönelmek bu boşluğu doldurmaya başlar.
Fikri üretecek mekanizma akademi, fikri harekete geçirecek mekanizma ise siyasettir. Son iki çeyrekte ise dindarlar için siyaset, “iktidar olma/kalma”ya indirgendiği için sivil alanda, kültürel ve entelektüel alanda siyaset üretimi es geçilmiş, tüm yetki ve sorumluluk siyaset kurumuna yüklenmiştir. Bu da hem siyaseti daraltmış hem de sürekli üretilmesi, canlı ve dinamik olması gereken “siyaset düşüncesi”nin verimsizliğini doğurmuştur. Bir süre sonra da siyaset üretmek derken, sadece seçim kazandıracak hamleler anlaşılır olmuştur.
11 Eylül gibi 7 Ekim (Gazze) de bize gösterdi ki alışageldiğimiz tarzda siyaset yapmak yeni çeyrek için anlam ifade etmeyecektir. Seçim kazanılsa bile eğer ciddi siyaset üretimi yapılmamışsa kazanırken kaybedilmiş olacaktır. Siyaseti bir bütün olarak görüp, daral(tıl)mış yaklaşımlardan uzaklaşıp, değil sadece Türkiye’yi tüm dünyadaki küresel vicdanı, adaleti, ahlakı, hukuğu inşa edecek dinamizmi oluşturmak gerekmektedir.
Yüzleşmelerden kaynaklı daralmalardan sıyrılmanın bir yolu da dışa açılmaktır. Mezhep içi, meşrep içi, ülke içi ayrışmaların ötesine geçip içeriye dışardan bakıp daha gerçekçi ama hep ideale taşıyan bir konumlanmaya ihtiyaç var. Dışarıyı ve geleceği konuşmak mevcut gerçeklikten kaçış gibi görünse de herkesin içe döndüğü, birbiriyle uğraştığı, bir tür patinaj yaptığı dönemlerde öncü bir grubun “durun kalabalıklar bu cadde çıkmaz sokak!” duruşu gibi yeni yüzleşmelere hazırlanmak elzem olmuştur.
Bu yazı bitmiş olmadı. Çünkü yeni çeyreğin adlandırması henüz benim zihnime de tam oturmadı. Ankaralı dostlar belki yetişir imdadımıza… 🙂
Uzun süreli toplumsal değişimleri anlayabilmenin ve anlatabilmenin en pratik yöntemlerinden biri de dönemlere ayırmaktır. Bu yazıda özellikle dindar, muhafazakar, İslamcı olarak adlandırılan kitlenin, yaşadığımız topraklar özelinde yakın tarihini, çeyrek yüzyıllar şeklinde tasnif etmeye çalışacağım. Akademik kaygıya düşmeden yöntemimi ve kanaatlerimi paylaşacağım.
Aslında çeyrek bazlı dönemlendirmemin hikayesi doğaçlama ortaya çıktı. Ankara’da siyaset, bürokrasi, stk alanlarında uğraş veren ve toplumsal meselelere ilişkin derdi olan bir grup gencin davetiyle bir gece yarısı yazı tahtasına karaladığım dönemlendirmeyi burada detaylandırmaya çalışacağım.
20.yy’ın ilk çeyreğinde (1900-1925) başta yaşadığımız topraklar olmak üzere Müslümanlar (biraz daha özelleştirerek “dindarlar” diyeceğim ama muhafazakarları ve İslamcıları da kapsayacak şekilde kullanacağım) “dağılma” sürecini yaşadılar. Osmanlı İmparatorluğu, 18 ve 19.yy’da daralma ve geri çekilme süreçleri yaşadı, görece dar bir alana hapsolarak işgallerle beraber tam olarak dağıldı. Osmanlı’nın dağılma süreci, geniş anlamda dünya Müslümanlarının, dar anlamda Anadolu coğrafyasındaki dindarların dağılmasını beraberinde getirdi.
Bana göre Osmanlı’nın bir tür evrilmiş devamı sayılabilecek Türkiye Cumhuriyeti, ulus devlet politikalarıyla daralan sınırlarına zihniyet daralması da ekledi. Böylece dindarlar için ikinci çeyrek (1925-1950) “içe kapanma” olarak cereyan etti. İçe kapanma sürecini fikri ve ameli yönden daralma/çekilme olarak görmek kadar içsel muhasebe dönemi olarak da görmek mümkündür. Bu dönemde dine dair semboller görünür olmaktan çıkartıldı. Dindarların pratikleri ise merkezden periferiye çekildi ve gizli/sessiz devam etmek durumunda kaldı.
20.yy’ın üçüncü çeyreğini (1950-1975) “toparlanma” evresi olarak değerlendirebiliriz. İçe kapanmış, kenara çekilmiş, görünürlüğü kaybolmuş kitlenin, üzerindeki toprağı ve külleri silkeleyip “uyanış”ından, “diriliş”inden bahsedebiliriz. Bu dönemde hayatın farklı alanlarında ama büyük ölçüde alt düzeyde görevler almış dindarlar işçi, memur, esnaf olarak tezahür etmiş; bürokraside, siyasette, iş dünyasında, sosyal-kültürel alanlarda parmakla gösterilebilecek derecede söz sahibi olmuş, merkeze doğru yürümeye başlamıştır. Bir başka yönüyle bu dönemde, aşağıdan yukarıya başlamış olan toplumsal değişimin semboller üzerinden tezahür etmesine ve merkezi/sistemi zorlamaya başlamasına şahit oluyoruz.
20.yy’ın son çeyreğinde ise (1975-2000) toplumsal taleplerin siyasi taleplere dönüştüğünü görüyoruz. Bu çeyreği “iktidara gelme” evresi olarak tanımlamak mümkündür. Aşağıdan yukarıya, taşradan merkeze, yoksulluktan/yoksunluktan varlığa/güce doğru mesafe kateden dindarlar siyaset alanındaki mahrumiyeti aşmak için iktidar olmayı hedeflediler ve bu sürecin öncülüğünü Necmettin Erbakan yaptı. Dindarlar iktidara geldiklerinde adeta tüm sorunların hemen ertesi gün çözüleceği motivasyonu ile iktidara geldiler ama bu çeyreğin finali 28 Şubat darbesi oldu. Yani dindarlar iktidara geldiler ama iktidarda tutunamadılar.
21.yy’a geçerken birinci çeyrekte (2000-2025) Recep Tayyip Erdoğan, iktidara gelmenin yetmeyeceğini, önemli olanın “iktidardatutunma” olduğuna inanarak yeni bir evreye öncülük etti. İktidarda tutunmak için içerde ve dışarda farklı denklemleri değerlendirerek 21.yy’ın birinci çeyreğinde bu amacına ulaştı ve uzun süre iktidarda kalabildi. Böylece dindarlar daha önce ulaşamadıkları ve mahrum bırakıldıkları hemen her pozisyona, alana ve hatta sembolik taleplere ulaşmış oldular. Son seçimlerde “kazanımları kaybetmemek” söylemi üzerinden bakıldığında da ana motivasyonun hala büyük ölçüde “iktidarda tutunmak” olduğunu söyleyebiliriz.
21.yy’ın 2.çeyreğinde (2025-2050) hangi evrenin yaşanacağı konusu bence üzerinde en çok kafa yormamız gereken husus olarak masamızda durmaktadır. Girişte bahsettiğim Ankara’daki hasbihalde bu evreye gelip bir anlamlandırma girişi yapmaya çalıştığımda gece yarısını geçmiş, sabaha yol alıyorduk. “Peki bundan sonra ne olacak?” sorusuna, “bu evreyi de bir sonraki Ankara hasbihalinde konuşalım” diyerek en esaslı bölümle ilgili bir bakıma zaman kazanmış oldum. J Bir sonraki yazıda 21.yy’ın ikinci çeyreğini “esastan” konuşalım…
Hadiseler olduğunda çoğunlukla hadiselerin sıcaklığını konuşmak isteriz. Biz farklı bir şey yapalım ve Gazze’de devam etmekte olan sıcak hadiseleri genişletilmiş örnekler ve bakış açıları ile birlikte bir adım, mümkünse on adım ötesine bakarak anlamaya çalışalım.
Şöyle bir misal ile hafıza canlandırması yapalım; 15 Temmuz gecesine gidelim. O gece malum hadiseyi haber alır almaz ilk iş arkadaşlarımızı meydanlara davet etmek olurken, hemen akabinde tahminen 1-2 saat sonra ÖNDER’de birlikte olduğumuz yönetici arkadaşlardan birine, hemen birkaç kişiyi de yanına alarak genel merkez binasına gitmesi gerektiğini, darbe girişiminin sonucu ne olursa olsun rutin faaliyetleri aksatmadan işleyişe devam etmelerini söyledim. Hemen ertesi gün ise ÖNDER yönetim kurulundaki arkadaşlarla şunu konuşmuştuk; gerekirse uykumuzdan, zamanımızdan fedakârlık ederek bir taraftan proaktif bir şekilde meydanlarda olacağız, diğer taraftan rutin tüm faaliyetlerimizi aynı şekilde yapmaya devam edeceğiz. Ki öyle de yaptık.
O günler acısıyla, tatlısıyla geldi geçti. Bugüne bakacak olursak; Gazze’yle ilgili maalesef devam etmekte olan büyük dramla yaşıyoruz, üzülüyoruz, utanıyoruz. Yine buna benzer duygularla birkaç gün önce dostlarımızın olduğu bir sosyal medya platformunda değerli bir arkadaşımız, çok duygu yüklü güzel bir metin yazmıştı. Paylaştığı bu yazı üzerine bir şerh düşmek zorunda hissettim kendimi ve dedim ki; yazılan metin çok güzel, içimizden geçen samimi duygularımızı da ifade ediyor ama burada sadece karamsarlık var, ümitsizlik var, farkında olmadan kendimizi daraltma var.
Oysa Gazze’de acıyla birlikte direniş var, kayıplarla birlikte zafer ve kahramanlık da var. Bir darbe girişimi olduğunda ya da ekonomik kriz, pandemi gibi hadiseler yaşandığında veya bugün olduğu gibi katliamlara şahit olduğumuzda, belki farkında olmadan tavma yaşıyor ve acılara, kayıplara odaklanıyoruz. Bir süre sonra içimize kapanıp enerjimizi tüketebiliyoruz. Oysa daha güçlü olduğumuz bir evredeyiz aslında. Haklı olanlar ve Hakkı savunanlar olarak daha da güçleneceğimiz bir evrenin eşiğindeyiz. Gazze de bu evreyi yaşıyor, tüm kayıplarına rağmen. Bu sebeple Gazze’de günlük olup bitenler kadar ötesini de konuşmak zorundayız. Olayların nasıl olduğunu ve an be an nasıl cereyan ettiğini her an medyadan görebildiğimiz için olaylar silsilesine girmeyeceğim, ötesine bakmaya çalışacağım.
Örneğin: 1967’deki Altın Gün Savaşları’yla kıyasladığımızda 4 devleti 6 gün içinde mağlup edebilen ve toplamda 100 civarı askeri ölen İsrail’i görüyoruz. Ama bugün, bir grup Filistinli karşısında 1000’den fazla ölüsü olan bir İsrail’i konuşuyoruz. Günün sonunda Gazze çok ağır bir fatura ödese bile İsrail kazanamayacak. Ve rahatlıkla diyebiliriz ki İsrail kaybedecek ve de kaybetti.
Bir başka örnekle devam edelim hafızamızı yoklamaya: 11 Eylül sonrası Afganistan’da ve Irak’ta milyonlarca insanı öldüren ABD’nin bugün çok daha zayıfladığını hepimiz görüyoruz. Dolayısıyla İsrail’in kaybettiğine ve kaybedeceğine dair inancım sadece duygusal ya da itikadi bir yaklaşım değil, gayet rasyonel bakarak da bunu görüyorum. Dolayısıyla 1 yıl, 5 yıl, 10 yıl sonra İsrail çok daha kötü bir durumda olacak, göreceğiz. Biz göremezsek de gençlerimiz, evlatlarımız görecek.
Biraz da “soru-cevap” şeklinde değerlendirelim süreci
Gazze süreci bize ne öğretti?
Birincisi; Gazze bize “adaleti” öğretti. Gazzelilere, Filistinlilere Tam anlamıyla soykırım uygulanmasına rağmen birkaç görüntünün dışında Yahudilerin, sivillerin adeta olumsuz bir muamele ile karşılaştıklarını görmüyoruz. Çünkü Gazzeliler adaletle direniyorlar. Tüm benliğimle inanıyorum ki; gün gelecek, İsrailliler o coğrafyada barınamayacaklar. Endülüs’ten çıkartıldıklarında olduğu gibi yine bize gelecekler. Ama biz, onların teröre bulaşanları hariç yine de onlara merhamet kucağını açacağız. Çünkü biz Müslümanız, çünkü biz adaletle davranırız, çünkü biz sıkıntıya düşene öyle ya da böyle yardımcı oluruz. Fakat İsrailliler şu anda aslında kendi kuyularını kazıyorlar. Bunu görerek bir öz güven içerisinde hareket etmemiz lazım. Evet acı var, evet sıkıntı var ama bunu asla bir karamsarlığa ya da hüznü ve duygusallığı abartıp içe kapanmaya dönüştürmemeliyiz.
