Search Results

merhale

Yazı

MERHALE

Yaşanan ekonomik, siyasi, sosyal ya da entelektüel krizler farkında olmasak da psikolojimizi derinden etkiler. Bu tür durumlarda bazen duygularımızı bastırır, bazen olayın gerçekliğini tam fark etmez, bazen de çok etkilenip bunalıma gireriz…

Daha üzerinden bir hafta geçmişken 15 Temmuz dolayısıyla organize ettiğimiz programlardan birini nihayete erdirdiğimizde bir psikolog arkadaşım “travma yaşıyoruz” demişti de “evet acılar yaşadık ama herhangi bir bunalım ya da travma yaşamıyorum” diye iddialı bir cümle kurmuştum. “Travmaları irademizin gücüne göre az ya da çok bastırırız ama o travma içimizde yer edinir” demişti…

Dün yaşadıklarımız gibi bu gün yaşamakta olduklarımız da şüphesiz bizi etkiliyor; bazen derinden bazen yüzeysel. İnancımız, bilgimiz, aksiyonumuz ölçüsünde yaşadıklarımızın farklı biçimlerde etkisine maruz kalıyoruz…

Son dönemlerde küresel ölçekte ve elbette bölgesel ve ulusal ölçekte krizlere maruz kalıyoruz. Yaşadıklarımızı yok saymak, görmemezlikten gelmek, topu taca atmak gibi refleksler gerçekliği ortadan kaldırmadığı gibi irrasyonel tutumlara bizi götürebiliyor…

Yaşanan krizlerde ve travmalarda gerçeklikten kopmamak için öncelikle meseleyi doğru teşhis etmek gerekir. Kanaatimce göz ardı etmememiz gereken en önemli husus, yaşadığımız sürecin bir merhale olduğudur. Toplumların değişimi kendiliğinden ve bir anda gerçekleşmiyor. Aşama aşama yaşadıklarımız tarihin seyri içinde bizi önce bir menzile sonra başka menzillere vardırıyor. Bazen vardığımız menzilden kopabiliyoruz; bizim zafiyetlerimizden ya da menzilin zayıflığından. Bazen bir hedefi aşıyoruz ama yeni yeni hedefe hazırlıklı olmadığımız için eski menzille sınırlandırıyoruz kendimizi ve farkında olmayarak ilerleyişimiz değil gerilememiz söz konusu oluyor…

Kişisel hikayelerimizde de benzer merhaleler yaşayabiliyoruz. Bazen hayatımızın bir evresine takılıp kalıyoruz. Özellikle o evre eğer zorlu geçmişse, bizi yormuşsa, geleceğe dair umutsuzluk sarmalıyor bizi. Oysa her yaş adeta bir basamak gibidir. Gereğini yaparsak bizi sonraki basamağa taşır. Bazen ayağımız kaysa da, basamaklar gevşek olsa da hedefimize iyi odaklanabilirsek, yaşadığımız aksaklıklara kendimizi mahkum etmezsek varmayı arzu ettiğimiz noktaya aşama aşama ulaşabiliriz…

Türkiye’de ve dünyada Müslümanların son birkaç asırdır yaşadıkları bir araya getirildiğinde, toplanıp çıkartıldığında tüm eksiklere ve yanlışlara rağmen hayatın hemen her alanında önemli merhaleler katettiğimizi göreceğiz. Nicel olarak da nitel olarak da on yıllar öncesiyle, bir asır öncesiyle karşılaştırılmayacak kadar önemli hamleler yapıldığını fark edeceğiz…

Olumlu ya da olumsuz değerlendirmelerimizi çoğu zaman günlük politik duruşumuz üzerinden değerlendirdiğimizde; parti, mezhep, meşrep, etnik yapı, bölgecilik vb dar ve çoğu zaman yüzeysel pencereden baktığımızda fotoğrafın bütününü, ufkun derinliğini ve aydınlığını kaçırabiliyoruz…

Biraz tarih okuduğumuzda, geleceği tasavvur etmeye çalıştığımızda, hikmet ve basiret taraflarımızı devreye soktuğumuzda, içerden ve dışardan yönlendirmelerle sığ sulara hapsedilmek istendiğimizi anladığımızda yaşadıklarımızın bir merhale olduğunu, hatta önemli bir merhale olduğunu, belki de yaşanmasının kaçınılmaz olduğunu anlayacak ve daha hızlı toparlanıp geleceğe yönelebileceğiz…

