Yazı

YÜRÜYÜŞ KOŞMAKTIR

“Ruhumuzun içinde kar yağar
Anamızdan doğduğumuz geceden beri
Heybemizi emektar makinelere yükleriz
Fikirlerimizi tifil vinçlere
İri buğday tanelerinin trenleri yürüttüğünü bilmeyiz
Biz yangında koşuyu kaybeden atlarız
Biz kirli ve temiz çamaşırları
Aynı zaman aynı minval üzere katlarız
Biz koşu bittikten sonra da koşan atlarız”

Farklı noktalarda menzillerimiz var, merhale merhale menzillere ulaşacağız. Biri bitince diğeri başlayacak. Hep deriz ya ‘uzun bir yol’ bizimkisi, dur durak bilmeyen upuzun bir yol. Bir o kadar ince, bir o kadar zor ve ama bir o kadar güzel bir yol.
Özbekçe de ‘zor’ kelimesi iyiliğin/güzelliğin karşılığı olarak kullanılır. Olumlu neticelere zorluktan sonra ulaşılıyor. Kolay ulaşılanlar zaten geçici oluyor. Maddi ya da manevi, iyiye güzele ulaşma çabası, merhaleler aştıktan sonra gerçekleşiyor. Ama hiçbir merhalede süreç bütünüyle tamamlanmış olmuyor; yeni bir başlangıç, diriliş, uyanış, toparlanış gerekiyor.
Yürüyüşler beni kendiliğinden koşu merhalesine taşıdı. 2019’da önce 1km, 2km, derken 5-10 km koşmaya başladım.
Yol yoldaşlarla yürünür. Bu yürüyüşlerde, koşmalarda, dinlenmelerde, düşünmelerde, birlikte olduğum çok güzel dostlarım oldu. Onlara teşekkür etmekten çok, minnettarım. Çünkü yoldaşlık yola daha bir anlam katıyor. Klişe olacak ama eskilerin dediği gibi “önce refik, sonra tarik”. Yani yoldaş olmadan yol eksik oluyor, yok oluyor.

Aslında yol ve yoldaşın bütünleşik olduğunu da söyleyebiliriz. Biri diğerinden bağımsız değil, birbirini tamamlıyor. Bazen yola çıktığınızda yoldaş ediniyorsunuz ya da yoldaş elinizi tutuyor, bazen de yoldaş elinizden tutup sizi yola çıkarıyor.

5-10 km’ye varınca geçen yıl bugünlerde, dostlarla 15K denemesi yapalım dedik. Kazasız belasız tamamladık hamdolsun. Bir menzile ulaşınca diğer menziller ufukta görünmeye başlıyor. Çünkü yolculuk devam ediyor, yol devam ediyor. Akabinde 21K, yani ‘yarı maraton’ denedik dostlarla ve bu menzil sonrası 42K maratonuna karar verdik.

Anlayacağınız dostlar, bir durak bizi diğer durağa yönlendirdi. Yolculuğumuz devam etti ve ediyor. Şükür ki güzel insanlarla ve içtenlikle devam ediyor. Kırmadan, dökmeden, kasmadan, abartmadan, yarışmadan, kapışmadan, samimiyetle yolumuza devam ediyoruz.

42 K denemesi ile doğal yolculuğun kıymetini de far kettik. Yolun doğallığı, yolculuğun doğallığı, dostların ve niyetlerin saflığı. Bir dostumuz hasbihal esnasında ‘niçin yürüyoruz/koşuyoruz?’ diye sormuştu da çok anlam yüklemek istememiştim ve gayrı ihtiyari ‘keyfimiz için koşuyoruz’ demiştim. Sonra bir slogan bulmuştu bize; ‘keyfe keder koşuyoruz!’ diye. Güzeldi ama etrafımızda ve yanı başımızda acılar yaşanırken bu sloganı kullanmak istemedik.

Diğer bir dostum bu yürüyüşler için “hayata koşuyoruz” sloganını önerdi, çok hoşumuza gitti. Evet doğru, hayata koşuyoruz biz. Yaşamaya ve yaşatmaya koşuyoruz. Hayy olana vardığımızda belki mahcubiyetle ama utanç yüklerini taşımadan huzura varmak istiyoruz. Ki asıl menzil o. Son durak o. Ultra maraton o. Asıl madalya orda. Orada boynumuza madalya taktırabilirsek bizden daha iyisi var mı!