Az önce verdiğim misal üzerinden devam edeyim: Biz 15 Temmuz hadisesinin hemen akabinde yani o ilk bir iki haftalık meydanlardaki programların hemen akabinde yine kendi alanımıza dönüp “bir şeyler yapmalıyız” dedik, “15 Temmuz ve Eğitim” merkezli panel, sempozyum ve konferanslar, alanımızla ilgili raporlar hazırladık. Yani asıl işimiz olan eğitimi asla aksatmadan, hatta daha da verimli hale getirerek ekstra fedakârlık yapıp meydanlarda, yürüyüşlerde, gösterilerde, eylemlerde, tepkilerde ne yapabiliyorsak bunları ekstradan yine yapmaya çalıştık, yer yer öncü rol üstlendik. Gazze’de acılar devam ederken de özellikle eğitim odaklı kişiler ve kurum temsilcileri gerekirse uykumuzdan, konforumuzdan fedakârlık yaparak ama en önemli işimiz olan eğitimi aksatmadan mücadele alanlarını genişleterek sorumluluklarımızı daha iyi şekilde yerine getirmeliyiz. Daha istekli ve daha nitelikli şekilde. Öğrencilerimize ve gençlerimize “Filistin/Kudüs bilincini, aşkını, heyecanını” anlatmalıyız. “Gazze sadece Gazze değil” sözündeki anlam gibi aslında yapıp ettiklerimizle, tüm dünyaya ilişkin bir boyutu yaşıyoruz. Sadece Müslümanlarla ilgili bir meseleyi değil, bütün dünyadaki çürümüş düzenlere karşı emperyalist, Siyonist, kapitalist tüketici hoyrat düzenlere karşı aslında bir başkaldırının sembolik halini yaşıyoruz. O yüzden Gazze’yi sadece Gazze olarak değil “Gazze ve Ötesi” olarak değerlendirmek gerektiği kanaatindeyim.
Daha sistemli bir şekilde arka plana da bakacak olursak; aslında biz, yaklaşık olarak iki asırlık kayıp dönem yaşadık. Ama bu kayıp dönem büyük ölçüde son yarım asırda toparlanmaya evrildi. Bazı mütefekkirlerimiz, örneğin Sezai Karakoç buna “Diriliş” dedi. Daha önce Mehmet Akif Ersoy buna “Asım’ın nesli” demişti. Nurettin topçu “Hareket” dedi. Necip Fazıl “Mehmet’e mektup”lar gönderdi. Zaman içerisinde farklı farklı isimlendirmeler oldu. Necmettin Erbakan buna “Milli gençlik” dedi. Recep Tayyip Erdoğan bir dönem “muhafazakâr nesil” yakın zamanda ise “Dindar gençlik” dedi. Farklı adlandırmalar yapıldı, yapılıyor ve yapılacak. Bütün bu dağılma dönemlerinden sonra bir toparlanma döneminde olduğumuzdan bahsedebiliriz. Bu toparlanmayı Filistin de yaşadı. 60’lı yıllarda 4 devletin İsrail’e karşı direnemediği ve yenildiği bir evreden, elinde taşla sopayla, ne varsa onunla direnen ama bugün kahramanca ölümü göze alarak direnen bir nesil görüyoruz. Daha teknolojik imkânlarla donanmış bir direniş ortaya koydular.
7 Ekim’de, direnişin ilk gününde, bu hadiseyi duyduğumda telefonun çekmediği Bolu’da bir dağdaydım. Akşamüzeri gelişmelerden haberdar olduğumda insanlarımızda tereddüt olduğunu farkettim. Sosyal medyada; “Ne gerek vardı? Zamanı mıydı? Kesin İsrail yaptırmıştır?” gibi tereddüt içeren değerlendirmeler yaygındı. Aslında biz “İsrail zulmü” dediğimizde sadece İsrail değil, az önce belirttiğim gibi işgalci, sömürgeci, emperyalist, siyonist küresel güçlerden bahsediyoruz. İsrail sadece bunun aparatı. Dolayısıyla bizi bu büyük fotoğraftan uzaklaştıran her tartışmadan uzak durmalıyız.
Böyle zamanlarda içinizde bazı tartışmalar başlar. Adeta bir yerden bir düğmeye basılır. Bir de bakarsınız ki bugün olduğu gibi; Araplık-Türklük tartışması alevlenir. Bir de bakarsınız Şiilik-Sünnilik tekrar devreye sokulur. Bazen de şu parti, bu parti kapışmasını izlemeye başlarız. Özellikle Gazze gibi böyle kritik zamanlardabu tip tartışmalara kesin olarak kapalı olmanızı öneririm. Bunlar bilinçli bir şekilde, bizim topyekûn hareket etmemiz gereken dönemlerde, kibarca ve sessizce bazı güzellemelerle, bazı sembollerle oynayarak özellikle seçilen sonrasında bizlere servis edilen hadiseler. Kesinlikle bu oyunlara gelmemeliyiz.
Gazze’de kahramanca bir mücadele var, haklı bir mücadele var. Öyle ki Filistinli kardeşlerimizin bazı yanlışları ve eksiklikleri olsa da olaylara bütüncül baktığımızda, tarihi arka planı bildiğimizde mücadelelerine hak veririz. Çünkü İsrail’in açık ve net işgali, zulmü, acımasızlığı var. O yüzden bize ara ara gösterilen o küçük hikâyelere takılıp kalmayalım, tepkimizi göstermekte usulüne uygun olarak geri durmayalım. Sosyal medya üzerinden bazen Galata Köprüsü’ndeki bayrak üzerinden, bazen de Gazze’de kadın rehine üzerinden manipüle etmeye çalıştılar.
Filistinliler, tüm dünyaya gerçekten adaleti gösterdiler. Adaletli olmanın en zor olduğu atmosferde bunu başardılar. Normal şartlarda “şiddet teorileri” bağlamından bakılsa İsrail’in bu kadar acımasızlığı içinde, şiddete maruz kalanın hırçın davranması, agresif olması, aşırıya gitmesini haklı gösteren teorilere rastlanır. Ama tüm olanlara rağmen Gazzeliler’in hâlâ merhametle, adaletle, hakla, hukukla davrandığını görüyoruz. Yapılan tüm katliamlara ve soykırımlara rağmen. Ama tam tersi “koca güçlü İsrail devleti”nin acziyetine ve bu acziyetten kaynaklı şiddetine ve aşırılıklarına şahit oluyoruz. Gazzeliler’in tutumunda medeniyetimizin kodlarını, tepeden tırnağa işlemiş inancımızın kodlarını görüyoruz. O yüzden o insanlar bütün bu şiddete rağmen aşırıya gitmiyorlar. Rehineler teslim edilirken defalarca şahit olduğumuz manzaralar bunun işareti. Rehineler oradaki direnen mücahitlerle, o kahramanlarla, eli silahlı adamlarla sarılarak, selamlaşarak, tokalaşarak, tebessüm ederek ayrılıyorlar. Bu sahneler Müslüman’ın izzetini yansıtan tüm dünya için ders ve bizler için gurur duyacağımız sahneler. Gazzeliler kendilerine, Müslümanlığımıza, medeniyetimize, kültürümüze, insanlığa yakışanı ortaya koydular.
Vermeye çalıştığımız bu örnekler ışığında sürece bakacak olursak geldiğimiz nokta çok kıymetli; biz aslında toparlandık, toparlanıyoruz, toplamda daha iyiye gidiyoruz ve daha da iyiye gideceğiz. Burada hiç ümitsizliğe, karamsarlığa gerek yok. Tarihin akışı bir anda yükselmez, bazen iniş çıkışlar olur. Gazze’de de iniş çıkış olur, Filistin’de de olur. Türkiye’de de olduğu olur olabilir inşallah olmasın ama velev ki olsa bile. Biz bu yükseliş trendimizi sabırla, bize yakışır bir biçimde izzetle, rakiplerimizin yaptığı gibi ahlaksızca değil ya da ne bileyim rövanşist duygularla değil; bize yakışır, inancımıza yakışır, ahlakla ve faziletle ve kuşatıcılıkla yapacağız. Ben buna bütün benliğimle inanıyorum ve Filistin’in tarihi de bize bunu gösteriyor. Yeterince ilgilenemediğimiz doğrudur. Yeterince eylem yapamadık, yeterince yardım edemedik. Orada katliam yaşanırken gidip bizzat göğsümüzü siper edemedik. Elbette eleştirilecek çok yönümüz var. Ama unutmayalım yirmi otuz yıl önce Filistin meselesi belki sadece gösterilerle temsil ediliyordu. Artık Filistin davamızın kitapları, ansiklopedileri, külliyatı var. Medyada temsil ediliyor, sosyal medyada tüm engellemelere rağmen etkili oluyor, sanat alanında temsil ediliyor. Filmler yapılıyor, spor müsabakalarına rengini veriyor. Diplomasiden siyasete, ekonomiden çevreye kadar tüm alanlarda Filistin davasının söylem üstünlüğünden bahsetmek mümkün. Dolayısıyla buradan bir ümitsizlik çıkartmak yerine topyekûn bir mücadeleyi ve bütün alanlarda (stk, siyaset, akademi, ekonomi vb) bütün alanlarda bütüncül bir çaba ve bilinci canlı/diri tutmamız gerekir diye düşünüyorum. Ve bu konuda sürekliliği sağlamamız gerekir.
Gazze bize neyi öğretti arkadaşlar?
İkincisi bize “inancı” öğretti yani inanmanın neleri getirdiğini öğretti. “Bittiler, sıkıştılar, dar bir yere hapsettik” dedikleri bir zamanda inanan insanların, azimli insanların, irade sahibi insanların nasıl çıkış yaptığını bize gösterdi.
Üçüncüsü bize “sabrı” gösterdi. Birçoğumuzun kaldıramayacağı ağır yükü; o kadınlar, o çocuklar, o gençler, o yaşlılar izzetle şerefle kaldırdılar ve ayları aşkın süredir hala kaldırabiliyorlar. Bizim uzaktan seyrederken kaldıramadığımızı onlar an be an yaşarken büyük bir dirençle kaldırıyorlar. Allah hepsinden razı olsun. Evleri başlarına yıkıldı, Sabrettiler, gitmediler, direndiler, gitmek zorunda kaldılarsa da izzetleriyle gittiler. Bize ve tüm dünyaya haysiyeti hatırlattılar. Bu çağda destan nasıl yazılırmış tüm dünyaya canlı izlettiler.
Onlar inandılar, inançlarını sabırla taçlandırdılar ve Allah’ın izniyle imtihanlarını başardılar. Biz de üzerimize düşeni sabırla yaptığımız zaman, onların yanında olmaktan vazgeçmediğimiz zaman, onları unutmadığımız zaman, onlara haksızlık yapmadığımız zaman hiç olmazsa imtihanımızı bir nebze hafifletmiş ve o şerefli insanlara azıcık da olsa vefalı olmuş oluruz. Bizim imtihanımız başka türlü seyrediyor. Yatıp kalkıp kendimize haksızlık ederek “biz şunu yapamadık, bunu yapamadık” deyip kahırlanmanın ve akabinde bohem bir hale bürünmenin anlamı yok.
Filistin direnişi bir günlük mesele değil. Sür git devam edecek. 3 ay, 3 yıl, 30 yıl daha bu kavga, bu mücadele, bu hak-batıl mücadelesi devam edecek. Gidemezsek de, orada göğsümüzü siper edemesek de onların gösterdiği o muazzam sabrı bizim de kendi alanlarımızda göstermemiz gerekir. Ticaret mi yapıyoruz? Eğitimle mi ilgileniyoruz? Bir sivil toplum kuruluşunda, sendikada, bürokraside, siyasette mi görev yapıyoruz? Sabırla oradaki hizmetimizi, faaliyetimizi en iyi derecede yapmak, en kaliteli şekilde yapmak için mücadele edeceğiz. Çünkü bu bir bütün ve bana göre sadece orada kazanılan bir zaferle de biz kazanmış olmayacağız. Biz Bağcılar’da, Kâğıthane’de, İstanbul’da, Türkiye’de, Orta Asya’da, Balkanlar’da, Londra’da, New York’ta üzerimize düşeni yaptığımız zaman kazanacağız. Ve bu iki günlük bir mevzu değil. Sabırla, kararlılıkla yürütmemiz gereken bir husus.
