Sadece kitapları, metinleri okumayız. Hayatı ve olayları okuduğumuz gibi çevremizi ve doğayı da okuruz. Okudukça anlar, anladıkça müktesebatımız ve irademiz ölçüsünce anlamlandırırız.

Doğa en saf kitaplardandır. Özellikle bakir kalmış yerlerde yürüdüğümüzde; karmaşasıyla, sıkıntıları ve zorluklarıyla doğanın güzelliğini keşfedebiliriz. “Kusursuz güzellik” abartısına gerek yok, doğa kusurlarıyla güzeldir, kusurlarında bile o doğallığı görebiliriz.

Yıkılmış ya da kurumuş bir ağacı okuduğumuzda, etrafa rastgele serpiştirilmiş gibi duran çalı-çırpıya dokunduğumuzda adeta soyut resimdeki hazzı alırız. Hiçbir şey nizami görünmez doğada ama her şey müthiş bir ahenk içindedir. Yürüyüşümüz devam ettikçe aynı ahenk, peşimiz sıra bizi takip eder.

Kitap okumalarımızı çeşitlendirme ihtiyacı hissederiz zaman zaman. Doğayı okumak da böyledir. Uzmanlık alanımızın dışında yürüdüğümüzde konumuzu daha iyi anlamaya başlarız. Doğadaki çeşitlilik, renklilik ve görece karmaşa, odaklandığımız yaşam alanlarımızın handikaplarını hatırlatır bize. Bir araştırmacının, düşünürün, mühendisin tespit ve uyarıları gibi, yapıp ettiklerimizle yüzleşmeye başlarız. Her okumamız aslında kendi içinde birer yüzleşmedir. Bazen duygularımızla, bazen aklımızla yüzleşiriz. Bazen de yaşadıklarımızla, kazandığımız veya kaybettiklerimizle.

Bir romanın, fikir kitabının, makalenin içinde gezinir gibi yürürüz doğada. Her adım bir sayfa kitap okur gibi gelir insana. Süzülüp gittikçe adeta kitabın içindeki akışı yakalarız ve yaşamaya başlarız. Yürürken ağaçları okuruz, tek tek ağaçları. Bütün olarak ormanı okuruz, bir topluluk gibi gelir bize. Bir süre sonra okuduklarımızla iletişime geçeriz; bazen bakışarak, bazen konuşarak, bazen koklaşarak. Romanın örgüsü içinde kaybolur gibi her bir ağacın hikâyesine odaklanırız. Bu hikâyede roman yazarı bizi yönlendirmez, kendi romanımızı yazmaya başlarız. Tüm kurgu bize aittir ve edilgen okuyucu olmaktan hızlıca uzaklaştığımızı fark etmeye başlarız.

Şehirdeki görece nizami yaşamda gizlenmiş anlamsızlıklar kaybolur doğa romanında. Bu romanda her şey o kadar saf, çıplak, içten ve katışıksızdır ki o kendini bize açtıkça biz de kendimizi ona açarız. “Üryan geldim, üryan giderim” misali tüm rollerimizden, yüklerimizden ve artıklarımızdan kurtuluruz ve yürüyüşümüz gerçek bir yüzleşmeye dönüşür.

Şehirdeki görece nizami yaşamda gizlenmiş anlamsızlıklar kaybolur doğa romanında. Bu romanda her şey o kadar saf, çıplak, içten ve katışıksızdır ki o kendini bize açtıkça biz de kendimizi ona açarız. “Üryan geldim, üryan giderim” misali tüm rollerimizden, yüklerimizden ve artıklarımızdan kurtuluruz ve yürüyüşümüz gerçek bir yüzleşmeye dönüşmeye başlar.

Okumayanlar ise akıntıya kapılanlardır. Onlar, kendilerine dışardan bakamadıkları ve kendi dışlarında bir dünya olduğunu göremedikleri için kendilerini bihakkın anlayamayanlardır. Bu durumda kendini anlamayanların; hayatı, kâinatı, Yaratıcıyı anlayabilmeleri de pek mümkün olmaz.

Zaman içerisinde her yürüyüşümüzün ayrı birer kitaba dönüştüğünü fark ederek, kendi kitabımızı en yalın haliyle yine kendimiz yazmaya başlarız.

Tek tip okumadan sıyrılıp en saf okumaya geçmenin yolunu da yine en saf doğa yürüyüşlerinin içinde buluruz. Böylece tüm diğer okumalarımızı en saf mecrada değerlendirmenin yolunu da anlamış oluruz. Yapay hallerden, ilişkilerden ve hatta yapay peyzaj ve kitaplardan sıyrılmanın yolunu da.

Halit Bekiroğlu

12.09.2020, Ballıkayalar