Yaşadığımız süreci erken ve doğru kavramanın en önemli yollarından biri de “asıl meselemiz”in ne olduğunu tekrar hatırlamak ve hiç unutmamacasına zihnimize ve hayatımıza yerleştirmektir. Ki asıl  meselemiz ebedi mutluluğu yakalamak için Rabbimizin bize emanet olarak verdiği her şeyi O’nun yolunda tutmak ve O’nun yoluna hizmet eden birer kul olmaktır…

Şu anda yaşadığımız merhalede; bazen hem insanlığımıza hem Müslümanlığımıza yakışmayacak şekilde yaşadığımız olaylar iyi değerlendirildiğinde aslında toparlanmamıza ve olgunlaşmamıza vesile olabilir. Yeter ki akıntıya kapılmayalım, yeter ki hayatı bugünden ve tul-i emel ölçeğinde yakın gelecekten ibaret düşünmeyelim…

Halit Bekiroğlu

17.12.2019

Okumaya devam et
Yazı

Dayanıklı Toplum İçin Dayanıklı STK Nasıl Olmalıdır? (Maratonda 35. Kilometre)

Dayanıklı toplum ile sivil toplum kuruluşlarını birlikte ele alacağız. Bendeniz maraton koşmuş birisiyim. Maraton koşusu 42 kilometredir ve bunun en zor kısmı, 35. kilometredir. Başlangıçta yola çıkarken bir cesaret sorunu yaşarsınız, yapabilir miyim yapamaz mıyım diye şüpheye düşersiniz. Ama yola çıktıktan sonra gerisi gelir. Ancak 35. kilometreden sonra koşucuların büyük çoğunluğu dökülür. Çünkü vücudun dayanıklılığı nihayete ermeye başlar, vücut her şeyiyle zorlanır. Maratonun zorlu ve kritik dakikaları tam da burada başlar. 35. kilometreden sonra sadece bedensel güç yetmez, artık iradesi güçlü olanlar o maratonu tamamlayabilir. Bedensel olarak çok güçlü olsanız bile eğer iradeniz orada devreye girip sizi kararlı hâle getirmezse 35. kilometreden sonra maratonu tamamlama ihtimaliniz azalır.

Ben triatlon da yapan biriyim. Özellikle triatlon gibi çok yönlü sporlar, daha çok dayanıklılık gerektirir. Bu sporlarda orta yaş grubunun daha başarılı olduğunu görürsünüz. Gençler alınmasın, kızmasınlar, ama bunun asıl sebebi iradeyle ilgilidir. Elbette orta yaşlılar daha iradeli, gençler iradesiz denemez. İradeyi daha geniş düşünmek gerekir. İrade; tecrübeyle, gün görmüşlükle, deneyimle ve daha başka birçok şeyle ilgilidir. O en kritik 35. kilometreden sonra hedefe ulaşmanız için iradenizin güçlü olarak devreye girmesi gerekir. Ancak o takdirde maratonu tamamlayabilir, hedefe ulaşabilirsiniz.

Toplumun dayanıklı hâle gelmesi için de zamana, tecrübeye, birikime, bilgiye ihtiyaç var. Spor, sadece koşmakla olmaz. Onun için bilgi, eğitim ve beslenme yöntemi lazım. Bu ise matematik hesaplamalar gibi plan program gerektirir. Dolayısıyla dayanıklı bir toplum için de bilgi lazım, tecrübe lazım, yaşamak ve aktarım lazım. Özellikle yaşamadan olmaz, yola çıkmadan olmaz.

