Son iki-üç asırda Batı özentisi şeklinde cereyan eden değişim hamleleri bizi kendimizden uzaklaştırdı. 20.yy’ın ikinci yarısından itibaren köklerimize yaslanmak isteyen yeni bir değişim dalgası oluştu. Dip dalga şeklindeki bu çaba aşama aşama önce eğitim, sonra sosyal ve iktisadi alanda, en son da siyasi alanda etkili ve görünür hale geldi.

18.yy’da algısal olarak kendini göstermeye başlayan, 19.yy’da ise biçimsel ve yüzeysel olarak tezahür eden Batıcı değişim dalgası, Avrupa’ya tahsile giden gençlerin dönüşü ve Osmanlı’nın mevzi kaybetmesiyle birlikte daha sert bir şekilde gün yüzüne çıktı. Jön-Türkler’den İttihat-Terakki’ye ve Cumhuriyet’e uzanan aşamada özentiyle başlayan ve bir tür kopyala-yapıştır yöntemiyle uygulanan Batıcılık, başat ideoloji olarak neredeyse hayatın tüm alanlarında kendini gösterdi.

Dilden kıyafete, sanattan düşünceye, ekonomik hayattan siyasi-sosyal hayata kadar neredeyse tüm kurumlar ve içerikler Batıdan alınan bilgi ve uygulamalarla şekillendirilmeye çalışıldı. Köklerden tamamen kopmak üzerine kurgulanmış olan devrimci Batıcı ekol belli ölçülerde başarılı olsa da dikilen gömleğin bünyeye uymadığı özellikle 20.yy’ın ikinci yarısından itibaren anlaşılmaya başlandı.

Mehmet Akif Ersoy ve Sebillüreşad çizgisinin “Asım’ın Nesli”, Nurettin Topçu’nun “Hareket”, Necip Fazıl Kısakürek’in “Büyük Doğu”, Sezai Karakoç’un “Diriliş”, Necmettin Erbakan’ın “Milli Görüş”, Recep Tayyip Erdoğan’ın “Muhafazakâr/Dindar Nesil” diye adlandırdığı, Nurculuk, Süleymancılık, Nakşibendilik gibi ekoller yanında şahıs, eser, cemaat ya da tarikatlardan hareketle de süregelen çabalar; köklerinden koparılmak istenmiş neslin yeniden kendine gelmesine, toparlanmasına, talepte bulunmasına, harekete geçmesine ve hayatın hemen tüm alanlarında kendini göstermesine yol açtı.

Tüm bu çabaların devamı mahiyetinde, kendini göstermenin sembolik hedefi sayılabilecek bürokrasi, iş dünyası, medya, akademi vb alanlardan sonra en görünür alan olan siyasette; hedefe ulaşmayı Erbakan, hedefte tutunmayı ise Erdoğan başarmış oldu.

50’lerden itibaren farklı aşamalarla ve hep “aşağıdan yukarıya” devam eden değişim çabasının ve hareketliliğin en önemli hedeflerinden biri “iktidar olmak”tı. Çünkü ancak iktidar olunduğu takdirde gerçek anlamda değişim yaşanabilecek ve belki daha önemlisi ‘kısa yoldan’ neticeye varılmış olunacaktı. Mütedeyyin kitlenin tırnaklarıyla kazıyarak elde ettikleri kazanımlar, çoğunlukla darbeler aracılığıyla gerçekleşen iktidar değişimleriyle engelleniyor, tüm emekler boşa gitmiş gibi görünüyordu. Örneğin eğitim alanındaki değişimin lokomotifini oluşturan İmam Hatip okulları neredeyse son 70 yıllık siyasi tarihimizin özeti gibi ancak iniş ve çıkışlarla ilerleyebiliyordu. Partilerin kapatılması, vakıf ve derneklerin maruz kaldıkları da bunun benzer yansımalarıydı.