Hayata koşuyoruz çünkü Azerbeycan’daki şehidin yaşadığını da inanıyoruz, İzmir’deki şehitlerimizin yaşadıklarına da. Tüm parkuru turlarken, bizlerin bugünlere gelmesinde emeği olan şehitlerimizi yad ederek koştuk. Çünkü şehitler hayatın savunucularıdır. Yaşatanlardır. Yaşatmak uğruna candan vazgeçenlerdir ama ölmeyenlerdir, ölümsüzlerdir. Her bir şehidimiz yol gösterenlerimizdir. Önden giden atlılarımız, en önde yürüyen ve koşanlarımızdır. Yol bulan ve yol açanlarımızdır.

Sonra Hareket Grubu’ndaki dostlarımız “Umut Hayattır!” sloganına karar verdiler ve kıyafetlerimizde yer alacak şekilde “umuthayattır” şiarıyla koştuk. Umuda, aşka, hayata, yaşamaya ve yaşatmaya koştuk. Her km’de “selam” gönderdik selamı hak edenlere, selama ihtiyacı olanlara, selamın uğraması gerekenlere.

15. km’de 15 Temmuz Şehitler Köprüsü’ne varırken zihnimden o kadar şey geçti ki, anlatamam. Halil Kantarcı’yı düşündüm, ‘güzel bir şey olsa da yüksek sesle tekbir getirsek’ deyişini hatırladım, Allahu Ekber dedim. Bir şeye tepki olsun diye değil, birilerine kızgın, küskün olduğum için değil, savunmacılıktan da değil. Neyi kime karşı savunuyoruz ki! Bu vatan bizim, bu din bizim, hepimizin yani. Eksiğiyle gediğiyle birlikte yaşıyoruz, birlikte yürüyor ve koşuyoruz. Allah’ın en yüce olduğuna inanarak insan olduğumuzu, en şerefli mahluk olduğumuzu hatırlıyoruz. Yaşamamıza vesile olan gencecik Abdullah’ların kanlarının aktığı zeminde ağlayarak değil, umutla koşuyoruz. Çünkü şehitler umudun kamçılayıcılarıdır. Bizi kısır döngüden çıkartıp yenide hayata tutunduranlardır.

İşte bunun için hayata ve umuda koştuk Usta! Bir bitkiyi daha canlandırmaya, bir canlıyı daha korumaya, bir ayrımcılığı daha söndürmeye koştuk Usta! Bir ihtilafı gidermeye, bir küçük hesabı teğet geçmeye, büyük bir hesabı bozmaya koştuk. Selam verdik tüm şehitlerimize, güzel Boğaz’a selam verdik, Şehr-i İstanbul’a, erenlere, gazilere, yiğit erkek ve kadınlara selamlar gönderdik. Yoksullara, yoksunlara, mazlumlara, unutulunlara, kaybolanlara selam gönderdik. Nice güzel insanları, işleri, kurumları selamladık.

Büyük laflardan bıktık be Usta! Küçük ama kararlı adımlarla yürüyoruz. Bazen koşuyor, bazen dalıyor, bazen tırmanıyoruz. Bazen sürüyoruz hayatı. Aslında kendimizi sürüyoruz Usta, kendimizi diriltmeye, yaşatamaya çalışıyoruz. Kendimiz olmak için çabalıyoruz. Bütün hesapların, kavgaların, çıkarların üstünde Büyük Usta’nın dediği gibi, “Yürü, ayağına Kudüs gücü gelsin’i yaşamak istiyoruz.

Hamdolsun, koştuk. Bir menzile daha vardık. Bundan sonrasını planlamadık. Rabbim neye koşturursa oraya koşacağız. Yolculuğumuza devam edeceğiz. Yolu ve yoldaşları seveceğiz. Küçücük adımlarla başladığımız yürüyüşümüzle hayata ve umuda koşmaya devam edeceğiz.

Okumaya devam et
Yazı

YÜRÜYÜŞ OKUMADIR

Sadece kitapları, metinleri okumayız. Hayatı ve olayları okuduğumuz gibi çevremizi ve doğayı da okuruz. Okudukça anlar, anladıkça müktesebatımız ve irademiz ölçüsünce anlamlandırırız.

Doğa en saf kitaplardandır. Özellikle bakir kalmış yerlerde yürüdüğümüzde; karmaşasıyla, sıkıntıları ve zorluklarıyla doğanın güzelliğini keşfedebiliriz. “Kusursuz güzellik” abartısına gerek yok, doğa kusurlarıyla güzeldir, kusurlarında bile o doğallığı görebiliriz.