Özellikle dinî hassasiyeti olan sivil toplum kuruluşları olarak şöyle bir evre yaşıyoruz: 1990’dan önce daha fazla cemaat yapılarına sahiptik, daha dar, daha kapalı, daha içe dönük ve görece gizli saklıydık. Bunu 1940’lı yıllardan alıp 1990’lara kadar getirebiliriz. 1990’lardan sonra gönüllülük, dışa açılma, kendini kamuoyunda göstermeye başlama evresi söz konusu oldu. 2000’lerden sonra daha fazla kurumlaşma ve daha profesyonelleşmeyle birlikte daha belirgin mekânlarımız oldu. Önceden çay ocaklarında, yayınevlerinde ya da bir nevi mini dergâh, mini ocak gibi evlerde, mahalle aralarında, küçük mescitlerde yaptığımız faaliyetleri artık ayrı bir çatı altında, kurumsal bir yapı içerisinde gerçekleştirmeye başladık. Geleneksel cemaatsel yapılardan yeni kurumsal yapılara evrilme oldu. İçe dönük bilinçlendirme faaliyetlerinden dışa dönük bilgilendirme faaliyetlerine yöneldik. Yeni kamusal temsil biçimleri ortaya çıktı. Yerel toplumsal ilişkilerden uluslararası ilişki ağlarına yönelmeye başladık.

Burada kritik olay Bosna Savaşı oldu. Onun öncesinde İran Devrimi, Afganistan cephesi önemli olsa da aslında kalıcı bir etki bırakmadı. Asıl etkili olan, Bosna Savaşı’ydı. İnsani yardım odaklı olarak Türkiye dışına açılma söz konusu oldu. İçsel mali kaynaklardan yeni dışsal fonlara yönelim gerçekleşti. 1990’lı yıllarda Avrupa Birliği fonlarıyla ilgili “Caiz midir değil midir?” diye çok hararetli tartışmalar yapıldı. Dışsal fonlara yönelim oldu. Buradaki dışsal fonlar sadece yurt dışı anlamında değil, kendi iç bünyesinde, yani o cemaat yapısı içerisinde üyelerin, bazı esnafların yaptığı yardımlardan dışarıya doğru çıkıldı. Artık dışarıdaki bazı kurumlardan, örneğin devlet kurumlarından destek alınmaya başlandı. Cemaatsel temelli gönüllü ilişkilerden profesyonel örgütsel yapılara yönelim oldu. Toplumsal hizmetten, uzmanlaşmış kuruluşlara geçildi. Belli uzmanlık alanları oluştu. Önceden bir yapı her şeyi gerçekleştirmeye çalışırdı. İnsani yardımla da uğraşır, insan da yetiştirir, eğitime yönelir, mühendislerle uğraşır, yani her işi yapmaya çalışırken bir süre sonra bazı uzmanlık alanları oluşarak kimi sadece gençlerle, kimi kadınlarla, kimi mühendislerle, kimi sağlıkla, sporla, çevreyle ilgilendi.

Kadınların artan etkinliği söz konusu oldu, çünkü kadınlar görünür değildi, daha görünür ve daha aktif oldular. Geldiğimiz nokta itibariyle sadece STK’lar değil bütün Türkiye için konuşursak dindar kadın veya dinî hassasiyeti olan kadın, artık toplumun her katmanında ve her alanında görünür olmaya başladı. Sembolik olarak bunu askeriyede bile gördük. Tesettürlü kardeşlerimiz askeriyede görev alabildi, subay olabildi. Bunlarla ilgili değerlendirmelerimiz, getirdikleri ve götürdükleri ayrıca konuşulabilir, şimdilik bunları tespit anlamında söylüyorum. Kapalı mekânlardan açık kamusal mekânlara yönelim oldu ve devlete muhalif ve rakip bir konumdan devlete yardımcı bir konuma evrilme yaşandı. Bu değerlendirmeler, İlke Vakfı bünyesinde hazırlanan ve STK başkanları, akademisyenler, kanaat önderlerinden oluşan yaklaşık 50 kişilik bir dizi görüşmeden sonra ortaya çıkmış sonuçlardır.

