Hepimiz gibi “hocalar”, “mürşitler” ve “mütefekkirler” de imtihanda. Maalesef çoğu bu imtihan süreçlerini (en azından dönemsel olarak) unvanlarına ve alanlarına yakışır şekilde sürdüremiyor…
Benim tanıdığım hocalar, mürşitler ve mütefekkirler; deniz feneri gibiydiler. Sabırla ve kararlılıkla duruşlarını korur; dalgaya, rüzgara, fırtınaya göre pozisyon almaz, her halükarda olması gereken yerde dururlardı. Boyunlarını eğmez, gelip geçene aldırmaz, değer verilip verilmediğine bakmaz, geçen her geminin istikametini belirleyeceği şekilde fenerini tutmaya devam ederlerdi. Işığı önemseyen yolunu bulur, aldırmayan ise rotasızlığın savruluşunu yaşar ve ceremesini çekerdi…
Şimdilerde hocalarımız, mürşitlerimiz, mütefekkirlerimiz asırlarca yol gösterecek ışık olmak yerine yanıp sönen alevleri tercih eder oldular. Çoğu zaman alevin doğallığı bile yok, maytap ışığı gibi geçici aydınlık peşindeler sanki…
Özellikle sosyal medyanın cazibesi ve siyasetin güncel/kısayollu imkanları, bize yol göstermesi gereken hocaları, mürşitleri ve mütefekkirleri popülizmin şehvetine gark etti adeta. Ortalama bir insandan daha fazla twit atan, ‘neden daha çok beğeni almıyorum’ diye müntesiplerine kızan, ilim meclislerinde tartışılması gereken tali konuları youtube’da tartışan, TV ekranlarının ışıltısına meyleden, her konuda yorum yapan, tarafgirler ve karşıtlar kategorisine hapsolan hocalar, mürşitler ve mütefekkirler türedi…
Benim tanıdığım hocalar, mürşitler ve mütefekkirler; küçük hesaplar ve kavgalar, basit adamlar ve olaylar, kısır tartışmalar ve çekişmeler, kısa vadeli işler ve hedefler ile uğraşmazlardı. Bir insanı daha nasıl kurtarabilirim, bir kişinin daha cennete girmesine vesile olabilir miyim, bir harf daha öğretebilir miyim, bir iyilik daha yapabilir miyim, bir kalp daha onarabilir miyim, bir marufu yayıp bir münkeri daha nasıl engelleyebilirim diye çabalarlardı…
Benim tanıdığım hocalar, mürşitler ve mütefekkirler; on yıl sonra ülkenin ve ümmetin hali nice olacak derdinin de ötesine geçip bir asır sonra, beş asır sonra ülkemin ve ümmetimin ve hatta cihanın geleceğine nasıl katkı sunabilirim, birkaç asır sonrasında nasıl bir medeniyet teşekkül edecek, sanattan mimariye, fikirden amele, ahlaktan maneviyata, iktisattan siyasete tüm dünyaya ne sözümüz olacak diye çırpınırlardı. Geceleri bu dertle ağlar, dua eder; gündüzleri bu dertle çabalarlardı…
Benim tanıdığım hocalar, mürşitler ve mütefekkirler; görünüşü, gösterişi, şovu, kibri, reklamı, pr’ı, kalabalığı, maaşı, parayı-pulu, iltifatı, makamı, unvanı, hatta ödülü ve aklınıza gelen her türlü ayartıcılığı ellerinin tersiyle iterlerdi. Televizyona ‘çıkmamak’ için kırk takla atar, ödül törenlerine ve protokollere katılmamak için köşe bucak kaçar, fotoğraf ya da kamera görünce büzülüp görünmez olur, iltifat edilince utanıp yüzü kızarır, olmadı oradan uzaklaşırlardı…
Benim tanıdığım hocalar, mürşitler ve mütefekkirler; tevazuyu, sekineti, az kelamı, az yemeyi, az uyumayı, kanaatkarlığı, dertlenmeyi, duayı, kalbi, ruhu, hasbihali, muhabbeti önemserlerdi. Rahmetli babamdan da şahit olduğum gibi bir (sayıyla 1) adet öğrenci (talip) için tüm hayat programlarını değiştirir, arınmak isteyen veya sokaktan geçen herhangi bir insan için tüm zamanlarıyla ve arzularıyla seferber olur, fikir çilesi çeken bir araştırmacı için kütüphaneler devirirlerdi. Karşılarına çıkan her bir kişinin, olur ya belki de ‘cennetine vesile’ olacağına inanır, onu kaybetmemek için sahabeler gibi ‘sanki başının üstünde kuş varmış ve en ufak bir harekette uçacakmış’ hassasiyetiyle muamele ederlerdi. Kaybetmek, reddetmek, tüketmek, dışlamak üzere değil; kazanmak, bağrına basmak, inşa etmek, kuşatmak üzere hareket ederlerdi…
Benim tanıdığım hocalar, mürşitler ve mütefekkirler; işletmeci gibi davranmaz ama medreselerinde, tekkelerinde, ocaklarında her şey tıkır tıkır işlerdi. Kim neyi nasıl yapar anlayamazdınız. Adeta her şey kendiliğinden olurdu. Finansçı gibi davranmazlardı ama her zaman içilecek bir çay ya da çorba olur, her gelen mutlaka bir ikramla geri dönerdi. Medyacı gibi değillerdi ama alimin ilmi, mürşidin irşadı, mütefekkirin fikri mutlaka ilgilisine ulaşır, en ilkel yöntemlerle bile ülkenin kışlaklarına, dağlarındaki çobanlarına, hatta saraylardaki yöneticilere ulaşır ve tesir ederdi. Savaşçı değillerdi ama en azılı düşmanlar, en güçlü ordular, en karizmatik liderler bile onları yenemez, onlara diz çöktüremezdi. Ve çoğu zaman o manevi güçlerini ve duruşlarını takdir ederek gelip önlerinde diz çöker; istişare eder, dua ister ve vizyon kazanırlardı…
Benim tanıdığım hocalar, mürşitler ve mütefekkirler; Sühreverdi gibi devlet görevlerinden, makamlarından, kurumlarından ve yetkililerinden, günübirlik siyasetten, ekipçilikten, grupçuluktan, şuculuktan-buculuktan uzak dururlardı. İmam Azam gibi hak ve adalet uğruna serden geçerlerdi. Particilik, mezhepçilik, meşrepçilik, ırkçılık, kavmiyetçilik yapmazlardı. Tüm insanlığa ilişkin, hatta tüm varlıklara ilişkin dertleri olurdu. Tarafgirlikleri sadece Hakk’a ve hakikate, karşıtlıkları ise sadece zulme ve münkere idi. En zor şartlarda da en konforlu dönemlerde de asaletlerinden asla taviz vermez, hiç kimseye minnet etmezlerdi…