Yıkılmış ya da kurumuş bir ağacı okuduğumuzda, etrafa rastgele serpiştirilmiş gibi duran çalı-çırpıya dokunduğumuzda adeta soyut resimdeki hazzı alırız. Hiçbir şey nizami görünmez doğada ama her şey müthiş bir ahenk içindedir. Yürüyüşümüz devam ettikçe aynı ahenk, peşimiz sıra bizi takip eder.

Kitap okumalarımızı çeşitlendirme ihtiyacı hissederiz zaman zaman. Doğayı okumak da böyledir. Uzmanlık alanımızın dışında yürüdüğümüzde konumuzu daha iyi anlamaya başlarız. Doğadaki çeşitlilik, renklilik ve görece karmaşa, odaklandığımız yaşam alanlarımızın handikaplarını hatırlatır bize. Bir araştırmacının, düşünürün, mühendisin tespit ve uyarıları gibi, yapıp ettiklerimizle yüzleşmeye başlarız. Her okumamız aslında kendi içinde birer yüzleşmedir. Bazen duygularımızla, bazen aklımızla yüzleşiriz. Bazen de yaşadıklarımızla, kazandığımız veya kaybettiklerimizle.

Bir romanın, fikir kitabının, makalenin içinde gezinir gibi yürürüz doğada. Her adım bir sayfa kitap okur gibi gelir insana. Süzülüp gittikçe adeta kitabın içindeki akışı yakalarız ve yaşamaya başlarız. Yürürken ağaçları okuruz, tek tek ağaçları. Bütün olarak ormanı okuruz, bir topluluk gibi gelir bize. Bir süre sonra okuduklarımızla iletişime geçeriz; bazen bakışarak, bazen konuşarak, bazen koklaşarak. Romanın örgüsü içinde kaybolur gibi her bir ağacın hikâyesine odaklanırız. Bu hikâyede roman yazarı bizi yönlendirmez, kendi romanımızı yazmaya başlarız. Tüm kurgu bize aittir ve edilgen okuyucu olmaktan hızlıca uzaklaştığımızı fark etmeye başlarız.

Şehirdeki görece nizami yaşamda gizlenmiş anlamsızlıklar kaybolur doğa romanında. Bu romanda her şey o kadar saf, çıplak, içten ve katışıksızdır ki o kendini bize açtıkça biz de kendimizi ona açarız. “Üryan geldim, üryan giderim” misali tüm rollerimizden, yüklerimizden ve artıklarımızdan kurtuluruz ve yürüyüşümüz gerçek bir yüzleşmeye dönüşür.

Şehirdeki görece nizami yaşamda gizlenmiş anlamsızlıklar kaybolur doğa romanında. Bu romanda her şey o kadar saf, çıplak, içten ve katışıksızdır ki o kendini bize açtıkça biz de kendimizi ona açarız. “Üryan geldim, üryan giderim” misali tüm rollerimizden, yüklerimizden ve artıklarımızdan kurtuluruz ve yürüyüşümüz gerçek bir yüzleşmeye dönüşmeye başlar.

Okumayanlar ise akıntıya kapılanlardır. Onlar, kendilerine dışardan bakamadıkları ve kendi dışlarında bir dünya olduğunu göremedikleri için kendilerini bihakkın anlayamayanlardır. Bu durumda kendini anlamayanların; hayatı, kâinatı, Yaratıcıyı anlayabilmeleri de pek mümkün olmaz.

Zaman içerisinde her yürüyüşümüzün ayrı birer kitaba dönüştüğünü fark ederek, kendi kitabımızı en yalın haliyle yine kendimiz yazmaya başlarız.

Tek tip okumadan sıyrılıp en saf okumaya geçmenin yolunu da yine en saf doğa yürüyüşlerinin içinde buluruz. Böylece tüm diğer okumalarımızı en saf mecrada değerlendirmenin yolunu da anlamış oluruz. Yapay hallerden, ilişkilerden ve hatta yapay peyzaj ve kitaplardan sıyrılmanın yolunu da.