Gazzeli kardeşlerimizin bize “adaleti” öğrettiğini söylemiştik. Bütün o ağır zulme/katliama/soykırıma rağmen, vahşete rağmen adil bir insan, adil bir Müslüman nasıl olur bunu bütün dünyaya gösterdiler. Ve bunun için bedel ödemeyi göze aldılar. Biz de bedel ödemeyi göze alacağız. Günün koşullarına göre bedel ödeme biçimi değişir. Bazen bedel ödeme biçimi 15 Temmuz’da köprüde şehit olmaktan geçer. Bazen bedel ödeme biçimi dirsek/klavye çürütüp bir kitap yazmaktan geçer. Bazen imkânından, uykusundan feragat edip hayırlı bir işle gücünün sonuna kadar uğraşmaktan geçer. Bazen bir bürokratın, yöneticinin, işadamının canla başla aşkla işini helalden ve ahlaktan taviz vermeden yapmasından geçer. Bir öğretmenin ya da ebeveynin, bir çocuğa daha Filistin’i, Gazze’yi, hakkı-batılı, tarihimizi, geleceğimizi anlatmamızdan geçer. Böyle baktığımız zaman biz de bu bedeli kendi ölçeğimizde bir nebze ödemiş sayılabiliriz.
Topyekûn hepimizin hep beraber aynı eylemi aynı işi yapması gerekmiyor. Önemli olan Rabbimizin bizi imtihan ettiği alan/pozisyon her neyse (müdür olabiliriz, öğretmen ya da okulda hizmetli olabiliriz, Cumhurbaşkanı ya da çoban olabiliriz) bulunduğumuz yerde yani imtihan olduğumuz yerde üzerimize düşeni yaptığımızda o bedeli kendi ölçeğinde ödemiş olacağız. İki üç öğrenciyi bilinçlendirmeyi, bütçemizi zorlayarak yardım yapmayı, iş yerimizdeki insanlara hatırlatma yapmayı, Meclis’ten hakkı haykırmayı, oturup bir kitap/makale yazmayı, bir slogan atmayı, ellerini açıp dua etmeyi olumsuzlamayalım. Her biri kendi ölçeğinde elbette yeterli değil ama çok değerli. Şu hakikati de belirtmeliyim ki bulunduğumuz yerde ve zamanda hepimiz imtihan oluyoruz. O imtihanın ölçeği içerisinde maksimum düzeyde ne yapabiliyorsak onu yapmalıyız. Hepimiz aynı şeyi yapamayız. Hepimizin gücü de aynı değil, yeteneklerimiz de. O yüzden dönüp kendimize ve birbirimize haksızlık yapmak yerine sabırla ve uzun soluklu direnişimizi, azmimizi ortaya koymalıyız.
“Gazze ve ötesi” derken neyi kastediyorum?
Birinci konu eylemlerde süreklilik. Vakıflarımızın derneklerimizin eksikliğini dile getirsek de bu bizim geri çekilmemize sebep olmasın. Bir hamle yapmak için eksikliğimizi dile getirelim, öz eleştiri yapıyorsak bir hamle yapmak için özeleştiri yapalım. Birbirimizin enerjisini tüketmek için değil. Dolayısıyla eylemlerimizde sürekliliği sağlamamız önemli. Güçlü irade ile uzun maraton koşucusu gibi Gazze’yi ve yapılan zulmü her zaman ve zeminde ortaya koymalıyız.
Bunun için dayanıklılığımız arttırmamız gerekir. Dayanıklılık şu demek; idealizmi, hizmet aşkını, sadece bir dönemle sınırlı görmemek. “Ben şu kurumun başkanıydım, görevim bitti, dolayısıyla benim artık bir sorumluluğum yok” anlayışı yerine son nefesine kadar mücadele eden, ölmek üzereyken bile elindeki fidanı dikmeye çalışan, iki günü eşit olmaması gereken anlayışa göre hareket etmeliyiz. O yüzden idealizm dediğimiz şey, aşk/heyecan dediğimiz şey sadece gençlere mahsus bir şey değil. Sanki sadece üniversite yıllarında idealist olunurmuş gibi bir anlayış var. Aslında ömür merdivenlerindeki anlayış yerine sadece şeklin ve hızın değişmesi olmalı. Bu manada bizler son nefesine kadar mücadele etmesi gereken insanlarız. İlim ve eğitim meselesi de böyle. “Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz” buyuran Peygamber Aleyhisselam aslında bize şunu emrediyor mealen; son deminize kadar mücadele edin, son nefesinize kadar her ne pozisyonda olursanız olun, mücadele edin. Ama elbette şekil değişecek. Gençlikteki biçimdeki gibi, kırk yaşında, altmış yaşında aynı biçimi uygulamaya çalıştığınızda bazen komik duruma da düşebiliriz. Şekil değişebilir ama muhteva değişmeyecek ve son nefesimize kadar bu gayret içerisinde olacağız. Dayanıklılığımızı ve direncimizi arttırarak yolumuza devam edeceğiz.
İkinci konu “derinlik” kazanmamız. Filistin meselesi sadece meydanlardaki eylemlerle geliştireceğimiz bir mevzu değil. Kesinlikle gösteriyi, yürüyüşü, protestoyu çok önemseyen biri olarak bunu ifade ediyorum. Bunlar zaten mutlaka olmalı ama tüm eylemlerimize derinlik kazandırmalıyız. Bulunduğumuz pozisyon her neyse orada yaptığımız işe derinlik kazandırmalıyız.
Üçüncüsü yapıp ettiklerimize “yaygınlık” kazandırmalıyız. Gazze mevzusu sadece Türkiye’nin mevzusu değil, sadece STK’ların da mevzusu değil. Sadece şu partinin bu partinin de mevzusu değil. Ülke olarak hepimizin ortak meselesi. Filistin ve Kudüs gibi “kırmızı çizgi” hüviyetindeki meselelerimizi, ülkemizin minimum %90’nı kapsayacak ve kuşatacak şekilde ele almak ve sunmak zorundayız. Bu gibi konularda birebir partilerin oy oranı üzerinden bir değerlendirme yapamayız. Ülkemizde bir araya gelebileceğimiz iki tane önemli husus var ve % 90’ımız burada buluşabiliriz. Bu çerçevede Gazze meselesinde de %90 olarak buluşabiliriz. Bazen yanlış üslubumuz, bazen farklı gerekçelerle daraltıcılığımız, kendi ufkumuzu daraltmamız bu yüzde doksanı bazen altmışa-kırka çekiyor, bazen ona-yirmiye kadar çekebiliyor. Bakıyorsunuz ki sanki bizim ülkemiz tamamen hainlerle dolu. Bizim ülkemiz tamamen sanki din düşmanlarıyla dolu gibi bir algı ortaya çıkıyor. Bunu çok tehlikeli buluyorum. Dolayısıyla iki ortak noktada bence çok rahat buluşabiliriz; Birincisi Vatan-Millet, ikincisi Din-İman meselesi. Herkes vatanperver olmak zorunda değil. Herkes dindar olmak zorunda değil ama vatanını sever ya da sevmeyebilir, vatanına kırgın da olabilir. Ama vatanına açık net düşman olanları ayrı tuttuğumuzda ve dinine açık net düşman olanları ayrı tuttuğumuzda bu ülkenin yüzde doksanıyla çok rahat buluşabileceğimizi düşünüyorum. Aslında hain ya da din düşmanı olarak varsaydığımız yüzde onluk kitlenin bile düşmanlığını azaltabilir, nötr hale getirebiliriz. Yani bu biz bu ülkenin minimum % 90’nına hitap etmesi gereken topluluklarız. Bizler sadece oy oranı üzerinden değerlendirme yapmak zorunda değiliz. “Bu ülkenin her bir vatandaşının nasıl kurtarabilirim? Nasıl ortak paydalar oluşturabilirim?” üzerinden bakmak zorundayız. O yüzden bakış açımızın biraz daha geniş olması gerektiği kanaatindeyim. Özellikle sivil toplum alanında, eğitim alanında faaliyet gösterenlerin buna daha fazla özen göstermesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü okulda, sınıftaki her bir çocuk bizim çocuğumuz. Ve bizler bu bilinçle o çocuğu nasıl kuşatabiliriz ve kurtarabiliriz odaklanmamız gerekir. Nasıl yapalım ki çocuklarımız uyuşturucuya, ahlaksızlığa, teröre, din düşmanlığına, vatan düşmanlığına meyletmesin diye çaba göstermeliyiz. Dışlamak ve küçümsemek en kolayı. Önemli olan onların herbirinin derdiyle dertlenmek. Böyle baktığımızda aslında muhatabımız %100. Hani bazıları olur da hiç iflah olmaz, ıslah olmaz diye ben en azından minimum % 90’ı hedeflememiz gerektiğinin altını çiziyorum. Farkında olmadan bizler son dönemlerde böyle bir ufuk daralması yaşadık. O yüzden bunu belirtme ihtiyacı hissediyorum.
Dördüncü konu ise “kuşatıcı” olmak zorundayız. Şöyle anlatayım, kuşatıcılığı; bizim güzel değerlerimiz var, örneğin Mevlana deriz, Yunus Emre deriz. Yani bunlar bütün insanlığı bırakın nebatatı ve hayvanatı bile sevmeyi savunan insan. Yani Allah’ın yarattığı her şeyde Hikmet arayan zatlar. Dolayısıyla onun yarattığı her şeyi sevme çabasında olan insanlar. Bu insanlar gönüllerine bütün cihanı sığdırabilmişler. Biz bazen bir öğretmen arkadaşımızı, bir okuldaki ya da işyerindeki üç-beş insanı sığdıramıyoruz. Bazen koca bir il ya da ilçedeki beş-on insana tahammül edemiyoruz. Oysa biz, bütün insanlığa mesajını ulaştırma çabası içerisinde olması gereken insanlarız. Buna bütün benliğimi inandığım için bu kadar net ifade ediyorum. Sadece Türkiye değil, sadece İslam dünyası da değil. Başta değindiğim gibi dünyada büyük bir kriz var; bir taraftan Batı’nın çürümüşlüğünü görüyoruz diğer yandan Gazze örneğinde olduğu gibi insanların ne kadar aşağılık hale geldiğine şahitlik ediyoruz. Daha 70 yıl önce Naziler tarafından katledilenlerin, bugün Nazileri geçen aşağılık katliamlar yaptığını hem de canlı olarak izliyoruz. Evet, çürümüş bir dünyadan bahsediyoruz, Epstein olayında olduğu gibi. Çocuk istismarından tutun da her türlü pisliğe bulaşmış bir dünya. Hani keyifle imrendiğimiz ve yöneldiğimiz, uzun bir süredir yönümüzü çevirdiğimiz Batının büyük iş adamları, bürokratları, siyasetçileri. Bunların düştüğü o aşağılık durumu hepimiz görüyoruz, belgeleriyle. Dolayısıyla bizim bu çürümüşlüklere karşı bütün insanlığa hitap edecek bir kuşatıcılığa ihtiyacımız var. Hiç olmazsa zihnimizde ve gönlümüzde bu kuşatıcılığı gerçekleştirmeliyiz. Nasıl ki sınıftaki 30-40 öğrencinin her biri için “benim öğrencim” diyorsak, en kötü durumdaki öğrenciyi bile öğrencimiz olarak kabulleniyorsak; ilçemizdeki, ilimizdeki, ülkemizdeki, İslam dünyasındaki ve bütün dünyadaki her bir insan bizim muhatabımız diye görmek zorundayız. Gidemezsek de, ulaşamazsak da, yapamasak da, edemesek de kendi ölçeğinde o mini minnacık gibi görünen işimizi en iyi şekilde yaparak, bir tek kişiyle sabırla sonuna kadar ilgilenerek hiç olmazsa “büyük mahkeme”de bir miktar söyleyecek sözümüz olmuş olur. Gücümüz neye yetiyor, nereye ulaşıyorsa; 1.000 öğrenciye yetiyorsa 1.000 öğrenciye, milyona yetiyorsa milyona. Herkes kendi ölçeğinde. Bunu yapmalıyız ama bütün bir insanlığın huzuru, saadeti, mutluluğu için. Ayette geçtiği gibi “Ey Rabbim, bize hem bu dünyada hem de ahirette mutluluklar nasip et” dua ederken sadece kendimizi kast etmiyoruz, etmeyeceğiz. Elbette bütünüyle insanlığın mutluluğu/saadeti %100 olmayacak, tarih boyunca da tam olmamış. Ama biz bu ufukla bakmak zorundayız. Bu geniş pencereden bakmak zorundayız. Bütün insanlığın kurtuluşunu hedefleyecek kuşatıcılıkla hareket etmek durumundayız. Tabi ki gücümüz bir kişiye yetiyorsa o bir kişiyle uğraşmaktan yüksünmeyeceğiz. Ve o görevimizi en güzel de yapacağız.