“İktidar olmak” hedefinin öncüsü Erbakan oldu ve beş defa partisi kapatılmasına rağmen altıncı kez parti kurdu ve iktidar olduğu takdirde hayatın tüm alanlarında bir dokunuşla çok şeyi değiştirebileceğini söyledi. Rektörlerin başörtüsü mağdurlarına selam duracağı, iktidara geldikleri günün hemen ertesinde faizlerin kaldırılacağı vb söylemler iktidar olmanın, kısa yoldan ülkenin köklerine dönmesinin aracı olduğu mesajını içeriyordu.

Erbakan başta ekonomi olmak üzere birçok alanda pratik ve olumlu adımlar atmış olmasına rağmen içerden ve dışardan güç merkezlerinin çabasıyla kısa sürede iktidardan edildi. Erdoğan ise on yılların birikimiyle oluşmuş, aşağıdan yukarıya ilmek ilmek dokunmuş değişim dalgasını arkasına alarak, içerden ve dışardan güç merkezleriyle Erbakan’dan daha farklı ilişki yöntemi geliştirerek iktidara geldi fakat bir süre sonra aynı güç merkezleri Erdoğan’ı da iktidardan düşürmeye çalıştılar. Erdoğan ise her defasında farklı hamlelerle iktidarda tutunmayı başardı ve bugünlere, iktidarını güçlendirerek gelmiş oldu.

Mütedeyyin kitlenin aşağıdan yukarıya doğru zorlayarak adım adım emek verdiği ve bedelini de ödediği “iktidar olmak” arzusu şekil şartları itibariyle gerçekleşmiş oldu ama tam olarak “iktidar olundu mu?” konusu tartışılmaya devam etmektedir. Başta Erdoğan olmak üzere birçok kişinin kültür, sanat, fikir, eğitim vb alanlarda iktidar olunmadığını söylemesi bu konudaki tartışmaları derinleştirmemizi gerektirmektedir.

Dini hassasiyetle bu mücadeleyi veren insanların merkeze aldığı konu, dağılmış ve bozulmuş toplumun değişimiydi, iktidar olmak ise bunun gereği ve aracıydı ama kesinlikle amacı olmayacaktı. Ebedi bir hayata inanan, geçmişle irtibatını koparmamaya çalışan bu nesil, dünden yarına devam edecek olan tarih serüveninde sorumluluğunu yerine getirip hayatın her alanındaki münkeri en kısa yoldan, en hızlı şekilde engellemeyi arzuladı. Bir süre sonra araç amaç haline gelmeye başladı ve 50’lerden itibaren fert fert çalışma yapan bu nesil, iktidar aracılığıyla adeta bir düğmeye basarak, bir kanun yaparak, bir talimat vererek toplumun kitleler halinde değişeceğini düşündü. Yöntem olarak, “on yılda on milyon insan” yaratmaya çalışan Batılılaşma serüvenimizdeki gibi yukarıdan aşağıya kanunla ve otoriteyle toplumu değiştirme yöntemi cazip gelmeye başladı.

2010’larda, Anayasa Mahkemesi vb kurumların sorun çıkarttıkları, bu tip kurumlarda değişim olması gerektiği ve “daha güçlü şekilde iktidara gelinmesi gerektiği” argümanlarıyla seçim çalışmaları yapılırken bir sohbetimizde Abdurrahman Arslan; “Dindarların %70-80’le iktidara gelmesini istiyorum” demiş ve gerekçe olarak da “Anayasa Mahkemesi dahil tüm kurum ve kuruluşlar mütedeyyin insanlarca bir an önce yönetilmeli ki ‘asıl mesele’nin iktidar olmak ve kurumları yönetmek olmadığını bir an önce anlayalım”.

“Asıl mesele”nin ne olduğu konusu iktidar süreçlerinde hep yüzümüze çarptı. Ama çoğu zaman bu sorgulamadan kaçtık. İktidar olmanın konforu, kısa yoldan sorunları çözme tatmini, iktidarı engellemeye dönük hamleler gibi daha önemli/acil gibi görünen hususlar asıl meselenin enine boyuna tartışılmasına imkan vermedi. Bu konuyu dillendirenler de genel olarak sorunlu görüldü. Çünkü gayet güzel yürüdüğü düşünülen bir gidişat vardı ve buna eleştiri getirmek iyi niyetle izah edilemezdi.