Halit Bekiroğlu

12.09.2020, Ballıkayalar

Okumaya devam et
Yazı

Yürüyüş Arınmadır

İnsanız, doğuştan günahkâr yaratılmadık, ancak yaşarken de masum değiliz. Aslında “zübde-i âlem” oluşumuz günahlarımızla, eksiklerimizle, hatalarımızla çelişmiyor. Bu hallerimizin hepsiyle birlikte insanız!

İnsan olmaya çalıştıkça, yani ilişki kurdukça, toplumsallaştıkça hem güzelleşir hem kirleniriz. Çünkü ilişki kurduklarımız melek değil. İyisiyle-kötüsüyle; akrabalarımızla, dostlarımızla, komşularımızla, sosyal çevremizle, iş hayatımızla kurduğumuz ilişkiler aynı zamanda yıpratıyor bizi, bazen de kirletiyor.

Marifet kirliliğe teslim olmamaktır. İnsan olmak, hele de inanç sahibi olmak tam da temizlenme çabası içerisinde olmanın adıdır. Sürekli temizlenmek ve arınmaktır. Yürüyüş arındırır. Kirlerden arındırır bizi. Kirli havadan, kirli ilişkilerden, kirli işlerden…

Fiziksel arınmayı suyla yaparız. Maneviyat katarak abdestle, gusülle arınırız, hem fiziksel hem ruhsal olarak. Özellikle zihinsel ve ruhsal arınma için mevcut atmosferimizin dışına çıkmak gerekir. Atmosferin kabuğunu yürüyüşle kırarız, çarkın dışına çıkarız, kirlenmeye itiraz eder, temiz havaya açılırız. Başka bir âleme yani.

Mahkûm edildiğimiz, mecbur bırakıldığımız kirlenmiş atmosferin dışında da yaşam alanları olduğunu, henüz ayak basılmamış, kirlenmemiş bâkir âlemlerin olduğunu keşfederiz yürüyüşle.

Yol aldıkça beden de temizlenir, kan da, organlar da. Yeni keşfettiğimiz temiz atmosferlerin bir süre sonra zihnimizi ve ruhumuzu temizlediğini de fark ederiz. Adeta yeniden canlanırız; temiz oksijen, kan ve ruh pompalanır tüm organlarımıza. Arınırız, duruluruz, sekînete ereriz.

Yürüdükçe arınır, arındıkça adeta yeniden yaratılmış oluruz. Her uykunun ölüm, her uyanışın diriliş olması gibi, her yürüyüşte yeniden diriliş yaşarız adeta.

Zihin arındıkça düşüncelerimiz daha saf, daha berrak olur. Maruz kaldığımız bilgi kirliliğinden arınırız. Ruhumuz arındığında insani taraflarımızı tüketen yaklaşımlardan uzaklaşırız. İnsanla, doğayla, tüm yaratılmışlarla daha doğal, daha sağlıklı ilişki kurarız.

Yürüdükçe berrak zihinle ve dingin ruh haliyle bugünümüzü daha iyi anlar, geleceğe daha umutla bakarız. Tüm olup biten güncel, sığ, anlamsız tartışmalardan arınarak temiz bir insana ve temiz bir dünyaya yolculuk yaparız.

Arınmak, olup biten bir hâl değil, sürgit devam eder. Yaşadıkça kirleniriz, kirlendikçe rahatsız oluruz, rahatsız oldukça arınmaya çalışırız. Tabi inancımızı ve vicdanımızı kaybetmediysek.

Yürüyüş de arınmak gibidir, onunla iç içedir bir bakıma. Yürüdükçe yürürüz ve yürüyüşün sonu yoktur. Kâh şehirde, kâh sahilde, dağda, kanyonda, kâh çölde yürür dururuz. Yürüdükçe arınır, arındıkça umutla yürümeye devam ederiz. “Bir ağacın altında gölgelenip yoluna devam eden yolcu” misali yürüdükçe yürürüz ebediyete doğru…

Halit Bekiroğlu

06.09.2020, Serindere Kanyonu

Okumaya devam et
Şiir

Göklere Tebessüm

Kabuktu
Deniz kabuğuydu sanki
Milyonlarca zerrecik arasında
Bir başına batıya yöneldi
Kurtulacaktı
Gökyüzüne baktı
En büyükle selamlaştı
Deniz kabuğuyla vedalaştı
Belliydi
Küçük olan kaybolacaktı
En küçük olan
Tüm insanlık ağlayacaktı
Bir kaç dakikalığına belki
Gökyüzü kararmıştı
Kirlenmişti sanki
Acıydı
Sicim sicim acıydı yüzündeki
Tebessümün örtemediği acı
Haritalar çizdirmişti yüzüne
Gökyüzüne sanki
Deniz kabuğu çürüdü
İnsan çürüdü
Bir bebek baktı gökyüzünden
Tatlıydı
Kararmış kalpler titredi
Arz titredi
Kıyıdaki deniz kabuğu titredi
Her bir kum tanesi
Utancından bağrına bastı
Gökten ineni
Gök kayboldu
Yer kayboldu
Geriye kalan
Bir tebessümdü sanki
Acı bir tebessüm