Son olarak “Gazze ve Ötesi”ne değinirken, son dönemlerde yaygın olan karamsarlığımız üzerinde durmak istiyorum. Bazen geçmişe özlem bahanesiyle ortaya çıkıyor karamsarlığımız. “28 Şubat öncesinde daha iyiydik, seksenlerde daha iyiydik vb”. Geçmişin ne özlemiyle ne de kederiyle vakit geçirmeye gerek yok. “Biz eskiden daha saftık, daha şuurluyduk, daha günahsızdık, şöyleydik, böyleydik” demenin faydası olmadığı gibi zararı var. Bu uzun bir serüven; tarihin bir akışı var, akış içinde de imtihanlar var. Dün yoklukla ve yoksullukla imtihan olduk. Hem yokluk içerisindeydik; bu ülkenin dindar, muhafazakâr, bu ülkenin köklerine bağlı olmaya çalışan insanları en fazla memur ve işçi olabiliyorlardı. 50 yıl öncesinden, 70 yıl öncesinden bahsediyorum. Dışlandıkları hayatın bütün alanlarında bugün varlar. Yani yoksun bırakılmışlardı, mahrum bırakılmışlardı. Bazı alanlar bize tamamen kapatılmıştı. Diğer yandan yoksullukla imtihanlarımız oldu, imkânlarımız çok fazla yoktu. Toplantı yapacak salon bulamazdık, bulsak ses sitemi bozuk olurdu, onu ayarlasak sinevizyon yetişmezdi. Yani sürekli bir eksiğimiz ve sıkıntımız vardı. Ama dönüp de yoksunluğu ve yoksulluğu tekrar istemek büyük bir yanlışlık. Çünkü biz zulmü ve sıkıntıyı istememekle ama gelirse de sabredip mücadele etmekle emrolunmuşuz. Ama sıkıntılı süreçlere özlem duymaya gerek yok. Bugün biz yeni bir imtihan veriyoruz. Bugünün imtihanını konuşmalıyız. Bugünün yüzleşmesini konuşmalıyız. Tarihin akışında yüzleşmeler olur; varlıkla, parayla yüzleşirsiniz, kadın-erkek ilişkilerinde yüzleşmeler yaşarsınız, mevki-makamda yüzleşmeler olur. Ulusal sınırlar içerisinde koştururken bir anda uluslararası yüzleşmeler söz konusu olur. Yüzleşmelerde bazen insan afallar, dengesi bozulur, düşer, istikameti bozulabilir. Her yüzleşme bir risk barındırır. Dolayısıyla yüzleşmelerden kaçmanın bir anlamı yok. Bu yüzleşmeleri yaşadık, yaşayacağız ve bunlardan da anlımızın akıyla çıkacağız inşallah. Bazen düşsek de tekrar toparlayacağız kendimizi ve yolumuza daha kararlı devam edeceğiz. Önümüze bakacağız, geleceğe bakacağız. Dolayısıyla ümitvar olacağız, asla karamsarlığa düşmeyeceğiz. Gazze’deki o acı tabloya bakarak asla karamsarlığa düşmeyeceğiz. Tam tersine daha bir ümitle bakacağız. Orada bir avuç insan bu direnişi gösterebildiyse, tam da bittiler zannedildiği bir dönemde bu kahramanlığı gösterebildilerse, dünyanın sözde en süper güçlerinden birine en iyi istihbaratı olan devletlerinden birine karşı ortaya başarı koydularsa; bu hepimizin başarısıdır, bununla gurur duyalım. Evet eksikliklerimiz var, tam yanlarında olamadık ama bundan dolayı da dönüp kendimize haksızlık etmeyle vakit geçirmeyeceğiz. Toparlanacağız ki Gazze de toparlanabilsin. Bu başarı hepimizin diyorum, çükü belki de 20 yıl 30 yıl önce yaptığımız o küçücük yardımların bereketi. Yaptığımız o duaların, astığımız afişlerin, yaptığımız konferansların, yazdığımız şiirlerin, söylediğimiz marşların bereketidir. O yüzden ısrarla ümit var olalım.
Dünyada yeniden dengeler oluşuyor ve adeta yeniden kurulacak dünyada en güçlü/haklı sözü söyleyebilecek olanlar bizleriz; Türkiye, İslam dünyası. Aslında sadece İslam dünyası da değil, bütün dünyada vicdan ve adalet kaygısı olan insanlar hep beraber bu dünyaya yeni bir söz üretecek ve söyleyeceğiz. Bu da en küçük alanımızdan başlar, evimizden başlar, derneğimizden başlar, okulumuzdan başlar. Başkanı, yöneticisi ya da hizmetçisi olduğumuz kurumlardan, ortamlardan başlar. İnşallah bunu hep beraber başaracağız. O yüzden “Gazze ve ötesi” demeyi tercih ettim.
Çünkü Gazze de, ötesi de bizim…
Halit Bekiroğlu
11.01.2024(Bu yazı, 11.01.2024 tarihinde Eğitim Bir-Sen İstanbul 1 Nolu Şube’nin organize ettiği “Gazze ve Ötesi” başlıklı konferanstan derlenmiştir.)
Dayanıklı toplum ile sivil toplum kuruluşlarını birlikte ele alacağız. Bendeniz maraton koşmuş birisiyim. Maraton koşusu 42 kilometredir ve bunun en zor kısmı, 35. kilometredir. Başlangıçta yola çıkarken bir cesaret sorunu yaşarsınız, yapabilir miyim yapamaz mıyım diye şüpheye düşersiniz. Ama yola çıktıktan sonra gerisi gelir. Ancak 35. kilometreden sonra koşucuların büyük çoğunluğu dökülür. Çünkü vücudun dayanıklılığı nihayete ermeye başlar, vücut her şeyiyle zorlanır. Maratonun zorlu ve kritik dakikaları tam da burada başlar. 35. kilometreden sonra sadece bedensel güç yetmez, artık iradesi güçlü olanlar o maratonu tamamlayabilir. Bedensel olarak çok güçlü olsanız bile eğer iradeniz orada devreye girip sizi kararlı hâle getirmezse 35. kilometreden sonra maratonu tamamlama ihtimaliniz azalır.
Ben triatlon da yapan biriyim. Özellikle triatlon gibi çok yönlü sporlar, daha çok dayanıklılık gerektirir. Bu sporlarda orta yaş grubunun daha başarılı olduğunu görürsünüz. Gençler alınmasın, kızmasınlar, ama bunun asıl sebebi iradeyle ilgilidir. Elbette orta yaşlılar daha iradeli, gençler iradesiz denemez. İradeyi daha geniş düşünmek gerekir. İrade; tecrübeyle, gün görmüşlükle, deneyimle ve daha başka birçok şeyle ilgilidir. O en kritik 35. kilometreden sonra hedefe ulaşmanız için iradenizin güçlü olarak devreye girmesi gerekir. Ancak o takdirde maratonu tamamlayabilir, hedefe ulaşabilirsiniz.
Toplumun dayanıklı hâle gelmesi için de zamana, tecrübeye, birikime, bilgiye ihtiyaç var. Spor, sadece koşmakla olmaz. Onun için bilgi, eğitim ve beslenme yöntemi lazım. Bu ise matematik hesaplamalar gibi plan program gerektirir. Dolayısıyla dayanıklı bir toplum için de bilgi lazım, tecrübe lazım, yaşamak ve aktarım lazım. Özellikle yaşamadan olmaz, yola çıkmadan olmaz.
Özellikle dinî hassasiyeti olan sivil toplum kuruluşları olarak şöyle bir evre yaşıyoruz: 1990’dan önce daha fazla cemaat yapılarına sahiptik, daha dar, daha kapalı, daha içe dönük ve görece gizli saklıydık. Bunu 1940’lı yıllardan alıp 1990’lara kadar getirebiliriz. 1990’lardan sonra gönüllülük, dışa açılma, kendini kamuoyunda göstermeye başlama evresi söz konusu oldu. 2000’lerden sonra daha fazla kurumlaşma ve daha profesyonelleşmeyle birlikte daha belirgin mekânlarımız oldu. Önceden çay ocaklarında, yayınevlerinde ya da bir nevi mini dergâh, mini ocak gibi evlerde, mahalle aralarında, küçük mescitlerde yaptığımız faaliyetleri artık ayrı bir çatı altında, kurumsal bir yapı içerisinde gerçekleştirmeye başladık. Geleneksel cemaatsel yapılardan yeni kurumsal yapılara evrilme oldu. İçe dönük bilinçlendirme faaliyetlerinden dışa dönük bilgilendirme faaliyetlerine yöneldik. Yeni kamusal temsil biçimleri ortaya çıktı. Yerel toplumsal ilişkilerden uluslararası ilişki ağlarına yönelmeye başladık.
Burada kritik olay Bosna Savaşı oldu. Onun öncesinde İran Devrimi, Afganistan cephesi önemli olsa da aslında kalıcı bir etki bırakmadı. Asıl etkili olan, Bosna Savaşı’ydı. İnsani yardım odaklı olarak Türkiye dışına açılma söz konusu oldu. İçsel mali kaynaklardan yeni dışsal fonlara yönelim gerçekleşti. 1990’lı yıllarda Avrupa Birliği fonlarıyla ilgili “Caiz midir değil midir?” diye çok hararetli tartışmalar yapıldı. Dışsal fonlara yönelim oldu. Buradaki dışsal fonlar sadece yurt dışı anlamında değil, kendi iç bünyesinde, yani o cemaat yapısı içerisinde üyelerin, bazı esnafların yaptığı yardımlardan dışarıya doğru çıkıldı. Artık dışarıdaki bazı kurumlardan, örneğin devlet kurumlarından destek alınmaya başlandı. Cemaatsel temelli gönüllü ilişkilerden profesyonel örgütsel yapılara yönelim oldu. Toplumsal hizmetten, uzmanlaşmış kuruluşlara geçildi. Belli uzmanlık alanları oluştu. Önceden bir yapı her şeyi gerçekleştirmeye çalışırdı. İnsani yardımla da uğraşır, insan da yetiştirir, eğitime yönelir, mühendislerle uğraşır, yani her işi yapmaya çalışırken bir süre sonra bazı uzmanlık alanları oluşarak kimi sadece gençlerle, kimi kadınlarla, kimi mühendislerle, kimi sağlıkla, sporla, çevreyle ilgilendi.
Kadınların artan etkinliği söz konusu oldu, çünkü kadınlar görünür değildi, daha görünür ve daha aktif oldular. Geldiğimiz nokta itibariyle sadece STK’lar değil bütün Türkiye için konuşursak dindar kadın veya dinî hassasiyeti olan kadın, artık toplumun her katmanında ve her alanında görünür olmaya başladı. Sembolik olarak bunu askeriyede bile gördük. Tesettürlü kardeşlerimiz askeriyede görev alabildi, subay olabildi. Bunlarla ilgili değerlendirmelerimiz, getirdikleri ve götürdükleri ayrıca konuşulabilir, şimdilik bunları tespit anlamında söylüyorum. Kapalı mekânlardan açık kamusal mekânlara yönelim oldu ve devlete muhalif ve rakip bir konumdan devlete yardımcı bir konuma evrilme yaşandı. Bu değerlendirmeler, İlke Vakfı bünyesinde hazırlanan ve STK başkanları, akademisyenler, kanaat önderlerinden oluşan yaklaşık 50 kişilik bir dizi görüşmeden sonra ortaya çıkmış sonuçlardır.
Bu girişle birlikte konuyu iki bölüme ayırmış oluyorum. Birinci bölümde dayanıklı toplumun sivil toplum açısından geldiği nokta, yani sivil toplum olarak bugünkü yapımız. Buna bir şey eklenebilir veya çıkartılabilir ama ana hatlarıyla şöyle bir evre yaşıyoruz; özellikle son iki yüz yılımız sıkıntılı geçti. Osmanlı’nın son dönemi ve Cumhuriyet Dönemi boyunca hem bütün dünyada hem daha dar anlamda yaşadığımız coğrafyada ve İslam coğrafyasında büyük sıkıntılar yaşandı. Biz önce dağılma süreci yaşadık ki bu sadece Osmanlı’nın hâkim olduğu topraklarla ilgili değildi. Uzak Asya’da, Afrika coğrafyasında da yaşandı ve Müslümanlar bir dağılma sürecine girmiş oldu. Bu dağılma, beraberinde içe kapanmayı getirdi ve bunun sonucunda bir nevi yer altına inildi, periferiye çekilme oldu, gizli saklı çalışmalar yapıldı. Hatta bugünkü ikircikli tavırlarımızın önemli bir sebebi de geçmişten gelen o içe kapanma refleksidir. Bunun, zulümden kaçmak, dinimizi daha rahat yaşamak gibi farklı gerekçeleri vardı ama bu beraberinde bir sorun üretti. Özellikle Türkiye’de 1940’lı ve 50’li yıllardan, Mısır gibi bazı ülkelerde 1925-30’lu yıllardan itibaren yeniden bir uyanma evresi oldu. Buna kimi diriliş kimi uyanış dedi, Nurettin Topçu hareket adını verdi. Özellikle tarikatlar ve ulema bazında, Karadeniz ve Doğu hattındaki bazı medreselerde, tekkelerde bir toparlanma, bir uyanış süreci yaşandı.