Böylece son yirmi yılda neredeyse tüm kurum ve kuruluşlarda etkili olundu, büyük ölçüde istenilen isimler yönetici yapıldı, kanun ve mevzuatlarında değişiklikler yapıldı ama “iktidar olmak” konusu hala tartışılmaya devam etmektedir. Erdoğan’ın “kültürel iktidar olamadık” söylemi bunun en sembolik yansımasıdır. Özellikle yerel seçimlerde İstanbul’da ikinci kez seçim yapılmasına rağmen ve her türlü yönetim ve teknik imkana sahip olunmasına rağmen seçimin açık ara kaybedilmiş olması “iktidar olma”nın ne demek olduğunu tekrar düşünmeyi elzem kılmaktadır.

28 Şubat’ın ağır baskısına ve travmasına rağmen yeniden ve hızlıca toparlanabilmek, aşağıdaki değişim dalgasının tüm kılcal damarlara nüfuz etmiş olmasıyla mümkün oldu ve yeniden iktidara gelmenin sağlam zeminini oluşturdu. Kanaatimce değişim hep aşağıdan yukarıya olmalıdır. Yukarıdan aşağıya değişim yapmak yerine yukarının görevi, aşağıdan yürüyen değişim dalgasını doğru anlamak, onu desteklemek, önündeki engelleri kaldırmak ve kısa vadede aleyhine gibi görünse de aşağıdan yukarıya devam eden değişim dalgasına müdahale etmemek, onu değersizleştirmemek, mecrasından çıkarmamak, niteliğine halel getirecek görünümlere fırsat vermemektir.

On yıllardır hedeflenmiş olan iktidar olma arzusu; iktidar, siyaset, otorite, bürokrasi, istihbarat, emniyet vb mekanizmaların hiyerarşik olarak üstte konumlanmasına sebebiyet vermiş, bu mekanizmaların bir dokunuşuyla toplumsal değişimlerin gerçekleşebileceği yanılgısını doğurmuştur. Özellikle çok oyla ve güçlü şekilde iktidar olunduğunda bu yanılgı daha da artmış, uzun yıllar dışlanmış olan mütedeyyin kitlenin birikmiş toplumsal kredisi de bu yanılgıya katkı sunmuş ve bu kervanın bu şekilde ilerleyebileceği zannedilmiştir.

Geldiğimiz noktada diyebiliriz ki; çok önemli adımlar atılmış, merhaleler kat edilmiş olmasına rağmen, yukarıdan aşağıya çabalara rağmen istenen değişimler tam olarak gerçekleşememiştir. Nicel olarak yaşanan ve daha çok başörtüsü, din eğitimi ve bazı semboller üzerinden görünür olan değişimin detayına inildiğinde ve kılcal damarlar incelendiğinde bir çok handikap içerdiği ve bu şekilde devam edildiği takdirde yukarıdan aşağıya değişimin normal değişim seyrini bile olumsuz etkileyebileceği görülmektedir.

Üniversitelerde istenilen şekilde rektör atanmasına rağmen, liselerde makul sayılabilecek müdürler olmasına rağmen, bir çok kanuni düzenlemeye rağmen gençlerin farklı bakışlarının artması, mütedeyyin kitlenin düşünce kodları ve gelenekleriyle ilgili bir sorun değil, yöntemleriyle ilgili bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Başörtüsü ile yanlış bir eyleme katılan öğrenciyi kazanma çabası yerine, oradan uzaklaştırmak için en üst devlet mercilerinden ailesine veya hiyerarşisine talimat vermek suretiyle anlık olarak çözüm üretilebilir ama ‘asıl mesele’ çözülmüş olmaz. Uyuşturucuya bulaşmış bir gencin kurtulması yalnızca valilik ya da emniyet talimatlarıyla çözülmeye çalışılırsa kalıcı çözüm olmaz. Bir kişinin yanlış mecradan uzaklaştırılması artık, aşağıdan yukarıya değişimin öncüleri olması gereken sivil toplum kuruluşlarından çok “devlet otoritesi”nin görevi olarak görülmektedir. Bu yaklaşım o kadar ilerlemiştir ki; STK yöneticilerimiz de, kanaat önderlerimiz de, yardıma muhtaç herhangi bir kişiyi bile direkt ilgili devlet kurumlarına yönlendirerek sorumluluklarını yerine getirdiklerini düşünür hale gelmişlerdir.

