Geçenlerde Özbekistan’dayken Rusya’dan da dahil olan bazı isimlerle ülkelerimiz, ülkeler arası meselelerimiz, ekonomilerimiz üzerine hasbihal etmiştik. Ön plana çıkan nokta şuydu; Türkiye ve Özbekistan bulundukları bölgelerde “merkez ülke” hüviyetindeler. Merkezilik rollerini içerde, dışarda ve kendi aralarında hem etkili hem de ahenkli yürüttükleri takdirde bu yüzyılımızın şekillenmesinde çok önemli rol oynamış olacaklar.
Ağır entelektüel muhabbetin üzerine; “Emir Timur ile Sultan Beyazıt savaşmasalardı ne olurdu sorusunu tarihçiler hep sormuş ve farklı cevaplar vermişler. Bence savaşmasalardı dünyamız bambaşka olurdu” dedim ve gülüşerek ucu açık hasbihalimize virgül koyduk.
Daha önce de ifade ettiğim gibi; Türkiye, yurt dışındaki perspektifini içeriye de uygulayabilirse yeni evreleri, açılımları, hamleleri konuşmak ve gerçekleştirmek işten bile değil. Geçen yıllarda birkaç kez Sn Cumhurbaşkanımız Erdoğan “Türkiye İttifakı” ifadesini kullandı ama her dillendirildiğinde hem içerden hem dışardan atraksiyonlarla gündem dışı bırakıldı. Belki de en yakınındakiler bile sahiplenmediler. Böylece toplumun yüzde seksenine yakınından en az bir defa oy almış Sn Erdoğan, yüzde elli artı bir ufkuna hapsedildi. Vatandaşa ikinci partisi sorulduğunda yine yüzde seksenler oranında tercih edilen Ak Parti toplumun üçte birine ya da biraz fazlasına hitap eder çerçeveye çekildi. Diğer bir ifadeyle ana omurga (yüzde doksanı not alın, açıklayacağım) siyaseti yerine etnisiteci milliyetçilik presleriyle sağlı sollu sıkıştırılarak yüzde ellinin büyük başarı olduğuna adeta inandırıldı.
Taşkent’te yaptığımız müzakerede Türkiye’nin Rusya-Ukrayna savaşındaki aktif rolü gündem olmuş ve hem Rus hem de Özbek düşünürler küçük sayılabilecek bazı şerhlerle birlikte Sn Erdoğan’ın stratejisini çok başarılı bulmuşlardı. Özellikle siyasi ve ekonomik boyutların altını çizmişlerdi. Yazıyı yazdığım esnada yine Özbekistan’da gerçekleşen Şangay İşbirliği Toplantısı’ndaki atmosfer de Türkiye’nin ve Sn Erdoğan’ın algısının güçlendiğine işaret ediyordu.
Aynı şekilde Rusya-Ukrayna savaşındaki tutumumuza ilişkin ülkemizde yaptığımız değerlendirmelerde toplumun her kesiminden şerhlerle birlikte çok olumlu yaklaşımlara şahit olunca konuyla ilgili araştırmalara baktım ve gördüğüm kadarıyla başlangıçta yüzde yetmiş beş, şimdilerde yüzde seksen üstünde memnuniyet söz konusu.
Kritik soru şu; yüzde seksenlerde potansiyeli olan bir yaklaşım nasıl olur da yüzde elliye hapsolur? Bunu en iyi anlatacak kelime bence “daralma”. Ekonomik daralmadan bahsetmiyorum tabi ki. Devletlerin gidişatında bazen pandemi bazen ekonomi gibi faktörlerle daralmalar olur ama kastettiğim daralma; zihinsel, duygusal ve çevresel daralma.
Milli Görüş kodlarıyla yetişmiş Sn Erdoğan’ın ütopik gibi görünse de ufku “Yeni Bir Türkiye ve Yeni Bir Dünya” idi. Daha marjinal görüntü ve algı olsa da bu vizyon yetmişlerde de, seksenlerde de, doksanlarda da vardı. Ama bu geniş vizyonun oya yansıması yüzde onlar yirmiler bandını çok geçmiyordu. Az oy alınsa da doksanlarda bu vizyonun tezahürü, Sn Erdoğan’ı Beyoğlu’ndaki pavyonlara dahi oy istemek için yöneltebiliyordu. Çünkü vizyonun bir gereği de şuydu; toplumun her kesiminin yardıma ihtiyacı var; hem maddi, hem manevi. Ve temel yaklaşım şuydu; ülkemiz insanının her bir ferdinin maddi ve manevi gelişimine faydalı olmalıyız. Aynı şekilde dünyadaki her bir ferdin, mazlumun, siyahın, beyazın da adil bir şekilde maddi ve manevi felahına vesile olmalıyız.