Bu girişle birlikte konuyu iki bölüme ayırmış oluyorum. Birinci bölümde dayanıklı toplumun sivil toplum açısından geldiği nokta, yani sivil toplum olarak bugünkü yapımız. Buna bir şey eklenebilir veya çıkartılabilir ama ana hatlarıyla şöyle bir evre yaşıyoruz; özellikle son iki yüz yılımız sıkıntılı geçti. Osmanlı’nın son dönemi ve Cumhuriyet Dönemi boyunca hem bütün dünyada hem daha dar anlamda yaşadığımız coğrafyada ve İslam coğrafyasında büyük sıkıntılar yaşandı. Biz önce dağılma süreci yaşadık ki bu sadece Osmanlı’nın hâkim olduğu topraklarla ilgili değildi. Uzak Asya’da, Afrika coğrafyasında da yaşandı ve Müslümanlar bir dağılma sürecine girmiş oldu. Bu dağılma, beraberinde içe kapanmayı getirdi ve bunun sonucunda bir nevi yer altına inildi, periferiye çekilme oldu, gizli saklı çalışmalar yapıldı. Hatta bugünkü ikircikli tavırlarımızın önemli bir sebebi de geçmişten gelen o içe kapanma refleksidir. Bunun, zulümden kaçmak, dinimizi daha rahat yaşamak gibi farklı gerekçeleri vardı ama bu beraberinde bir sorun üretti. Özellikle Türkiye’de 1940’lı ve 50’li yıllardan, Mısır gibi bazı ülkelerde 1925-30’lu yıllardan itibaren yeniden bir uyanma evresi oldu. Buna kimi diriliş kimi uyanış dedi, Nurettin Topçu hareket adını verdi. Özellikle tarikatlar ve ulema bazında, Karadeniz ve Doğu hattındaki bazı medreselerde, tekkelerde bir toparlanma, bir uyanış süreci yaşandı.

Ben asıl bundan sonrasını anlatmaya çalışacağım. Yüzleşme evresine geçtik ve bu evreyi hâlâ birçok alanda yaşıyoruz. Ailede, siyasetle ilişkilerimizde, parayla, ekonomiyle olan ilişkilerimizde, kadın-erkek ilişkilerimizde, uluslararası ilişkilerimizde, ahlakla ilgili meselelerimizde ve daha birçok meselemizde bu yüzleşmeyi yaşıyoruz. Teşbihte hata olmasın, bugün itibariyle maraton koşusunun 35. kilometresindeyiz. Bu noktada bizim dayanıklılığımız devreye girecek ve biz dayanıklılığımız ölçüsünde bu maratonu tamamlayabileceğiz. Hep bir slogan olarak söylüyoruz, “Biz uzun yol koşucularıyız” diye. Bu ifadeyi Cumhurbaşkanımız da çok tekrarlar. Evet biz işte o uzun yolun koşucusuyuz ve sadece bugüne bakmayız. Bir maraton koşmak, gerçekten belli evreleri, belli zorlukları aştıktan sonra son aşamada çok güçlü bir irade veya bir dayanıklılık gerektirir. Başlıkta ifade edilen dayanıklılığın gerektiği bir evrede yaşıyoruz ve bunun tartışılmasını çok değerli buluyorum.

Hemen hemen hepimiz -çok genç kardeşlerimiz hariç ama onların da anne-babaları yaşadı- 28 Şubat’ı tabiri caizse hücrelerimize kadar hissettik, birçok kardeşimiz de bedelini ağır şekilde ödedi. O dönem mücadele eden tüm kardeşlerimizden Allah razı olsun. Bu dönemden sonra birtakım yüzleşmeler oldu; iktidar yüzleşmesi, para pul yüzleşmesi, makam yüzleşmesi ve başka yüzleşmeler. Sonra geriye dönmeye başladık. Bir nevi 35. kilometreden sonra geriye dönüyoruz ve “Ben bu işi tamamlayamayacağım, benim bunu tamamlayabilmem için başa dönmem lazım” gibi tutumlar geliştirildi. Yani “28 Şubat’ta biz daha samimiydik, 28 Şubat’tan önce biz daha iyiydik, o dönemde daha iyi mücadele ediyorduk, ama işte şimdi bakın şöyle şöyle zafiyetlerimiz var” gibi aslında bir nevi geriye dönme kolaycılığına sığınıyoruz. Tam da maratonu tamamlamak için dayanmamız, direnmemiz, kararlı olmamız, 35. kilometreden sonrasına ilişkin hamlemizi yapmamız gerekiyorken tereddüt etmeye başladık. Evet bacağımız ağrımaktadır, susadık, yorulduk, enerji kaybettik, ama bu maratonu tamamlayabilmek için bütün dayanıklılığımız, kararlılığımız, gayretimizle mücadelemize devam etmemiz gerekiyor.

