Zor zamanlarda iki tür tavır takınırız; ya bilge insanlara başvururuz ya da taraflardan birine yaslanıp olayların akışına bırakırız kendimizi…
Bilge insanlarda enteresan bir derinlik var, eskiler buna feraset derler, “basireti açık olmak” da diyebiliriz. Günübirlik olayları bizler kadar bilemeseler de olup biteni iki cümlede özetleyebilirler…
Bir süredir ülkemizde yaşanan hadiselerle ilgili kafa karışıklığını gidermek için Üstad Sezai Karakoç’a başvurdum. Başvurdum dediysem yüz yüze değil, haftalık konuşmalarından internetteki en son konuşmasını dinledim, can kulağıyla…
En son Suriye ile ilgili Sezai Karakoç ters köşeye yatırmıştı bizi. Hepimizin direnişe, şehadete odaklandığı bir dönemde kardeşlikten bahsetmiş, yaşanabilecek drama işaret etmişti de topa tutmuştuk, hatırlayın. Çünkü bize göre Karakoç, en nihayetinde masa başından ahkam kesiyordu…
Sonuç?
Suriye her gün yanıyor…
Suriye hepimizi yakıyor…
Karakoç, Türkiye’de yaşanan hadiseleri de kardeşlerin anlaşmazlığı bağlamında değerlendiriyor. Bir hadisle başlıyor sözüne ve Müslümanlar birbirlerinin “elinden ve dilinden emin”dirler, birbirlerine zarar vermezler diyor…
Acınası halimize atıfta bulunuyor, insanoğlu “hem kendini hem de başkasını yakabilir” diyor…
Bilge insanların okumaları günübirlik değil, bunun için 100 yıllık geçmişten bugünü yorumluyor Karakoç. Nice tezgah ve kaos ortamlarının söz konusu olduğunu, nice fetret dönemlerinin yaşandığını ama sabredildiğinde hepsinin atlatılıp yeni bir merhaleye geçildiğini/geçileceğini anımsatıyor bize…
Kışkırtıcılara prim verdiğimiz ve olayları sükûnetle karşılamadığımız takdirde herkesin bundan zarar göreceğini söylüyor. En çok da aydınların ve gençlerin sükûnetini arzuluyor…
Adeta ayetteki akılsızlığımıza değiniyor;
“İçimizdeki beyinsizler yüzünden bizi helak eder misin Allah’ım!”
Oysa biz sükûnet deyince, itidal deyince en yakın dostlarımızın nasıl rahatsız olduğunu yaşıyoruz bugünlerde. Her kavgada en şedit taraflarımızla gurur duyuyoruz, vasata çağırana kem gözle bakıyoruz. Kışkırtıcılığın, borazanlığın destek gördüğünü acıyla seyrediyoruz…
Aceleci yaratıldığımızı Rabbimiz söylüyor. En aceleci tarafımızla kesin hükümler vermeye meylediyoruz, zorlanıyoruz. Aksine Karakoç “fitne” vurgusu yapıyor, fitne ateşinin herkesi yakacağını hatırlatıyor. Bir tarafı fitneci olarak damgalamanın kolaycılığına kaçmamayı öneriyor…
Bu gün sıkça kullanılan ifadeyi de kullanıyor Üstad, “dış güçler” diyor. Ama topu dış güçlere atmak yerine “ihtilaflarımızı çözmezsek dış güçler bu ihtilafları arttırmak için çabalar” diyor, kendi muhasebemize çağırıyor…
Karakoç, bu tip ortamların umutsuzluğa sebebiyet vereceğini hatırlatıyor bize. Bu çekişmeleri bırakıp ruhumuzu diri tutmamız gerektiğini söyleyerek tarihi bir okumayla umuda çağırıyor bizi; Moğol istilasıyla, Yunan felsefesiyle, Haçlı istilalarıyla yüzleşmemizin medeniyetimizi yeniden canlandırdığını, son 200 yıllık sıkıntının da yeni dirilişlere vesile olacağını, bunun için fitneye kapılmadan fetret dönemlerini sükûnetle atlatıp uzun vadeli bakmamız gerektiğini ve medeniyete çalışmamız gerektiğini anlatıyor uzun uzun…
En önemlisi kardeşliğe vurgu yapıyor Üstad, “Yakın ya da uzak geleceğimizde yan yana geleceğimiz insanlarla birbirimizin yolunu kesmeyelim, geçici kayıplara üzülmeyelim…” diyerek meselenin özüne temas ediyor…
Velhasıl, iki haftadır yarım yamalak söyleyebildiğim, belki çelişerek söylediğim hususlarda Sezai Karakoç tam anlamıyla duygu ve düşüncelerime tercüman oluyor. Bir kez daha anlıyorum ki “Alimin ölümü” bunun için “alemin ölümü” anlamına geliyor…
Kendi gömüldüğümüz karanlıktan sıyrılıp ufuktaki “parlak İslam güneşi”ni görmemizi istiyor Karakoç ve Fransız filozof Alain’den aktarıyor;
“Melankolik! Ufka Bak!” 
 
 
(Bu yazı 11.01.2014 tarihinde 212haber Gazetesi’nde yayımlanmıştır)