Tam da bu ufkun mottosunu İsmet Özel o zamanlar “bize yüzde altı derler” diye ifade etmişti. Bu ifadede mevzunun odaklandığı yer rakamın küçüklüğü değil, iddianın büyüklüğüydü. Belki de İsmet Özel bu büyük iddianın geçici olan şeylere kurban edilmemesini işaret ediyordu. Bana kalırsa iddia “yüzde doksan”a yönelik iddiaydı. Her toplumun içinde yüzde onluk arızalılar olduğunu farz ettiğimizde yüzde altılardan yüzde seksenlere gelen ama aslında minimum yüzde doksanlara ulaşması gereken bir iddiadan bahsediyoruz. Bu büyük iddiadan vaz geçilemez. Konjonktür ya da seçim baskıları dönemsel atraksiyonları gerektirse de bu iddiadan vazgeçmek demek kendi olmaktan uzaklaşmak demektir.
“Mustafa Kemal yaşasaydı Refah Partili olurdu” sözünü politik bir söz olmaktan çıkartıp bu ülkenin her bir vatandaşına hitap eden bir bakış açısına evirdiğimizde ulaşılamayacak, anlatılamayacak, ikna edilemeyecek hemen hemen hiçbir ferdin olmadığı bir iddiadan bahsetmiş oluyoruz.
Peki bu iddiadan vaz mı geçildi? Siyaset ve şartlar gereği vaz mı geçmek gerekir? Daha somut şekilde soralım; 2023 seçimlerinde bu iddia işe yaramaz mı?
Biraz geriden alalım; önce Sn Erbakan ile, “ulaşılamaz” denilen iktidara ulaştı büyük iddia, Sn Erdoğan ile de “tutunulamaz” denilen iktidarda tutundu o büyük iddia. Her iki evrede de dikkat ederseniz merkezde “iktidar” kelimesi var. Çünkü mahrum bırakılan alan buydu ve dolayısıyla odak nokta da bu oldu. Buraya kadar her şey normal. Ama büyük iddia “iktidara gelmek” ya da “iktidara tutunmak” mıydı?
Kuşdiliyle ifade etmekten çıkalım, iddia şuydu; bu ülkenin her bir vatandaşının cennetine vesile olmak, hem bu dünyada hem ebedi hayatta. Hayali gibi görünen, aslında kodlarında çok derin inanç ve fikir barındıran ama elbette uygulaması çok zor olan yaklaşım yerine şartların da dayatmasıyla “bizden olanlar ve olmayanlar”, “sadıklar ve hainler” vb tasniflerle “daralmalar” yaşadık ve “kuşatıcılık”tan uzaklaştık.
Yukarda atıfta bulunduğum zihinsel, duygusal ve çevresel “daralma” konusuna girmeyeceğim daha önce ayrı bir yazıda yazdığım için ama konumuz gereği kuşatıcılığı biraz açayım;
Rusya-Ukrayna savaşındaki dış politikamızla ilgili beğeni araştırmalarında yüzde sekseni aşan beğeninin sebebini doğru anlamak gerekir. 28 Şubat’ta vatandaşımızın anlık somut çıktıya dönmese de daha sonraki siyasi süreçlere çok net rengini veren tutumunu, 15 Temmuz vb süreçlerdeki duruşunu doğru anlamak ve konumlamak gerekir. En yalın haliyle ifade edersek bu ülke insanının minimum “yüzde doksan”ının iki şeyle sorunu yok; Din-İman, Vatan-Millet. Bunlar en önemli ortak noktalar. Bir üçüncüsünü de geçenlerde bir dostum ekledi; Ekmek.
“Özbek aşı” meşhurdur. Aş (pilav) buluşmaları iyi günde, kötü günde, işte, eğlencede vb hayatın her aşamasında ortak paydadır. Ekmeğimiz, aşımız, emeğimiz de en önemli ortak paydamız. Onun içindir ki tüm politik yanlışlara ve manipülatif haberlere rağmen ülkemizdeki muhacirlere bakışımız halen gayet makuldür. Onun içindir ki ekmeğe/emeğe saygılıyız; zengin de olsak, fakir de olsak, mülteci de olsak ev sahibi de olsak. Onun içindir ki Din’e saygılıyız; ateist de olsak, dindar da olsak, arada da kalsak. Onun içindir ki Vatan’a saygılıyız; küskün de olsak, haksızlık da görsek, öfkeli de olsak. İçerdeyken ülkesini eleştireni görürsünüz ama eğer dışardayken eleştirmiyorsa hain değildir. Dinini hiç yaşamayanı görürsünüz ama eğer dine saygısızlık yapmıyorsa kafir diyemezsiniz. Ekmeği için yanlış yapıyorsa ama kimsenin malını gasp etmiyorsa ya da kimsenin ekmeği ile oynamıyorsa millet düşmanı diyemezsiniz.