Yani geriye dönmeden, bilakis tam tersine daha büyük bir ufukla, vizyonla, geleceğe bakarak bu hedefe ulaşabiliriz. İçinde bulunduğumuz merhaleyi doğru anlamamız lazım. Geriye dönüp “Biz önceden daha samimiydik” demenin bir kıymeti yok. Bendeniz imam hatiplerle ilgilendim ve burada da aynı hikâyeyle karşılaştım. Malatya İmam Hatip mezunuyum ve “önceden imam hatiplerde şöyle samimiyet vardı, şu vardı bu vardı” gibisinden geçmişe methiye örneklerini çokça duyuyorum. Hâlbuki önceden de her şey güllük gülistanlık değildi. Malatya İmam Hatipte çok aykırı olanlar, çok sıkıntılı arkadaşlarımız da vardı. Ama onları kuşatan hocalar ve gençler de vardı. Bir grup insan olarak ideallerimiz için gönüllü olarak çalışıyoruz, ancak bütün bir toplumun dayanıklı olması mümkün değil. Sadece bir grup insan dayanıklı olduğu zaman bile iyi bir noktaya varabilir, engelleri aşabilir, 35. kilometreyi geçebiliriz. Buna inanmamız lazım. Dolayısıyla durmadan “Eskiden şöyle iyiydi, böyle güzeldi” demenin hiçbir kıymeti yok. Onlar o gün yaşandı ve belki de yaşanması gerekendi. Biz takdir-i ilahiye inanan insanlarız. Yaşanması gereken yaşandı ama biz bugünü yaşıyoruz, bugün yeni şeylerle yüzleştik, yeni karşılaşmalarımız var ve kararlı, iradeli bir şekilde bu barikatları aşarak, bu yüzleşmeleri en az hasarla ve mümkünse hiç hasarsız atlatarak geleceğe bakabiliriz ve kendimizi doğru bir biçimde konumlandırabiliriz. Aksi takdirde sürekli ya geriye giden ya da bulunduğu konumu beğenmeyip ümitsizliğe kapılan bir duruma düşeriz.

Özellikle bu aşamadan sonra, yani ikinci bölümde vurgulayacağım husus, sivil toplum kuruluşlarının nasıl olması gerektiğidir. Öncelikle STK meselesi daha sistematik olarak ele alınmalıdır. STK’lar, elbette kurumlaşmalıdır. Kurumlaşma ile ilgili bir müzakere yapılsa elli tane problem sayılır ve onun üzerine bir beş tane de ben eklerim. Tabii ki kurumlaşmanın çokça problemleri var, dezavantajları var, ama kurumlaşma kaçınılmaz olarak yaşanması gereken bir süreçtir. Kurumlaşmanın eksilerini telafi etmek, dezavantajlarını ortadan kaldırmak için elbette elimizden geleni yapacağız ama bu yüzleşme olmadan da bunu aşamayacağız. Dolayısıyla kurumlaşma sürecini kötü olarak görmek yerine onun eksiklerini giderme odaklı meselelere bakmak gerekir. Kurumlaşırken organikliği, doğallığı bozmamak, asıl amacımızı göz ardı etmemek gerekir. Sizin uçağa binmeniz, özel jetinizin olması, şu veya bu marka arabanızın olması çok önemli değil veya bu, iyi ya da kötü değildir. İhtiyaçsa olur, değilse olmaz ama siz ona çok büyük anlam yüklememelisiniz, o sadece hedefinize ulaşmanız için bir vesiledir. Hiç olmaması da çok önemli değil, olmasa da kıyamet kopmaz. Siz yine hedefinize ulaşmak için yollar bulmaya çalışırsınız. Bu nedenle kurumlaşmak bir araçtır, bir vesiledir, imkan nisbetinde mutlaka olması gerekir. Kurumlaşma beraberinde binayı, profesyonel ekibi, finansı, iyi yönetimi, bütün boyutlarıyla insan kaynaklarını ve benzeri birçok detayı gerektirir. Bir sivil toplum kuruluşu için bunlar şarttır ve mutlaka yaşanması gerekir.