Ben asıl bundan sonrasını anlatmaya çalışacağım. Yüzleşme evresine geçtik ve bu evreyi hâlâ birçok alanda yaşıyoruz. Ailede, siyasetle ilişkilerimizde, parayla, ekonomiyle olan ilişkilerimizde, kadın-erkek ilişkilerimizde, uluslararası ilişkilerimizde, ahlakla ilgili meselelerimizde ve daha birçok meselemizde bu yüzleşmeyi yaşıyoruz. Teşbihte hata olmasın, bugün itibariyle maraton koşusunun 35. kilometresindeyiz. Bu noktada bizim dayanıklılığımız devreye girecek ve biz dayanıklılığımız ölçüsünde bu maratonu tamamlayabileceğiz. Hep bir slogan olarak söylüyoruz, “Biz uzun yol koşucularıyız” diye. Bu ifadeyi Cumhurbaşkanımız da çok tekrarlar. Evet biz işte o uzun yolun koşucusuyuz ve sadece bugüne bakmayız. Bir maraton koşmak, gerçekten belli evreleri, belli zorlukları aştıktan sonra son aşamada çok güçlü bir irade veya bir dayanıklılık gerektirir. Başlıkta ifade edilen dayanıklılığın gerektiği bir evrede yaşıyoruz ve bunun tartışılmasını çok değerli buluyorum.
Hemen hemen hepimiz -çok genç kardeşlerimiz hariç ama onların da anne-babaları yaşadı- 28 Şubat’ı tabiri caizse hücrelerimize kadar hissettik, birçok kardeşimiz de bedelini ağır şekilde ödedi. O dönem mücadele eden tüm kardeşlerimizden Allah razı olsun. Bu dönemden sonra birtakım yüzleşmeler oldu; iktidar yüzleşmesi, para pul yüzleşmesi, makam yüzleşmesi ve başka yüzleşmeler. Sonra geriye dönmeye başladık. Bir nevi 35. kilometreden sonra geriye dönüyoruz ve “Ben bu işi tamamlayamayacağım, benim bunu tamamlayabilmem için başa dönmem lazım” gibi tutumlar geliştirildi. Yani “28 Şubat’ta biz daha samimiydik, 28 Şubat’tan önce biz daha iyiydik, o dönemde daha iyi mücadele ediyorduk, ama işte şimdi bakın şöyle şöyle zafiyetlerimiz var” gibi aslında bir nevi geriye dönme kolaycılığına sığınıyoruz. Tam da maratonu tamamlamak için dayanmamız, direnmemiz, kararlı olmamız, 35. kilometreden sonrasına ilişkin hamlemizi yapmamız gerekiyorken tereddüt etmeye başladık. Evet bacağımız ağrımaktadır, susadık, yorulduk, enerji kaybettik, ama bu maratonu tamamlayabilmek için bütün dayanıklılığımız, kararlılığımız, gayretimizle mücadelemize devam etmemiz gerekiyor.
Yani geriye dönmeden, bilakis tam tersine daha büyük bir ufukla, vizyonla, geleceğe bakarak bu hedefe ulaşabiliriz. İçinde bulunduğumuz merhaleyi doğru anlamamız lazım. Geriye dönüp “Biz önceden daha samimiydik” demenin bir kıymeti yok. Bendeniz imam hatiplerle ilgilendim ve burada da aynı hikâyeyle karşılaştım. Malatya İmam Hatip mezunuyum ve “önceden imam hatiplerde şöyle samimiyet vardı, şu vardı bu vardı” gibisinden geçmişe methiye örneklerini çokça duyuyorum. Hâlbuki önceden de her şey güllük gülistanlık değildi. Malatya İmam Hatipte çok aykırı olanlar, çok sıkıntılı arkadaşlarımız da vardı. Ama onları kuşatan hocalar ve gençler de vardı. Bir grup insan olarak ideallerimiz için gönüllü olarak çalışıyoruz, ancak bütün bir toplumun dayanıklı olması mümkün değil. Sadece bir grup insan dayanıklı olduğu zaman bile iyi bir noktaya varabilir, engelleri aşabilir, 35. kilometreyi geçebiliriz. Buna inanmamız lazım. Dolayısıyla durmadan “Eskiden şöyle iyiydi, böyle güzeldi” demenin hiçbir kıymeti yok. Onlar o gün yaşandı ve belki de yaşanması gerekendi. Biz takdir-i ilahiye inanan insanlarız. Yaşanması gereken yaşandı ama biz bugünü yaşıyoruz, bugün yeni şeylerle yüzleştik, yeni karşılaşmalarımız var ve kararlı, iradeli bir şekilde bu barikatları aşarak, bu yüzleşmeleri en az hasarla ve mümkünse hiç hasarsız atlatarak geleceğe bakabiliriz ve kendimizi doğru bir biçimde konumlandırabiliriz. Aksi takdirde sürekli ya geriye giden ya da bulunduğu konumu beğenmeyip ümitsizliğe kapılan bir duruma düşeriz.
Özellikle bu aşamadan sonra, yani ikinci bölümde vurgulayacağım husus, sivil toplum kuruluşlarının nasıl olması gerektiğidir. Öncelikle STK meselesi daha sistematik olarak ele alınmalıdır. STK’lar, elbette kurumlaşmalıdır. Kurumlaşma ile ilgili bir müzakere yapılsa elli tane problem sayılır ve onun üzerine bir beş tane de ben eklerim. Tabii ki kurumlaşmanın çokça problemleri var, dezavantajları var, ama kurumlaşma kaçınılmaz olarak yaşanması gereken bir süreçtir. Kurumlaşmanın eksilerini telafi etmek, dezavantajlarını ortadan kaldırmak için elbette elimizden geleni yapacağız ama bu yüzleşme olmadan da bunu aşamayacağız. Dolayısıyla kurumlaşma sürecini kötü olarak görmek yerine onun eksiklerini giderme odaklı meselelere bakmak gerekir. Kurumlaşırken organikliği, doğallığı bozmamak, asıl amacımızı göz ardı etmemek gerekir. Sizin uçağa binmeniz, özel jetinizin olması, şu veya bu marka arabanızın olması çok önemli değil veya bu, iyi ya da kötü değildir. İhtiyaçsa olur, değilse olmaz ama siz ona çok büyük anlam yüklememelisiniz, o sadece hedefinize ulaşmanız için bir vesiledir. Hiç olmaması da çok önemli değil, olmasa da kıyamet kopmaz. Siz yine hedefinize ulaşmak için yollar bulmaya çalışırsınız. Bu nedenle kurumlaşmak bir araçtır, bir vesiledir, imkan nisbetinde mutlaka olması gerekir. Kurumlaşma beraberinde binayı, profesyonel ekibi, finansı, iyi yönetimi, bütün boyutlarıyla insan kaynaklarını ve benzeri birçok detayı gerektirir. Bir sivil toplum kuruluşu için bunlar şarttır ve mutlaka yaşanması gerekir.
İkincisi biz çokça konumlanma tartışması yaşıyoruz. Devletle, siyasetle ilişkimiz nasıl olacak? Biz bozulduk mu, yozlaştık mı, politize mi olduk? Bunlar, benim tercih ettiğim bir tasnif değil. Siyaset farklı bir olgu, çünkü meselelere daha kısa vadeli, günübirlik bakar ve bu esasen kötü de değildir. Çünkü siyaset, doğası gereği kısa vadeli bakmak zorunda. Şu andaki ekonomik krize odaklanmak, pandemi varsa pandemiye tedbir almak zorunda. Dolayısıyla siyasete “Sen niye kısa vadeli iş yapıyorsun?” demenin de çok anlamı yok. Siyasetin işi, ülke meselelerini kısa vadede çözmektir. Siyaset günübirlik bakar, konjonktürel bakar, anlık çözüm odaklı bakar.
Sivil toplum kuruluşlarını farklı kategorize ediyorum. Sivil toplum kuruluşu daha orta vadeli bakar. Bir genç yetiştiriyorsanız hiç olmazsa o gencin altı yaşına kadarki evresini, ilkokulunu, ortaokulunu, lisesini, üniversitesini, evlenmesini dikkate alacaksınız ve nereden bakarsanız bakın minimum 20 yıldan bahsediyoruz. Sivil toplumun en az 20 yıllık, 30 yıllık bakması gerekir.
Kıymetli hocalarımız, üstatlarımız, mütefekkirlerimiz, akademisyenlerimiz ise meselelere çok daha uzun vadeli bakarlar. Tabii ki bugünkü meselelere dair de sözleri ve çözümleri olur ama yaptıkları araştırmalar bağlamında değerlendirmek gerekir. Onların yaptıkları çalışmalar belki 50 yıl, 100 yıl sonra işimize yarayacak. İlerisini düşünebilme, öngörü kabiliyetini entelektüeller, alimler bize göstermiş olacak. Sezai Karakoç bazen öyle şeyler söyler ve biz de eleştirirdik ama Sezai Karakoç’un 30, 40, 50 yıl önce söyledikleri, çok daha sonra anlaşılır hâle geldi. Yakın zamanda söyledikleri belki 100 yıl sonra anlaşılacak.
İşte bu üç alanı (siyaset, stk, ilim alanını) doğru konumlandırmamız gerekir. Yani ilim erbabı uzun vadeli bakar, sivil toplum kuruluşları orta vadeli bakar, siyaset ise kısa vadeli bakar. Dolayısıyla sivil toplum kuruluşları, biraz siyaset ve biraz da ilim erbabıyla ilişkili bir konumda bulunur. Siyasete de o kadar takılıp kalmanın anlamı yok, yani aktif siyaset yapabiliriz, anlık problemlerle ilgilenebiliriz belki ama günün sonunda siyasetin kısa vadeli bir uğraşı olduğunu fark etmeliyiz. Siyaseti olumsuzlamanın, kötülemenin, bütün faturayı siyasete yüklemenin de bir anlamı yok. Kendi alanımızı doğru tanımlarsak hem siyasetten istifade eden ve onu yönlendiren hem alimlerden istifade eden ve aynı zamanda alimleri de yer yer yönlendiren veya besleyen bir konumda bulunmuş oluruz. Sivil toplum kuruluşları olarak bunu çözdüğümüzde iç çatışmalarımız azalır, çünkü bazen çok gereksiz yere STK-devlet ilişkisinde patinaj yapıyoruz. Özellikle son birkaç yıldır bu konuda patinaj yaptığımızı, gereksiz yere enerjimizi tükettiğimizi düşünüyorum.
Sivil toplum kuruluşları, vakıf kültürümüzden de hareketle kendilerine mutlaka bir akar oluşturmalı. Bu akarını kendi imkânlarıyla, kendi gönüllüleriyle meydana getirmeli. Yani kendi ihtiyacını karşılayan ve projesi ve konusu çerçevesinde ilgili devlet kurumlarıyla da çalışabilen sivil toplum kuruluşu olmalı. Tabii idari işletmeye dair kaynaklarını devletten almak yerine kendi akarını, finans kaynaklarını oluşturarak yürümeli. Bu durum, bağımsız hareket etmesini sağlar.
Ayrıca şeffaf olmalı. Bazı sivil toplum kuruluşlarının kapısında abartılı güvenlik barikatları görüyorum. X-ray cihazlarından geçiyorsunuz, üç-dört kişi sizi arıyor, kontrol ediyor. Hâlbuki sivil toplum kuruluşunu bugün modern bir dergâh, modern bir medrese gibi görmek gerekir. Bizim geleneğimizde üç alan herkese sonuna kadar açıktır. Dergâhlarımız herkese açıktır, camilerimiz herkese açıktır ve medreselerimiz herkese açıktır. Hangi üstadın öğrencisi olursanız olun, gidip bir başka üstattan, molladan, hocadan ders alabilirsiniz. Yaşam olarak berbat hâlde olabilirsiniz ama gidip bir dergâhın kapısını çalabilir, o dergâhta bir tas çorba içebilirsiniz. Dolayısıyla sivil toplum kuruluşlarımızın gizli kapaklı olmaktan çıkıp herkese ama herkese açık olması; bağımlı çocuğa da ahlak problemi olan çocuğa da cinsiyet problemi olan çocuğa da sahip çıkması lazım. Bizim onları kuşatmamız, ıslahları için gayret göstermemiz gerekir.