Yukarıdan aşağıya değişimin tadını almış mütedeyyin kitle, bir asra yakındır mahrum bırakıldığı her işe ve alana iştahla saldırmakta, Talut’un ordularının yaptığı gibi kana kana o sudan içmekte ve geçmiş yılların kaybını telafi edercesine, devlet ve kamu imkânlarını emanet olarak görmenin ötesinde hak olarak telakki etmeye başlamaktadır. Bu da gittikçe aşağıdan yukarıya değişim çabalarını cazip olmaktan çıkarmakta, değersizleştirmekte ve bu yanılgıyla yukarıdan aşağıya mevzuların çözüleceği inancı hala pekişerek devam etmektedir.

Fert fert, ev ev, sokak sokak çalışma yapmış; kampüslerde, okullarda, çarşı ve pazarlarda, cami ve pavyonlarda her bir insan ile ilgilenerek bu günlere gelmiş dini hassasiyeti olan nesil, tek merkezden bir hutbe ile tebliğ yapmak, bir kanunla münkeri engellemek, polisiye tedbirlerle sapkınlıkları yok etmek, maddi imkan ve nicel artışlarla maarif davamızı kazanmak, projelerle kültürel iktidar olmak, talimatla seçim kazanmak gibi kolaycılığa hapsolmuş ve aşağıdan yukarıya değişimin elzem olduğunu ıskalamaya devam etmektedir.

Erbakan iktidar oldu ama tutunamadı, Erdoğan iktidar oldu ama tutundu. Ama asıl iktidar alanı olan kılcal damarlardaki kan dolaşımını yeniden harekete geçirmeden yapılan hamleler belki vücudu bir süre daha ayakta tutabilir ama önemli sarsıntıda devrilmesine engel olamaz. Her bir hücrenin, her bir damarın ve en önemlisi ‘asıl mesele’ sayılabilecek olan kalbin, ruhun, zihnin kıymetini bilerek hareket edip vücudun her bir bölgesindeki kan dolaşımını önemseyen ve bunu da mümkün olduğunca dışardan müdahalelerle değil doğal yöntemlerle devam ettiren yaklaşım için aşağıdan yukarıya değişimi tekrar tartışmaya değer. Sınıftaki bir öğrenciyi, pazardaki bir esnafı, en ücradaki bir köylüyü, varoştaki mahrumu, cami dibindeki mümini, dünyanın öbür ucundaki vatandaşını, unutulmuş engelliyi, hatta isyan etmiş, küsmüş, kızmış, “her türlü yanlışa bulaşmış her bir ferdi” önemseyen, değerli bulan bir anlayışa yeniden ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum.

Ancak “aşağı”sını yeniden ve gerçekten önemsediğimiz takdirde, son yarım asırdır almış olduğumuz mesafelerin kadrini kıymetini bilmiş oluruz. Bulunduğumuz iktidar merhalesini daha anlamlı hale getirmiş oluruz. Hayatın ve ‘asıl mesele’nin bugünden ve iktidar sürecinden ibaret olmadığını fark ederiz. Bu durumda iktidar da, maddiyat da, güç de, araçlar da değişime katkı sunan birer vesileye dönüşür. Değişimi engelleyen birer aygıta değil.

Halit Bekiroğlu

18.02.2021