Halit Bekiroğlu
04.09.2020

Okumaya devam et
Yazı

Yürüyüş Buluşmadır

Dostlarınızla buluşursunuz. Şehirde buluşmaya bir türlü imkân bulamadığınız dostlarınızla bir araya gelir, uzun uzun sohbet fırsatı yakalarsınız.

Şehrin yoğunluğunda buluşmanın zorluğu malum. Zaman, trafik, yoğunluk, yorgunluk gibi durumlar her bir dostunuzla rahatça buluşmanızı engeller. Randevular girer devreye ve saatle yarışmaya başlarsınız. Saat her şeyi belirler. Saatin belirlediğini bir süre sonra para belirlemeye başlar. Dostluğunuz bile doğal olmaktan çıkar ve planlanan, ölçülen, çıktıları hesaplanan hale gelir.

Dostlarla buluşurken bile savaşır hale gelirsiniz. Her şeyle savaş halindesinizdir şehirde. Bir süre sonra buluşmanın zorluğunu hem siz hem dostlarınız kabul etmeye başlar. Tam da bu durum şehrin şartlarını kabul edip o şartlara teslim olmaya götürür bizi.

Oysa doğaya yöneldiğinizde şehrin esaretinden kurtulmaya başlarsınız. Dostları daha iyi anlarsınız. Dostlukların kıymetini bilir, kıymetin ötesinde güzellik tarafını yaşamaya başlarsınız. Yürüdüğünüzün derdini dinlerken, bir kafedeymiş gibi gürültüyle ve onlarca yan etki altında dinlemezsiniz. Sakince ve gerilmeden sohbet edersiniz. Derdiyle ve sevinciyle tam anlamıyla hemhal olursunuz.

Yürüyüş şehirden kaçış değil, şehrin hâkimiyetinden kaçıştır. Şehrin yapamadığından, bizlere yaptıramadıklarından sıyrılma çabasıdır. Bize sunması mümkün olmayan imkânlara ulaşmaktır. İmkân zannettiğimiz konfor baskısından kurtulmaktır.

Yürüyüş dostlarla, yüzeysel olmayan ilişkiye vesiledir. Şehrin şartlarının kaçınılmaz olarak getirdiği yapmacıklıktan uzaklaşıp daha doğal, daha sahici ilişki kurmaktır. Yürüdükçe kendiliğinden gelişir konular. Susmalar bile muhabbetin parçasıdır, kuş sesinden yaprak hışırtısına kadar. Gürültülü bir müziğe maruz kalmazsınız. Sizi içine alan, size ve dostluğunuza nüfuz eden enstrümanların tınısıyla akıp gidersiniz adeta.

Yürüyüşteki buluşmalar, karşınıza çıkan sürprizlerle muhabbetinizi kavileştirir ve unutulmaz hale getirir. Yıkılmış bir çınarla yüzleşirken hayatın geçiciliğini, filizlenmiş nergisi görünce umudu, bir harabeyi görünce medeniyetleri, rasgele atılmış çöpleri görünce insanoğlunun vicdansızlığını konuşursunuz. Bazen sadece yutkunur ve her birinden dersler çıkartırsınız. Acı, tatlı hatıralar biriktirirsiniz aslında.