Gelelim tekrar konuya; işte o Rusya-Ukrayna savaşındaki dış politikamızı yüzde seksen üstünde beğenenler vatan-millet ile sorunu olmayan insanlarımız. En uç parti olarak bilinen partilerin bile minimum yüzde otuzu dış politikadaki bu yaklaşımı doğru bulmuşsa son can alıcı soruyu soralım; peki dış politikadaki bu takdirin sebebi nedir?
Sorunun cevabının kapsamlı bilimsel analizini uzmanlarına bırakarak, sık sık dışarıdan bakma fırsatı olan biri olarak hap gibi yazayım; dışarıda “kuşatıcılık”, “gönüllülük”, “özgünlük” ve “faydalılık” çerçevesinde meselelere yaklaşıldığı için kredibilitesi artan bir ülke ve Sn Erdoğan söz konusu. Tüm devletlerle görüşerek ‘kuşatıcılık’, başta “gönül coğrafyası” olmak üzere ülkeler ve yöneticileriyle insani ilişkiler ve yardımlaşmalar ile ‘gönüllülük’, klasik uluslararası ilişkiler paradigmasını ezbere uygulamak yerine tarihi, kültürel, jeopolitik konumlanmaları da hesaba katmak suretiyle ‘özgünlük’, Türkiye’nin menfaatlerini hesaba katarak da ‘faydalılık’ esaslı dış politika uygulanıyor ve insanımızda da, dışarıda da bunun karşılığını görüyoruz. Dönemsel vize engellemelerine takılmadan, inip çıkan konjonktörel atışmalara prim vermeden baktığınızda halklar nezdinde, diğer ülkelerin işadamları, diplomatları, bürokratları ve siyasetçileri nezdinde de bunu görmeniz mümkün; bazen kızgınlıkla ve hasetle, bazen de muhabbetle. Sonuç itibariyle göz önünde olan ve çoğunlukla gözde olan bir Devletten ve Başkanından bahsetmek mümkün.
Yukarıdaki soru normal şartlarda son soruydu ama bir soru daha sorarak yazıyı bitirelim. Aslında bu soru değil, sorun; dış politikadaki kuşatıcılık neden iç politikaya yansıtılamıyor?
En kısa cevabı başlıktan hareketle verelim; çünkü “bize yüzde altı derler” direnciyle yola çıkan ve ama “yüzde doksan”a hitap eden ve de etmesi gereken bir topluluk şimdilerde “bize yüzde elli artı bir yeter” daralmasına hapsolmuş durumda. Bu cendereden acil olarak çıkılmak zorunda. Hemen aklınıza muhatap olarak siyasetçiler gelmesin ve kolay yoldan tüm yükü siyasetçilere boca etmeyin; sivil toplumdan kanaat önderine, işadamından bürokrata, diplomattan akademisyene, iktidardan muhalefete kadar bu ülkede Din-Vatan-Ekmek derdi olan herkesin ufuk pencerelerini yeniden açma zorunluluğu ve sorumluluğu var. Din de Vatan da Ekmek de ancak ortak yaşamla mümkün olur. Ortak yaşam ise Müslüman, laik, liberal, sol, sağ, Türk, Kürt, Arap, Alevi, Sünni, fakir, zengin vb ülkemizin tüm kimlik ve hallerine hamilik yaparak sağlanır.
Onun içindir ki ısrarla Türkiye İttifakı’na çalışmamız gerektiğine inanıyorum seçim ittifakımızın adı ne olursa olsun. Onun içindir ki ısrarla “bize yüzde doksan derler” ufkuna açılmayı savunuyorum, ülkemizden cihana açılan bir vizyonla. Bu kadar basit mi? Evet, bu ufka yönelir ve vizyonun gereğini yaparsak bu kadar basit! Ama tabi ki inanarak, kararlılıkla ve zamanla. Detayı, alt başlıkları, maddeleri, raporları, projeksiyonları yok mu? Elbette var! Onu da profesyoneller çalışsın! 🙂