İkincisi biz çokça konumlanma tartışması yaşıyoruz. Devletle, siyasetle ilişkimiz nasıl olacak? Biz bozulduk mu, yozlaştık mı, politize mi olduk? Bunlar, benim tercih ettiğim bir tasnif değil. Siyaset farklı bir olgu, çünkü meselelere daha kısa vadeli, günübirlik bakar ve bu esasen kötü de değildir. Çünkü siyaset, doğası gereği kısa vadeli bakmak zorunda. Şu andaki ekonomik krize odaklanmak, pandemi varsa pandemiye tedbir almak zorunda. Dolayısıyla siyasete “Sen niye kısa vadeli iş yapıyorsun?” demenin de çok anlamı yok. Siyasetin işi, ülke meselelerini kısa vadede çözmektir. Siyaset günübirlik bakar, konjonktürel bakar, anlık çözüm odaklı bakar.

Sivil toplum kuruluşlarını farklı kategorize ediyorum. Sivil toplum kuruluşu daha orta vadeli bakar. Bir genç yetiştiriyorsanız hiç olmazsa o gencin altı yaşına kadarki evresini, ilkokulunu, ortaokulunu, lisesini, üniversitesini, evlenmesini dikkate alacaksınız ve nereden bakarsanız bakın minimum 20 yıldan bahsediyoruz. Sivil toplumun en az 20 yıllık, 30 yıllık bakması gerekir.

Kıymetli hocalarımız, üstatlarımız, mütefekkirlerimiz, akademisyenlerimiz ise meselelere çok daha uzun vadeli bakarlar. Tabii ki bugünkü meselelere dair de sözleri ve çözümleri olur ama yaptıkları araştırmalar bağlamında değerlendirmek gerekir. Onların yaptıkları çalışmalar belki 50 yıl, 100 yıl sonra işimize yarayacak. İlerisini düşünebilme, öngörü kabiliyetini entelektüeller, alimler bize göstermiş olacak. Sezai Karakoç bazen öyle şeyler söyler ve biz de eleştirirdik ama Sezai Karakoç’un 30, 40, 50 yıl önce söyledikleri, çok daha sonra anlaşılır hâle geldi. Yakın zamanda söyledikleri belki 100 yıl sonra anlaşılacak.

İşte bu üç alanı (siyaset, stk, ilim alanını) doğru konumlandırmamız gerekir. Yani ilim erbabı uzun vadeli bakar, sivil toplum kuruluşları orta vadeli bakar, siyaset ise kısa vadeli bakar. Dolayısıyla sivil toplum kuruluşları, biraz siyaset ve biraz da ilim erbabıyla ilişkili bir konumda bulunur. Siyasete de o kadar takılıp kalmanın anlamı yok, yani aktif siyaset yapabiliriz, anlık problemlerle ilgilenebiliriz belki ama günün sonunda siyasetin kısa vadeli bir uğraşı olduğunu fark etmeliyiz. Siyaseti olumsuzlamanın, kötülemenin, bütün faturayı siyasete yüklemenin de bir anlamı yok. Kendi alanımızı doğru tanımlarsak hem siyasetten istifade eden ve onu yönlendiren hem alimlerden istifade eden ve aynı zamanda alimleri de yer yer yönlendiren veya besleyen bir konumda bulunmuş oluruz. Sivil toplum kuruluşları olarak bunu çözdüğümüzde iç çatışmalarımız azalır, çünkü bazen çok gereksiz yere STK-devlet ilişkisinde patinaj yapıyoruz. Özellikle son birkaç yıldır bu konuda patinaj yaptığımızı, gereksiz yere enerjimizi tükettiğimizi düşünüyorum.

Sivil toplum kuruluşları, vakıf kültürümüzden de hareketle kendilerine mutlaka bir akar oluşturmalı. Bu akarını kendi imkânlarıyla, kendi gönüllüleriyle meydana getirmeli. Yani kendi ihtiyacını karşılayan ve projesi ve konusu çerçevesinde ilgili devlet kurumlarıyla da çalışabilen sivil toplum kuruluşu olmalı. Tabii idari işletmeye dair kaynaklarını devletten almak yerine kendi akarını, finans kaynaklarını oluşturarak yürümeli. Bu durum, bağımsız hareket etmesini sağlar.