Buluştukça yürüyüş daha anlamlı hale gelir ve her yürüyüş bizi tekrar tekrar buluşturur; dostlarımızla, kendimizle, hayatla, yapıp ettiklerimizle, muhabbetle. Ve her buluşmada şehre, yaşadıklarımıza, dostluklarımıza, etrafımızda olup bitenlere yeniden ve farklı bir gözle bakmaya başlarız…

Halit Bekiroğlu

29.08.2020

Okumaya devam et
Bilinç
Yazı

BİLİNÇ

Bilinç ancak bilmekle olur. Bilmek yalnız başına bizi bilince ulaştırmaz. Bildiğimiz şeyin menşeini, tarifini, anlamını ve konumlandırmasını doğru yapabildiğimiz ölçüde bilincimiz oluşur…

Bilinç derken insandan bahsetmiş oluyoruz. İnsan dışı canlılarda içgüdü vb müteharrik güçler eylemleri oluştururken insanoğlunun diğer canlılardan ayrılan eylemlerini bilinci oluşturur. Diyebiliriz ki bizi insan yapan en önemli özelliğimiz bilincimizdir…

İslam düşünürleri bu konuda “beşer” ile “insan”ı ayırmış, beşer olmaktan kaynaklı yapıp etmelerimizi diğer canlıların yapıp ettiklerine benzetmiş, asıl meselenin insan olmak ya da insan kalmak olduğunu farklı şekillerde izah etmişlerdir…

Örneğin Ali Şeriati küçük ama anlamı büyük kitabı “İnsanın Dört Zindanı”nda insanı insan yapan özelliklerden bahsederken, “Bir insanın -var bulunması gereken ve olması gereken- üç özelliği vardır; insan ilk olarak bilinçli, ikinci olarak seçici, üçüncü olarak yaratıcı bir varlıktır. İnsanın bütün diğer özellikleri bu üç ana özellikten kaynaklanır…”

Kendimizi tanımak hayatı tanımaktır, hayata bütüncül bakabilmektedir. “Kendini bilen Rabbini bilir” hadisi beşeri değil insanı merkeze almaktadır. Allah’ın yarattığı “seçilmiş” varlık olarak insanoğlu “Allah’ın yeryüzündeki halifesi” olmaya layık olabildiği ölçüde beşer olmayı aşıp insan olabilmektedir…

Bilinç oluşumu ana hatlarıyla aşağıdaki çerçevede şekillenir ve olgunlaşır;

Kendimizin bilincinde olmak; öncelikle kim olduğumuzu, nereden geldiğimizi, diğer canlılardan ayrıştığımız hususları bilmektir. Özellikle yaradılışındaki hikmetleri bilmek, kendini doğru konumlandırmayı getirir…

Zamanımızın bilincinde olmak; insanın varoluş sürecini, bizden önceki insanların yapıp ettiklerini, tarihin akışı içerisindeki sebep sonuçları, bugün olanları ve yarın -muhtemel- olacakları bilmektir…

Sorumluluklarımızın bilincinde olmak; beşer olmanın ötesine geçip insan olmaya karar verdikten sonra yaratıcımıza, kendimize, çevremize, zamanımıza dair bilginin de ötesine geçip görevlerimizi bilerek eyleme geçmektir…

Tam da bu noktada diyebiliriz ki; bilinç, bilmenin ötesine geçip sorumluluk yüklenmek, emaneti omuzlamak, Allah’ın ademoğluna bahşettiği emaneti taşıma çabası içerisinde olmaktır. Yani bilinç, hayatın rutininin ötesine geçip kavramak, seçmek, tercih etmek, değiştirmek, üretmektir…

Bilinçli insan bu yönüyle kalıplara sığmayan insandır. Kendisini Yaratan’ın dışında kendisine sınır tanımaz. Her sınırın bir insan ürünü olduğunu bilir ve bilinciyle o sınırların ötesine geçer, yapılanları sorgular, zamana yenilikler katar…

İnsanın özgürlüğü de burada devreye girer. Rabbinin bahşettiği özgürlüğüyle insan, beşer olmaktan kaynaklı nefsani/hayvani istek ve ihtiyaçların çok ötesine geçerek tüm yaratılmışlara hamilik ve öncülük yapar. İnsan, bunu yaptıkça daha çok özgür olur, özgürleştikçe daha bilinçli olur…

Okumaya devam et
Sözler Kalır
Kitap

SÖZ KALIR

Bir derviş gibi olabilsek keşke, fikrimiz neyse zikrimiz de o olsa. Zikrimiz yapıp ettiklerimize yansısa, yapıp ettiklerimiz de bizi ukbâya taşısa. İki günlük dünyadaki tüm derdimiz de bu değil mi zaten…Karmaşık ve yıpranmış dünyamız, ilişkilerimizi de zedelediğinden çoğunlukla ikircikli yaklaşımlara kayıyoruz, bazen de buna zorlanıyoruz. Sosyal medya da bu yönüyle bizi biz olmaktan çıkartmaya müsait bir zemin olarak bir şeyleri alıp götürüyor bizden. Bu durumda birazcık derdimiz varsa kendimiz olma ve kendimiz kalma çabasını yaşatmaya çalışıyoruz inadına…

