Düşünsenize dostunuz size ihanet etmiş. Yani hayatta en çok güvendiğiniz kişi ya da kişiler güveni sarsan, sarsmanın ötesinde baltalayan hal ve harekette bulunmuş. Başka bir ifadeyle, güvendiğiniz dağlara karlar yağmış, her taraf buz tutmuş…

Tam da sınandığımız nokta burası! Tam da dostluğun sınandığı nokta! Hem de yüzeysel bir sınanma değil, esastan ve en temelden sınanma!

Böyle durumlarda ne yaparsınız?

İhaneti en ağır şekilde cezalandırmaya mı çalışırsınız? Büyük bir hayal kırıklığıyla dostluğu çöpe mi atarsınız? Yoksa “dostun ihaneti”ni affetmeyi mi seçersiniz?

Sona bırakmadan cevap vereyim; “dostun ihaneti”ni dahi affedebilmek dostluğun zirvesidir! Hatta zirvenin ötesi, affetmeye bile ihtiyaç duymadan dost kalmaya devam etmektir, dostumun canı sağolsun diyebilmektir…

Bu yaklaşımın normal koşullarda anlaşılmasının zor olduğunun farkındayım. Çünkü genelde dostluk, karşılıklı paylaşım ve fedakârlık olarak algılanır. Bu da bir süre sonra farkında olmadan ilişkilerin karşılıklılığı ve eşitlenmesi sonucunu doğurur. Bana göre dostluk, karşılık  beklemeden kurulan ilişkidir. Karşılık beklediğimiz şeyler örtük biçimde çıkarı ve zamanla şokları beraberinde getirir. Dostlukta şoklar olmaz. Çünkü dostluk vermeye dayanır, almaya değil. Verdikçe daha çok dost olursunuz, dostunuzu seversiniz, dostunuzda kaybolursunuz. Sevdikçe daha da çok vermeye devam edersiniz…

Bir süre sonra verilen şeyin ve verdiğiniz kişilerin öneminden öte vermenin kendisi daha önemli hale gelir. Bu aşamada muhatabınızın Ahmet-Mehmet, Ayşe-Fatma olmasının çok ötesinde dostluğun bizatihi manasına vurulursunuz. Zirve tam da bu aşamada başlar. En zor kısım da budur. Zirveye yaklaştıkça risk artar; çatışma, kayma, düşme, basınç, yanma, korkma, kibir, rehavet vb onlarca faktör devreye girer. İmtihanın en zor aşamasında “dostun ihaneti”ni affetme olasılığı da azalır. Yine biliriz ki zirveden düşenler çoğunlukla zirveye en yakın noktalarda düşmeye başlarlar. Dostluğun manasını yitirmemek için de zirveye sabırla çıkmak, bunun için de “dostun ihaneti” dahi aşmak gerekir…

Meşhur “sarımsak tarlası hikayesi”nde delikanlıya söylenen; “git de babana söyle; biz öyle iki tokada sarımsak tarlasını satmayız!” sözü ve duruşu dostluğun zirvesini gösterdiği kadar “dostun ihaneti”ne olan dostça tutuma da işarettir. Dost odur ki ihanet etmesin, dost odur ki ihanetle karşılaşsa bile dostunu affedebilsin. Daha daha ileri gidip “dostun ihaneti”ni bile tebessümle karşılayabilsin, ona dostluk hatırına tekrar tekrar fırsat verebilsin, canı soğolsun diyebilsin…

Her ihanette, aldatmacada, yanılgıda “bana şöyle yaptı, böyle yaptı. Dost olan bunu yapar mı?” demek kendini merkeze almaktır. Dostluk ise tam tersi kendini merkezde çıkarıp sevdiğini merkeze almayı gerektirir. Kendinden geçmenin diğer adıdır dostluk. Çünkü dostluğa inanan, inancı oranında bencillikten uzaklaşır, zirveye ulaştıkça kendinden geçer. Kendinden geçtikçe de başkasının ne yapıp ettiğiyle değil, kendisinin daha neler neler yapması gerektiğine odaklanır. İhanetlere değil, manaya odaklanır. Hira’ya çıkıp, kendiyle uğraşıp, kendini aşıp, dağdan şehre inip; bir şehrin, coğrafyanın, ümmetin sorumluluğunu üstlenmek böyle bir şey. Şeriati’nin “aşk ve yalnızlık” manifestosundaki müteâl oluş hali böyle bir şey. Yüreğimize üç-beş insanı sığdıramazken tüm insanlığı, hatta tüm mahlukatı yüreğinde taşıyan velîlerin (gerçek dostların) hali böyle bir şey…

Dostluk şüphesiz çok değerli bir şey. Ama bu güzel şeyi basit karşılıklı ilişkilere, yapay iletişime, sembolik paylaşımlara indirgememek lazım. En ufak bir anlaşmazlıkta “dostum bana şöyle ihanet etti, böyle yanlış yaptı” serzenişleri yerine “En Yüce Dost”un gölgesinde dostluğu, alabildiğince zirveye çıkarmaya çabalamamız gerekir. Dostluk o kadar değerli ki ona zirveler yakışır. Dağların eteğindeki kısır hesaplaşmalar ve küçük alışverişler zaten özü itibariyle dostluk sayılmaz…

Çünkü dostluk, yücelik halidir…

Halit Bekiroğlu

02.09.2023