Bizim son iki yüz yılda yaşadığımız süreç şudur; sivil toplum kuruluşlarımızın evrilmesi, yüzleşmeler ve bunlardan kaynaklı kritik bir evreyi yaşıyoruz. Bu evrede çok patinaj yaptık, bunu aşmamız lazım. Sivil toplum kuruluşları olarak tekrar öncü bir rol üstlenmemiz gerekir. Bugün maalesef çoğunlukla siyasetin gölgesinde gidiyoruz. Ben bu hususta siyasetten çok sivil toplumu kabahatli görüyorum. Siyaset, doğası gereği kontrol etmek ister. Biz de siyasetçi olsak muhtemelen benzer şeyler yapmak isteriz. Dolayısıyla sivil toplumun siyasetin gölgesinde kalması, bizim eksikliğimizdir. Bunu başta kendi adıma olmak üzere sivil toplumdaki bütün kuruluşlar için söylüyorum. Bizim siyasetin ötesinde, ona da ufuk veren, onu da zorlayan, devletin ilgili kurumlarını yönlendiren, besleyen, ülkemizi daha geniş bir perspektife taşıyan bir vizyonla, ufukla, ümitle meseleye bakmamız lazım. O yüzden ne kadar günübirlik, sığ tartışmalardan kurtulabilirsek o kadar yol alırız.
Bütün dünya ile ilgilenmesi gereken, hatta sadece bütün dünya da değil, kâinata karşı sorumlu olan, çünkü halife olarak bütün her şeyin üstünde yaratılmış bir varlık olarak kendimizi böyle küçücük bir cendereye, bulunduğumuz STK’ya, cemaate, tarikata, partiye, mahalleye hapsedemeyiz. Oysa biz bütün bir kâinatın ıslahı ve inşası için yükümlü olan insanlarız. O yüzden o dar bakış açısından kurtulmamız lazım. Aslında 1980’li, 90’lı yıllarda imkânlarımız çok kısıtlıyken bile bütün dünyanın kurtuluşu gibi sloganlara sahiptik ve bu kötü bir şey değildi. Evet belki o dönem yanlışlarımız da çoktu ama böyle baktığımız zaman daha kapsayıcı oluruz. O zaman bu ülkenin her sorunu bizim sorunumuz olur, Alevilik-Sünnilik meselesi, etnik meseleler, ahlak meseleleri, LGBT, çevre, dijitalleşme vb dünyanın her türlü sorunu bizim sorunumuz hâline gelir. O zaman daha kuşatıcı, meselelere daha geniş açıdan bakma imkânımız olur. Gönlüne bütün cihanı sığdırması gereken bizler, bir de bakıyorsunuz, farkında olmadan, üç beş kardeşimizi bile yanımıza sığdıramaz, onlara tahammül edemez hâle gelmişiz. Gönlümüzü, zihnimizi ve ufkumuzu geniş tuttuğumuzda yeryüzündeki mevcut çürümenin ve bozgunculuğun da çözümü haline geliriz.
Bu yazı “Dönüşen Dünya ve Dayanıklı Toplumun İnşası” isimli kitapta yayınlanmıştır. Bir kaç cümlede değişiklik yapılarak yayınlanmıştır.
Mütedeyyin kadınlar, mütedeyyin erkeklerden daha mı fazla kontrolden çıkmış durumda?
Bu soru bize, görünen/gösterilmek istenen meselenin, asıl meseleyi örtüp örtmediğini anlamamızı sağlayacak…
Mütedeyyin erkeğin aynı konudaki serüvenine, değişimine baktığımızda mevzunun (öteden beri) hep kadın üzerinden sunuluyor ve tartışılıyor olmasını daha iyi anlayabiliriz. Bu çerçeveden baktığımızda meselenin cinsiyetle ilgili olmadığını görebiliriz…
Dindarlaşmanın ya da dinden uzaklaşmanın hep kadın ile ve kadındaki görüntüyle ilişkilendirilmesi, erkeğin bu konuda saklanmasını ve tüm faturanın kadına kesilmesi sonucunu doğurmaktadır…
Bana göre mevzu; Son iki asırdaki batılılaşma çabalarına karşın 70 yıldır devam edegelen toparlanma çabalarının; önce erkeklerde, şimdi de kadınlarda bazı yüzleşme, çelişki, çatışma ve dolayısıyla değişim tezahürleri göstermesidir. Çünkü dindar erkeğin 1950’lerden itibaren yaşadığı serüveni, dindar kadın 1980’lerden itibaren yaşamaya başlamıştır…
Ama sorun şu ki; Yaşananlar kadınlarda biçimsel olarak görünmekte/görülmekte, erkeklerde yaşanan ise görünmemekte/görülmemekte ve bir parça da (bilerek ya da bilmeyerek) örtülmekte…
Dolayısıyla bu çerçevede özeleştiri yapacaksak kadından önce erkekten başlamamız; kronolojik olarak da, asıl meselemizin muhtevası itibariyle de daha doğru olacaktır…
Bir erkek olarak kalemize gol atmış sayılsam da… 😢😏🤣
Düşünsenize dostunuz size ihanet etmiş. Yani hayatta en çok güvendiğiniz kişi ya da kişiler güveni sarsan, sarsmanın ötesinde baltalayan hal ve harekette bulunmuş. Başka bir ifadeyle, güvendiğiniz dağlara karlar yağmış, her taraf buz tutmuş…
Tam da sınandığımız nokta burası! Tam da dostluğun sınandığı nokta! Hem de yüzeysel bir sınanma değil, esastan ve en temelden sınanma!
Böyle durumlarda ne yaparsınız?
İhaneti en ağır şekilde cezalandırmaya mı çalışırsınız? Büyük bir hayal kırıklığıyla dostluğu çöpe mi atarsınız? Yoksa “dostun ihaneti”ni affetmeyi mi seçersiniz?
Sona bırakmadan cevap vereyim; “dostun ihaneti”ni dahi affedebilmek dostluğun zirvesidir! Hatta zirvenin ötesi, affetmeye bile ihtiyaç duymadan dost kalmaya devam etmektir, dostumun canı sağolsun diyebilmektir…
Bu yaklaşımın normal koşullarda anlaşılmasının zor olduğunun farkındayım. Çünkü genelde dostluk, karşılıklı paylaşım ve fedakârlık olarak algılanır. Bu da bir süre sonra farkında olmadan ilişkilerin karşılıklılığı ve eşitlenmesi sonucunu doğurur. Bana göre dostluk, karşılık beklemeden kurulan ilişkidir. Karşılık beklediğimiz şeyler örtük biçimde çıkarı ve zamanla şokları beraberinde getirir. Dostlukta şoklar olmaz. Çünkü dostluk vermeye dayanır, almaya değil. Verdikçe daha çok dost olursunuz, dostunuzu seversiniz, dostunuzda kaybolursunuz. Sevdikçe daha da çok vermeye devam edersiniz…
Bir süre sonra verilen şeyin ve verdiğiniz kişilerin öneminden öte vermenin kendisi daha önemli hale gelir. Bu aşamada muhatabınızın Ahmet-Mehmet, Ayşe-Fatma olmasının çok ötesinde dostluğun bizatihi manasına vurulursunuz. Zirve tam da bu aşamada başlar. En zor kısım da budur. Zirveye yaklaştıkça risk artar; çatışma, kayma, düşme, basınç, yanma, korkma, kibir, rehavet vb onlarca faktör devreye girer. İmtihanın en zor aşamasında “dostun ihaneti”ni affetme olasılığı da azalır. Yine biliriz ki zirveden düşenler çoğunlukla zirveye en yakın noktalarda düşmeye başlarlar. Dostluğun manasını yitirmemek için de zirveye sabırla çıkmak, bunun için de “dostun ihaneti” dahi aşmak gerekir…
Meşhur “sarımsak tarlası hikayesi”nde delikanlıya söylenen; “git de babana söyle; biz öyle iki tokada sarımsak tarlasını satmayız!” sözü ve duruşu dostluğun zirvesini gösterdiği kadar “dostun ihaneti”ne olan dostça tutuma da işarettir. Dost odur ki ihanet etmesin, dost odur ki ihanetle karşılaşsa bile dostunu affedebilsin. Daha daha ileri gidip “dostun ihaneti”ni bile tebessümle karşılayabilsin, ona dostluk hatırına tekrar tekrar fırsat verebilsin, canı soğolsun diyebilsin…
Her ihanette, aldatmacada, yanılgıda “bana şöyle yaptı, böyle yaptı. Dost olan bunu yapar mı?” demek kendini merkeze almaktır. Dostluk ise tam tersi kendini merkezde çıkarıp sevdiğini merkeze almayı gerektirir. Kendinden geçmenin diğer adıdır dostluk. Çünkü dostluğa inanan, inancı oranında bencillikten uzaklaşır, zirveye ulaştıkça kendinden geçer. Kendinden geçtikçe de başkasının ne yapıp ettiğiyle değil, kendisinin daha neler neler yapması gerektiğine odaklanır. İhanetlere değil, manaya odaklanır. Hira’ya çıkıp, kendiyle uğraşıp, kendini aşıp, dağdan şehre inip; bir şehrin, coğrafyanın, ümmetin sorumluluğunu üstlenmek böyle bir şey. Şeriati’nin “aşk ve yalnızlık” manifestosundaki müteâl oluş hali böyle bir şey. Yüreğimize üç-beş insanı sığdıramazken tüm insanlığı, hatta tüm mahlukatı yüreğinde taşıyan velîlerin (gerçek dostların) hali böyle bir şey…
Dostluk şüphesiz çok değerli bir şey. Ama bu güzel şeyi basit karşılıklı ilişkilere, yapay iletişime, sembolik paylaşımlara indirgememek lazım. En ufak bir anlaşmazlıkta “dostum bana şöyle ihanet etti, böyle yanlış yaptı” serzenişleri yerine “En Yüce Dost”un gölgesinde dostluğu, alabildiğince zirveye çıkarmaya çabalamamız gerekir. Dostluk o kadar değerli ki ona zirveler yakışır. Dağların eteğindeki kısır hesaplaşmalar ve küçük alışverişler zaten özü itibariyle dostluk sayılmaz…
Geçenlerde Özbekistan’dayken Rusya’dan da dahil olan bazı isimlerle ülkelerimiz, ülkeler arası meselelerimiz, ekonomilerimiz üzerine hasbihal etmiştik. Ön plana çıkan nokta şuydu; Türkiye ve Özbekistan bulundukları bölgelerde “merkez ülke” hüviyetindeler. Merkezilik rollerini içerde, dışarda ve kendi aralarında hem etkili hem de ahenkli yürüttükleri takdirde bu yüzyılımızın şekillenmesinde çok önemli rol oynamış olacaklar.
Ağır entelektüel muhabbetin üzerine; “Emir Timur ile Sultan Beyazıt savaşmasalardı ne olurdu sorusunu tarihçiler hep sormuş ve farklı cevaplar vermişler. Bence savaşmasalardı dünyamız bambaşka olurdu” dedim ve gülüşerek ucu açık hasbihalimize virgül koyduk.
Daha önce de ifade ettiğim gibi; Türkiye, yurt dışındaki perspektifini içeriye de uygulayabilirse yeni evreleri, açılımları, hamleleri konuşmak ve gerçekleştirmek işten bile değil. Geçen yıllarda birkaç kez Sn Cumhurbaşkanımız Erdoğan “Türkiye İttifakı” ifadesini kullandı ama her dillendirildiğinde hem içerden hem dışardan atraksiyonlarla gündem dışı bırakıldı. Belki de en yakınındakiler bile sahiplenmediler. Böylece toplumun yüzde seksenine yakınından en az bir defa oy almış Sn Erdoğan, yüzde elli artı bir ufkuna hapsedildi. Vatandaşa ikinci partisi sorulduğunda yine yüzde seksenler oranında tercih edilen Ak Parti toplumun üçte birine ya da biraz fazlasına hitap eder çerçeveye çekildi. Diğer bir ifadeyle ana omurga (yüzde doksanı not alın, açıklayacağım) siyaseti yerine etnisiteci milliyetçilik presleriyle sağlı sollu sıkıştırılarak yüzde ellinin büyük başarı olduğuna adeta inandırıldı.
Taşkent’te yaptığımız müzakerede Türkiye’nin Rusya-Ukrayna savaşındaki aktif rolü gündem olmuş ve hem Rus hem de Özbek düşünürler küçük sayılabilecek bazı şerhlerle birlikte Sn Erdoğan’ın stratejisini çok başarılı bulmuşlardı. Özellikle siyasi ve ekonomik boyutların altını çizmişlerdi. Yazıyı yazdığım esnada yine Özbekistan’da gerçekleşen Şangay İşbirliği Toplantısı’ndaki atmosfer de Türkiye’nin ve Sn Erdoğan’ın algısının güçlendiğine işaret ediyordu.
Aynı şekilde Rusya-Ukrayna savaşındaki tutumumuza ilişkin ülkemizde yaptığımız değerlendirmelerde toplumun her kesiminden şerhlerle birlikte çok olumlu yaklaşımlara şahit olunca konuyla ilgili araştırmalara baktım ve gördüğüm kadarıyla başlangıçta yüzde yetmiş beş, şimdilerde yüzde seksen üstünde memnuniyet söz konusu.