Kayıt düşmenin önemini vurgulardı büyüklerimiz, üstatlarımız. Yaş ilerledikçe kayıt düşmeyi daha da önemser oldum. Tüm bu kayıtlarda bir taraftan muhataplarımıza duygu ve düşüncelerimizi aktarırken diğer taraftan onlardan çok şey öğrendim. Onlara bir şeyler verdiğimi düşünürken aslında onlardan çok şey aldım; fikir aldım, heyecan aldım, muhabbet aldım. Ve tüm bunları en yoğun şekilde özellikle genç kardeşlerimle yaşadım, ne kadar şükretsem azdır…

Linke tıklayarak kitabı temin edebilirsiniz.

Okumaya devam et
Yazı

DARALMA

DARALMA: Zihinsel, Duygusal, Çevresel

Yaşadıklarımızdan olumlu ya da olumsuz etkileniyoruz. Bazen yaşama katkı sunuyoruz, bazen de yaşam bize…

Tanıştığımız her bir kişi, yaşadığımız her bir hadise ve her bir zaman dilimi bizde az ya da çok iz bırakıyor; zihnimiz, gönlümüz ve çevremizle temas kuruyor, bazen bizi ferahlatıyor bazen de daraltıyor…

Travmatik bazı olayların da etkisiyle son dönemlerde üç hususta daralma yaşadığımız kanaatindeyim; zihinsel, duygusal ve çevresel daralma. Bireysel olarak da, grupsal, ulusal, yer yer küresel ölçekte de benzer daralmaları görmemiz mümkün…

Zihnimiz, gönlümüz ve çevremiz potansiyel olarak alabildiğine geniş ama bunları bazen bir kişiye, ekole, hizbe, yayına, üstada hapsedince; kapalı bir zihin, sığ bir gönül, küçük bir çevreye mahkum oluyoruz…

Bu üç boyuttan birini açmamız yalnız başına bizi daralmadan kurtarmaz, her üç boyutun aynı anda açık olması, birbiriyle uyumlu hareket etmesi gerekir. Zihnimiz ve gönlümüz açık olduğu halde çevremiz darsa bir süre sonra çevremizden etkilenebiliriz. Çevremiz geniş olduğu halde zihnimizi ve gönlümüzü açacak ortamlarımız ve çabalarımız yoksa bir süre sonra çevremiz de tekrar daralmaya başlayabilir…

Daralma tehlikesinden kurtulmanın yolu zihni, gönlü ve çevreyi sürekli canlı tutmak ve birbirlerini besleyecek insicamı bireysel ve toplumsal çabalarımızda ortaya koymaktır…

Zihin; okuma, araştırma, düşünme ve müzakereyle açık tutulur. Daralma tehlikesine karşı ise özellikle farklı kitaplar okumak, alışageldiğimiz düşünce insanlarının dışındakilerle konuşmak, eleştirel düşünceye değer vermek gerekir…

Duygu; maneviyat, sanat, sekinet, murakabe ve merhametle zenginleşir. Daralma tehlikesine karşı ise mutedil ve tahammülkar olmak, olumsuzladıklarımıza fırsatlar vermek, gönlümüze bütün insanlığı sığdırabilecek enginlikte olmak gerekir…

Çevre; iletişim, paylaşma, empati ve dayanışmayla genişler. Daralma tehlikesine karşı ise farklı mahalle, ekol, organizasyon ve gruplarla temas halinde olmak, onlarla samimi ve sahici ilişki kurmak gerekir…

Kitlelerin (örneğin 12 Eylül, 28 Şubat, 15 Temmuz vb etkisiyle) daralma yaşaması tolere edilebilir ama öncülük makamında olan entelektüel, sanatçı, siyasetçi, bürokrat, kanaat önderi zihinsel, duygusal, çevresel daralma yaşıyorsa kitleyi geleceğe taşımak zorlaşır. Çünkü tüm olumsuz atmosferlere rağmen, ortaya vizyon koyma makamında olanlar daralma tehlikesini bertaraf edecek çıkışlara odaklanmalıdır…