Kritik soru şu; yüzde seksenlerde potansiyeli olan bir yaklaşım nasıl olur da yüzde elliye hapsolur? Bunu en iyi anlatacak kelime bence “daralma”. Ekonomik daralmadan bahsetmiyorum tabi ki. Devletlerin gidişatında bazen pandemi bazen ekonomi gibi faktörlerle daralmalar olur ama kastettiğim daralma; zihinsel, duygusal ve çevresel daralma.
Milli Görüş kodlarıyla yetişmiş Sn Erdoğan’ın ütopik gibi görünse de ufku “Yeni Bir Türkiye ve Yeni Bir Dünya” idi. Daha marjinal görüntü ve algı olsa da bu vizyon yetmişlerde de, seksenlerde de, doksanlarda da vardı. Ama bu geniş vizyonun oya yansıması yüzde onlar yirmiler bandını çok geçmiyordu. Az oy alınsa da doksanlarda bu vizyonun tezahürü, Sn Erdoğan’ı Beyoğlu’ndaki pavyonlara dahi oy istemek için yöneltebiliyordu. Çünkü vizyonun bir gereği de şuydu; toplumun her kesiminin yardıma ihtiyacı var; hem maddi, hem manevi. Ve temel yaklaşım şuydu; ülkemiz insanının her bir ferdinin maddi ve manevi gelişimine faydalı olmalıyız. Aynı şekilde dünyadaki her bir ferdin, mazlumun, siyahın, beyazın da adil bir şekilde maddi ve manevi felahına vesile olmalıyız.
Tam da bu ufkun mottosunu İsmet Özel o zamanlar “bize yüzde altı derler” diye ifade etmişti. Bu ifadede mevzunun odaklandığı yer rakamın küçüklüğü değil, iddianın büyüklüğüydü. Belki de İsmet Özel bu büyük iddianın geçici olan şeylere kurban edilmemesini işaret ediyordu. Bana kalırsa iddia “yüzde doksan”a yönelik iddiaydı. Her toplumun içinde yüzde onluk arızalılar olduğunu farz ettiğimizde yüzde altılardan yüzde seksenlere gelen ama aslında minimum yüzde doksanlara ulaşması gereken bir iddiadan bahsediyoruz. Bu büyük iddiadan vaz geçilemez. Konjonktür ya da seçim baskıları dönemsel atraksiyonları gerektirse de bu iddiadan vazgeçmek demek kendi olmaktan uzaklaşmak demektir.
“Mustafa Kemal yaşasaydı Refah Partili olurdu” sözünü politik bir söz olmaktan çıkartıp bu ülkenin her bir vatandaşına hitap eden bir bakış açısına evirdiğimizde ulaşılamayacak, anlatılamayacak, ikna edilemeyecek hemen hemen hiçbir ferdin olmadığı bir iddiadan bahsetmiş oluyoruz.
Peki bu iddiadan vaz mı geçildi? Siyaset ve şartlar gereği vaz mı geçmek gerekir? Daha somut şekilde soralım; 2023 seçimlerinde bu iddia işe yaramaz mı?
Biraz geriden alalım; önce Sn Erbakan ile, “ulaşılamaz” denilen iktidara ulaştı büyük iddia, Sn Erdoğan ile de “tutunulamaz” denilen iktidarda tutundu o büyük iddia. Her iki evrede de dikkat ederseniz merkezde “iktidar” kelimesi var. Çünkü mahrum bırakılan alan buydu ve dolayısıyla odak nokta da bu oldu. Buraya kadar her şey normal. Ama büyük iddia “iktidara gelmek” ya da “iktidara tutunmak” mıydı?
Kuşdiliyle ifade etmekten çıkalım, iddia şuydu; bu ülkenin her bir vatandaşının cennetine vesile olmak, hem bu dünyada hem ebedi hayatta. Hayali gibi görünen, aslında kodlarında çok derin inanç ve fikir barındıran ama elbette uygulaması çok zor olan yaklaşım yerine şartların da dayatmasıyla “bizden olanlar ve olmayanlar”, “sadıklar ve hainler” vb tasniflerle “daralmalar” yaşadık ve “kuşatıcılık”tan uzaklaştık.
Yukarda atıfta bulunduğum zihinsel, duygusal ve çevresel “daralma” konusuna girmeyeceğim daha önce ayrı bir yazıda yazdığım için ama konumuz gereği kuşatıcılığı biraz açayım;
Rusya-Ukrayna savaşındaki dış politikamızla ilgili beğeni araştırmalarında yüzde sekseni aşan beğeninin sebebini doğru anlamak gerekir. 28 Şubat’ta vatandaşımızın anlık somut çıktıya dönmese de daha sonraki siyasi süreçlere çok net rengini veren tutumunu, 15 Temmuz vb süreçlerdeki duruşunu doğru anlamak ve konumlamak gerekir. En yalın haliyle ifade edersek bu ülke insanının minimum “yüzde doksan”ının iki şeyle sorunu yok; Din-İman, Vatan-Millet. Bunlar en önemli ortak noktalar. Bir üçüncüsünü de geçenlerde bir dostum ekledi; Ekmek.
“Özbek aşı” meşhurdur. Aş (pilav) buluşmaları iyi günde, kötü günde, işte, eğlencede vb hayatın her aşamasında ortak paydadır. Ekmeğimiz, aşımız, emeğimiz de en önemli ortak paydamız. Onun içindir ki tüm politik yanlışlara ve manipülatif haberlere rağmen ülkemizdeki muhacirlere bakışımız halen gayet makuldür. Onun içindir ki ekmeğe/emeğe saygılıyız; zengin de olsak, fakir de olsak, mülteci de olsak ev sahibi de olsak. Onun içindir ki Din’e saygılıyız; ateist de olsak, dindar da olsak, arada da kalsak. Onun içindir ki Vatan’a saygılıyız; küskün de olsak, haksızlık da görsek, öfkeli de olsak. İçerdeyken ülkesini eleştireni görürsünüz ama eğer dışardayken eleştirmiyorsa hain değildir. Dinini hiç yaşamayanı görürsünüz ama eğer dine saygısızlık yapmıyorsa kafir diyemezsiniz. Ekmeği için yanlış yapıyorsa ama kimsenin malını gasp etmiyorsa ya da kimsenin ekmeği ile oynamıyorsa millet düşmanı diyemezsiniz.
Gelelim tekrar konuya; işte o Rusya-Ukrayna savaşındaki dış politikamızı yüzde seksen üstünde beğenenler vatan-millet ile sorunu olmayan insanlarımız. En uç parti olarak bilinen partilerin bile minimum yüzde otuzu dış politikadaki bu yaklaşımı doğru bulmuşsa son can alıcı soruyu soralım; peki dış politikadaki bu takdirin sebebi nedir?
Sorunun cevabının kapsamlı bilimsel analizini uzmanlarına bırakarak, sık sık dışarıdan bakma fırsatı olan biri olarak hap gibi yazayım; dışarıda “kuşatıcılık”, “gönüllülük”, “özgünlük” ve “faydalılık” çerçevesinde meselelere yaklaşıldığı için kredibilitesi artan bir ülke ve Sn Erdoğan söz konusu. Tüm devletlerle görüşerek ‘kuşatıcılık’, başta “gönül coğrafyası” olmak üzere ülkeler ve yöneticileriyle insani ilişkiler ve yardımlaşmalar ile ‘gönüllülük’, klasik uluslararası ilişkiler paradigmasını ezbere uygulamak yerine tarihi, kültürel, jeopolitik konumlanmaları da hesaba katmak suretiyle ‘özgünlük’, Türkiye’nin menfaatlerini hesaba katarak da ‘faydalılık’ esaslı dış politika uygulanıyor ve insanımızda da, dışarıda da bunun karşılığını görüyoruz. Dönemsel vize engellemelerine takılmadan, inip çıkan konjonktörel atışmalara prim vermeden baktığınızda halklar nezdinde, diğer ülkelerin işadamları, diplomatları, bürokratları ve siyasetçileri nezdinde de bunu görmeniz mümkün; bazen kızgınlıkla ve hasetle, bazen de muhabbetle. Sonuç itibariyle göz önünde olan ve çoğunlukla gözde olan bir Devletten ve Başkanından bahsetmek mümkün.
Yukarıdaki soru normal şartlarda son soruydu ama bir soru daha sorarak yazıyı bitirelim. Aslında bu soru değil, sorun; dış politikadaki kuşatıcılık neden iç politikaya yansıtılamıyor?
En kısa cevabı başlıktan hareketle verelim; çünkü “bize yüzde altı derler” direnciyle yola çıkan ve ama “yüzde doksan”a hitap eden ve de etmesi gereken bir topluluk şimdilerde “bize yüzde elli artı bir yeter” daralmasına hapsolmuş durumda. Bu cendereden acil olarak çıkılmak zorunda. Hemen aklınıza muhatap olarak siyasetçiler gelmesin ve kolay yoldan tüm yükü siyasetçilere boca etmeyin; sivil toplumdan kanaat önderine, işadamından bürokrata, diplomattan akademisyene, iktidardan muhalefete kadar bu ülkede Din-Vatan-Ekmek derdi olan herkesin ufuk pencerelerini yeniden açma zorunluluğu ve sorumluluğu var. Din de Vatan da Ekmek de ancak ortak yaşamla mümkün olur. Ortak yaşam ise Müslüman, laik, liberal, sol, sağ, Türk, Kürt, Arap, Alevi, Sünni, fakir, zengin vb ülkemizin tüm kimlik ve hallerine hamilik yaparak sağlanır.
Onun içindir ki ısrarla Türkiye İttifakı’na çalışmamız gerektiğine inanıyorum seçim ittifakımızın adı ne olursa olsun. Onun içindir ki ısrarla “bize yüzde doksan derler” ufkuna açılmayı savunuyorum, ülkemizden cihana açılan bir vizyonla. Bu kadar basit mi? Evet, bu ufka yönelir ve vizyonun gereğini yaparsak bu kadar basit! Ama tabi ki inanarak, kararlılıkla ve zamanla. Detayı, alt başlıkları, maddeleri, raporları, projeksiyonları yok mu? Elbette var! Onu da profesyoneller çalışsın! 🙂
2022-2023 yılları, siyasi ve ekonomik gündemin yoğunluğu/belirleyiciliği ile geçecek gibi görünüyor. Siyaset ve ekonomi, diğer tüm alanları etkilediği ve yönlendirdiği için diğer alanlar da bu iki gündemle kurdukları ilişkiye göre verimlilik ya da verimsizlik yaşayacaklardır…
Tabii ki gündemi takip etmek herkes için gerekli. Ama takip yöntemleri farklı; kimi sıcak (anlık/günlük) gündemi takip eder, kimi haftalık, kimiyse aylık veya yıllık. Herkesin cümbür cemaat günübirlik olaylara kilitlendiği toplumlarda bugünümüz de geleceğimiz de sağlıklı inşa edilemez…
Herkesin sıcak gündemi aynı derecede ve aynı şekilde takip etmesi beklenmez ve esasında doğru da değil. Örneğin medya mensubu anlık, siyasetçi ise günlük takip eder gündemi. Akademisyenin ve STK’cinin her gün gündemle hemhal olması ise faydadan çok zarar getirir…
İş adamlarının ise (para piyasaları vb. değişken durumlar hariç) anlık seyirlerden çok etkilenmemeleri işlerinin istikrarı açısından daha önemlidir. Hemen aklınıza olağanüstü durumlar gelecek, merak etmeyin; acil ve olağanüstü durumlardan ilgili herkes zaten haberdar olur ve imkanı/ufku ölçüsünde gereğini yapar…
Mütefekkirlerin, sanatçıların, manevi önderlerin ise günübirlik olandan uzak durmaları makbuldür. Çünkü onlar sadece bugünü/ânı görmez ve yaşamazlar. Asırlardan süzülüp gelir, bugünü anlar, gelecek asırlara bakar ve çözüm sunarlar, yakın zamanda kaybettiğimiz Sezai Karakoç gibi…
Bildim bileli ülkemde her seçim “çok önemli” ve özellikle siyasetçiler için her seçim “hayat-memat meselesi.” 80’li 90’lı yılları da yakından müşahede etmiştim, değişen pek bir şey yok; o zaman da her seçim “tarihi seçim” olurdu ve bir türlü normal bir seçim geçiremezdik..
Her seçim siyasetçiler için elbette “en önemli seçim”dir ve bu gayet de normaldir. Her birimizin siyasi tercihi var ama hepimiz siyasetçi değiliz. Bulunduğumuz alanı (bürokrasi, STK, akademi, iş dünyası, kültür, sanat, spor…) ve o alanın gündemini “en önemli iş” olarak görmediğimiz sürece topyekün güncel tartışmalara mahkum oluruz…
Gelin 2022 ve 2023 için herkes kendi alanıyla ilgili plan, program, hedef ve strateji belirlesin ve ona göre yol haritasını ortaya koyarak çalışmalarına odaklansın, derinleşsin. Günler gelip geçer; polemiklerin, tarafgirliklerin, karşıtlıkların, hizipleşmelerin, gerginliklerin gelip geçtiği gibi. Geriye ne mi kalır?
Geriye güncel tartışmalarımız ve günübirlik çekişmelerimiz değil, aşağıdaki Hadis-i Şerif’teki evrensel mesaj kalır; “Sevdiğini ölçülü sev, belki ona bir gün buğz (nefret) edersin. Buğz ettiğine de ölçülü buğz et. Olur ki bir gün onu seversin.” (Buhari)
Hepimiz gibi “hocalar”, “mürşitler” ve “mütefekkirler” de imtihanda. Maalesef çoğu bu imtihan süreçlerini (en azından dönemsel olarak) unvanlarına ve alanlarına yakışır şekilde sürdüremiyor…
Benim tanıdığım hocalar, mürşitler ve mütefekkirler; deniz feneri gibiydiler. Sabırla ve kararlılıkla duruşlarını korur; dalgaya, rüzgara, fırtınaya göre pozisyon almaz, her halükarda olması gereken yerde dururlardı. Boyunlarını eğmez, gelip geçene aldırmaz, değer verilip verilmediğine bakmaz, geçen her geminin istikametini belirleyeceği şekilde fenerini tutmaya devam ederlerdi. Işığı önemseyen yolunu bulur, aldırmayan ise rotasızlığın savruluşunu yaşar ve ceremesini çekerdi…
Şimdilerde hocalarımız, mürşitlerimiz, mütefekkirlerimiz asırlarca yol gösterecek ışık olmak yerine yanıp sönen alevleri tercih eder oldular. Çoğu zaman alevin doğallığı bile yok, maytap ışığı gibi geçici aydınlık peşindeler sanki…
Özellikle sosyal medyanın cazibesi ve siyasetin güncel/kısayollu imkanları, bize yol göstermesi gereken hocaları, mürşitleri ve mütefekkirleri popülizmin şehvetine gark etti adeta. Ortalama bir insandan daha fazla twit atan, ‘neden daha çok beğeni almıyorum’ diye müntesiplerine kızan, ilim meclislerinde tartışılması gereken tali konuları youtube’da tartışan, TV ekranlarının ışıltısına meyleden, her konuda yorum yapan, tarafgirler ve karşıtlar kategorisine hapsolan hocalar, mürşitler ve mütefekkirler türedi…
Benim tanıdığım hocalar, mürşitler ve mütefekkirler; küçük hesaplar ve kavgalar, basit adamlar ve olaylar, kısır tartışmalar ve çekişmeler, kısa vadeli işler ve hedefler ile uğraşmazlardı. Bir insanı daha nasıl kurtarabilirim, bir kişinin daha cennete girmesine vesile olabilir miyim, bir harf daha öğretebilir miyim, bir iyilik daha yapabilir miyim, bir kalp daha onarabilir miyim, bir marufu yayıp bir münkeri daha nasıl engelleyebilirim diye çabalarlardı…
Benim tanıdığım hocalar, mürşitler ve mütefekkirler; on yıl sonra ülkenin ve ümmetin hali nice olacak derdinin de ötesine geçip bir asır sonra, beş asır sonra ülkemin ve ümmetimin ve hatta cihanın geleceğine nasıl katkı sunabilirim, birkaç asır sonrasında nasıl bir medeniyet teşekkül edecek, sanattan mimariye, fikirden amele, ahlaktan maneviyata, iktisattan siyasete tüm dünyaya ne sözümüz olacak diye çırpınırlardı. Geceleri bu dertle ağlar, dua eder; gündüzleri bu dertle çabalarlardı…
Benim tanıdığım hocalar, mürşitler ve mütefekkirler; görünüşü, gösterişi, şovu, kibri, reklamı, pr’ı, kalabalığı, maaşı, parayı-pulu, iltifatı, makamı, unvanı, hatta ödülü ve aklınıza gelen her türlü ayartıcılığı ellerinin tersiyle iterlerdi. Televizyona ‘çıkmamak’ için kırk takla atar, ödül törenlerine ve protokollere katılmamak için köşe bucak kaçar, fotoğraf ya da kamera görünce büzülüp görünmez olur, iltifat edilince utanıp yüzü kızarır, olmadı oradan uzaklaşırlardı…
Benim tanıdığım hocalar, mürşitler ve mütefekkirler; tevazuyu, sekineti, az kelamı, az yemeyi, az uyumayı, kanaatkarlığı, dertlenmeyi, duayı, kalbi, ruhu, hasbihali, muhabbeti önemserlerdi. Rahmetli babamdan da şahit olduğum gibi bir (sayıyla 1) adet öğrenci (talip) için tüm hayat programlarını değiştirir, arınmak isteyen veya sokaktan geçen herhangi bir insan için tüm zamanlarıyla ve arzularıyla seferber olur, fikir çilesi çeken bir araştırmacı için kütüphaneler devirirlerdi. Karşılarına çıkan her bir kişinin, olur ya belki de ‘cennetine vesile’ olacağına inanır, onu kaybetmemek için sahabeler gibi ‘sanki başının üstünde kuş varmış ve en ufak bir harekette uçacakmış’ hassasiyetiyle muamele ederlerdi. Kaybetmek, reddetmek, tüketmek, dışlamak üzere değil; kazanmak, bağrına basmak, inşa etmek, kuşatmak üzere hareket ederlerdi…
Benim tanıdığım hocalar, mürşitler ve mütefekkirler; işletmeci gibi davranmaz ama medreselerinde, tekkelerinde, ocaklarında her şey tıkır tıkır işlerdi. Kim neyi nasıl yapar anlayamazdınız. Adeta her şey kendiliğinden olurdu. Finansçı gibi davranmazlardı ama her zaman içilecek bir çay ya da çorba olur, her gelen mutlaka bir ikramla geri dönerdi. Medyacı gibi değillerdi ama alimin ilmi, mürşidin irşadı, mütefekkirin fikri mutlaka ilgilisine ulaşır, en ilkel yöntemlerle bile ülkenin kışlaklarına, dağlarındaki çobanlarına, hatta saraylardaki yöneticilere ulaşır ve tesir ederdi. Savaşçı değillerdi ama en azılı düşmanlar, en güçlü ordular, en karizmatik liderler bile onları yenemez, onlara diz çöktüremezdi. Ve çoğu zaman o manevi güçlerini ve duruşlarını takdir ederek gelip önlerinde diz çöker; istişare eder, dua ister ve vizyon kazanırlardı…
Benim tanıdığım hocalar, mürşitler ve mütefekkirler; Sühreverdi gibi devlet görevlerinden, makamlarından, kurumlarından ve yetkililerinden, günübirlik siyasetten, ekipçilikten, grupçuluktan, şuculuktan-buculuktan uzak dururlardı. İmam Azam gibi hak ve adalet uğruna serden geçerlerdi. Particilik, mezhepçilik, meşrepçilik, ırkçılık, kavmiyetçilik yapmazlardı. Tüm insanlığa ilişkin, hatta tüm varlıklara ilişkin dertleri olurdu. Tarafgirlikleri sadece Hakk’a ve hakikate, karşıtlıkları ise sadece zulme ve münkere idi. En zor şartlarda da en konforlu dönemlerde de asaletlerinden asla taviz vermez, hiç kimseye minnet etmezlerdi…
Yürüyüşü sadece yürümekten ibaret görmüyorum. Yürüyüş uzun bir yola çıkmaktır. Yolda olmak ve yol almaktır. Bazen denizde yol alırsınız, bazen karada; bazen havada yol alırsınız bazen de bir bineğin üstünde; at olur, motor olur, araba ya da bisiklet olur.
Triatlon yürümenin üç halini barındırır; yüzerek, binerek ve koşarak yol alırsınız. Yürüyüşünüz bu her üç halde de kendinizedir. Peygamber (sav)’in “Evlatlarınıza yüzmeyi, binmeyi ve atıcılığı öğretin!” buyruğunun kısmi tecessümüdür.
Ahmet Yüksel Özemre’nin hayatını okurken Pentatlon ile (yüzme, atıcılık, eskrim, binicilik, koşu) yaptığını okuyunca çok şaşırmıştım ve Peygamberimiz (sav)’in “atıcılık” tavsiyesinin dahil edilmesine sevinmiş, bundan cesaret almıştım.12 Eylül 2021’de Dünyada ilk defa düzenlenecek olan Boğaziçi Kıtalararası Triatlon Yarışması’nı duyunca bir anda katılmaya karar vermiştim. Çok da hazırlıklı değildim. Özellikle bisiklet kısmında zayıf olmam beni endişelendirmişti ama yarış günü başlayıp gayret edince birkaç aksiliğe rağmen tüm etapları tamamlamak nasip oldu.
Hayatımızın bir yürüyüşten ibaret olduğuna hep inandım. Yürümenin de püf noktasının başlamak olduğuna. Başlayınca, adım atınca, yola çıkınca, kapıdan çıkınca yürümüş oluyorsunuz. Yürüdükçe yol alıyorsunuz. Yol aldıkça yürüyüşün ne çok şey olduğunu fark ediyorsunuz.
Boğaz’da yüzerken denizin karartısında korkuyu, sualtı yaşamında farklılığı, su üstündeki dalgalar ve akıntıda sonsuzluğu yaşıyorsunuz. Bisikletle köprüleri geçerken kıtaların birleşmesini, hızlanırken hayatın kısalığını, yavaşlarken tefekkürü yaşıyorsunuz. Beykoz’da sahilde koşarken tarihi yaşıyor, sabah yeni dükkanını açmış esnafla selamlaşırken bereketi hissediyor, doğanın güzelliğini görürken de şükrü yaşıyorsunuz.
Eğer acımasız yarış modunda değilsek, keyfimizce yürüyorsak, aslında yürüyüşlerimizde bütün boyutlarıyla hayatı müşahede etmiş oluyoruz. Hayatı indi boyutlarıyla yaşamak, edilgen yaşamak, tüketerek yaşamak bizi kendimizden uzaklaştırıyor. Suyla, havayla, toprakla buluştuğumuzda hayatın bizim ürettiklerimizden ibaret olmadığını fark ediyoruz, haddimizi bilmeye başlıyoruz.
Yürüyüş suyun azizliğini, havanın nimetini, toprağın bereketini hatırlatır bize. Yürüdükçe kendimiz dışındaki yaşamlara ve alanlara daha saygılı olmaya başlarız. İnsanlığın özellikle son yüzyıllardaki hoyratlığından ibaret olmayan bir kainatın varlığını hissederiz. Çünkü yürüyüş düşünmektir, anlamaktır, keşfetmektir. Çünkü yürüyüş çabalamaktır, yaşamaktır, yaşatmaktır.
Yüzerek, binerek, koşarak ve atarak aslında vücudumuzun tüm sınırlarını, sinirlerini, kaslarını, hislerini harekete geçirmiş oluyoruz. Allah’ın yarattığı her bir hücrenin kıymetini ve geliştirilmesi gerektiğini kavrıyoruz.
Hareketin bereketini yaşıyoruz. Durağanlığın, tembelliğin, pasifliğin aslında tüketmek olduğunu, emanete hürmetsizlik olduğunu anlıyoruz. Bedenimizi, ruhumuzu ve zihnimizi aynı anda devreye sokuyoruz. Bir bakıma bütün yönlerimizle insan olmuş oluyoruz, tamı tamına insan olmuş oluyoruz. Bütün yönleriyle insan. Fizik ve metafizik boyutuyla insan. Dipdiri insan. Dağların kaldırmaya cesaret edemediği ağır emaneti omuzlayabilecek güçte insan.
Yürüyüş çok şeydir. Her çabamız bir yürüyüştür. Yeter ki besmele çekerek adım atalım. Yeter ki seher vakti yola çıkalım. Yeter ki yol almanın gerekliliğine inanalım. Göreceksiniz ki yolumuz da aydınlanacak, istikametimiz de kavileşecek, en şerefli mahluk olarak, irademizle çok şey yapmış olacağız.
Önceki yazımızda Vadi’de yürüyüşün anlamı üzerinde durmuş ve mümkünse bu yürüyüşlerin seher vaktinde camilerden başlamasına değinmiştik… Bahsettiğimiz camilerden biri de Ömer Nasuhi Bilmen isimli şirin mi şirin Cami. Binaların...
Tarihimizde önemli yer tutan İmam-Hatip okullarının dünü ve bugünü yakın tarihimiz için öncelikli konulardan biri olmuştur. ÖNDER İmam-Hatipler Derneği’nin çalışmaları ve geleceğe yönelik projelerini Yeni Söz Gazetesi ile söyleşide...