Bunun için acil olarak zihnimizi, gönlümüzü ve çevremizi açmalıyız. İmtihanımız kendimizle ve tüm varlıklarla. Kutlu emanete layık olabilmek ve mikrodan makroya uzanan tüm sorunlarımızı aşmak için; açık zihinlere, zengin gönüllere ve geniş çevreye ihtiyacımız var…

Daralma psikolojisinden sıyrılamamak hem bireysel hem de toplumsal açıdan olumsuzluk üretmeyi ve yaymayı arttırmaktadır. Daralmadan kurtulmanın bir yolu zihinsel, duygusal, çevresel genişlemeyi sağlamaksa, diğer yolu da umuttur. Ve umut, bu yola katkıda bulunabilecek en önemli muharrik güçtür…

Okumaya devam et
Kitap

SAİD HALİM PAŞA’DA SİYASET AHLÂKI

Ahlak ve siyaset, düşünce tarihinin önemli iki konusu olarak günümüze kadar devam edegelmiştir. Bu iki kavram, bazen birbiriyle ilişkilendirilmiş bazen de müstakil olarak ele alınmıştır. İslam dininin ahlaka vurgu yapması ve Kur’an’da ahlaki kavramların yoğunlukta olması; dolayısıyla ahlaklı bireyler ve toplumlar oluşturma iddiası / telkini, ahlak-siyaset ilişkisinin Müslüman düşü-nürlerce sürekli ele alınmasını sağla-mıştır.
Yakın döneme kadar ahlak ve siyaset alanında ortaya konmuş temel eserlerin yanı sıra, Osmanlının son dönem fikir akımlarının ve mütefekkirlerinin bu ko-nulara dair düşünceleri, günümüzün ahlak ve siyaset yapısını anlamada bize yar-dımcı olacaktır. Dönemin önemli siyasi kişiliklerinden ve mütefekkirlerinden olan Said Halim Paşa ile ilgili çok kap-samlı araştırmalar bulunmamaktadır. Bu-nunla birlikte son yıllarda kendisiyle ilgili araştırmaların arttığı görülmek-tedir. Ancak; yapılan araştırmalarda Pa-şa’nın ahlak ve siyaset düşüncelerinin temelleri ve bu düşünceler arasındaki ilişkiler üzerinde pek durulmaması bizi bu konuyu araştırmaya yöneltmiştir.

Linke tıklayarak kitabı temin edebilirsiniz.

Okumaya devam et
Kitap

DÜŞÜNCE MOLA

Bu kitaptaki yazılar, hayatımın son on yılında vermeye çalıştığım molaların fotoğrafıdır. Bazen yurt-dışında, bazen şehirleri dolaşırken verdiğim düşünce molaları. Bazen de sosyal, siyasal, kültürel meselele-rimize dair yazı/kayıt molaları. Ki-mi zaman kendimle konuşurken, kimi zaman da dostlarımla, İslam dünya-sıyla, insanlığın vicdanıyla konu-şurken verdiğim molalar.
Her mola yeniden nefes almak için, yeniden düşünmek ve daha güçlü bir şekilde yola çıkmak için.
Çünkü hikâyemiz esasında bir yol hikâyesi. O yüzden yolu çok sevdim, yolculuğu ve yolda olmanın kendisini sevdim. Bu sevgi aşkına her molanın akabinde yeniden yola revan oldum.
Çünkü hayatın bir yolculuk oldu-ğuna inandım. Peygamberimizin “benim dünya hayatı ile ilgim, bir ağacın altında mola vermek gibidir” buyur-masından ilham alarak, dinlenmeleri-mizin hakkını vermek gerektiğine, muhasebemize vesile olması gerekti-ğine inandım.
Yolculuğumuz ezelden ebede devam ediyor ve tek yolcular da bizler de-ğiliz. Bizden önce de nice yolcular gelip geçti, niceleri düştü-kalktı ve yılmadan usanmadan menzile vardı.
Yaşarken bu yol halinin hem çok uzun hem de çok kısa olduğunu görü-rüz. Kısa olduğu için en iyi şekilde değerlendirmek adına sık sık düşün-ceye ihtiyacımız olduğuna inandım, uzun olduğu içinde ara ara mola ver-mek gerektiğine inandım. Hem uzunlu-ğu hem kısalığı birlikte yaşadığımız için “Düşüncemola” dedim kitabın adına. Düşünerek yol almak, mola ve-rerek direnç kazanmak gerektiğini düşündüm.

Linke tıklayarak kitabı temin edebilirsiniz.

Okumaya devam et