Ayrıca şeffaf olmalı. Bazı sivil toplum kuruluşlarının kapısında abartılı güvenlik barikatları görüyorum. X-ray cihazlarından geçiyorsunuz, üç-dört kişi sizi arıyor, kontrol ediyor. Hâlbuki sivil toplum kuruluşunu bugün modern bir dergâh, modern bir medrese gibi görmek gerekir. Bizim geleneğimizde üç alan herkese sonuna kadar açıktır. Dergâhlarımız herkese açıktır, camilerimiz herkese açıktır ve medreselerimiz herkese açıktır. Hangi üstadın öğrencisi olursanız olun, gidip bir başka üstattan, molladan, hocadan ders alabilirsiniz. Yaşam olarak berbat hâlde olabilirsiniz ama gidip bir dergâhın kapısını çalabilir, o dergâhta bir tas çorba içebilirsiniz. Dolayısıyla sivil toplum kuruluşlarımızın gizli kapaklı olmaktan çıkıp herkese ama herkese açık olması; bağımlı çocuğa da ahlak problemi olan çocuğa da cinsiyet problemi olan çocuğa da sahip çıkması lazım. Bizim onları kuşatmamız, ıslahları için gayret göstermemiz gerekir.

Bizim son iki yüz yılda yaşadığımız süreç şudur; sivil toplum kuruluşlarımızın evrilmesi, yüzleşmeler ve bunlardan kaynaklı kritik bir evreyi yaşıyoruz. Bu evrede çok patinaj yaptık, bunu aşmamız lazım. Sivil toplum kuruluşları olarak tekrar öncü bir rol üstlenmemiz gerekir. Bugün maalesef çoğunlukla siyasetin gölgesinde gidiyoruz. Ben bu hususta siyasetten çok sivil toplumu kabahatli görüyorum. Siyaset, doğası gereği kontrol etmek ister. Biz de siyasetçi olsak muhtemelen benzer şeyler yapmak isteriz. Dolayısıyla sivil toplumun siyasetin gölgesinde kalması, bizim eksikliğimizdir. Bunu başta kendi adıma olmak üzere sivil toplumdaki bütün kuruluşlar için söylüyorum. Bizim siyasetin ötesinde, ona da ufuk veren, onu da zorlayan, devletin ilgili kurumlarını yönlendiren, besleyen, ülkemizi daha geniş bir perspektife taşıyan bir vizyonla, ufukla, ümitle meseleye bakmamız lazım. O yüzden ne kadar günübirlik, sığ tartışmalardan kurtulabilirsek o kadar yol alırız.

Bütün dünya ile ilgilenmesi gereken, hatta sadece bütün dünya da değil, kâinata karşı sorumlu olan, çünkü halife olarak bütün her şeyin üstünde yaratılmış bir varlık olarak kendimizi böyle küçücük bir cendereye, bulunduğumuz STK’ya, cemaate, tarikata, partiye, mahalleye hapsedemeyiz. Oysa biz bütün bir kâinatın ıslahı ve inşası için yükümlü olan insanlarız. O yüzden o dar bakış açısından kurtulmamız lazım. Aslında 1980’li, 90’lı yıllarda imkânlarımız çok kısıtlıyken bile bütün dünyanın kurtuluşu gibi sloganlara sahiptik ve bu kötü bir şey değildi. Evet belki o dönem yanlışlarımız da çoktu ama böyle baktığımız zaman daha kapsayıcı oluruz. O zaman bu ülkenin her sorunu bizim sorunumuz olur, Alevilik-Sünnilik meselesi, etnik meseleler, ahlak meseleleri, LGBT, çevre, dijitalleşme vb dünyanın her türlü sorunu bizim sorunumuz hâline gelir. O zaman daha kuşatıcı, meselelere daha geniş açıdan bakma imkânımız olur. Gönlüne bütün cihanı sığdırması gereken bizler, bir de bakıyorsunuz, farkında olmadan, üç beş kardeşimizi bile yanımıza sığdıramaz, onlara tahammül edemez hâle gelmişiz. Gönlümüzü, zihnimizi ve ufkumuzu geniş tuttuğumuzda yeryüzündeki mevcut çürümenin ve bozgunculuğun da çözümü haline geliriz.

Bu yazı “Dönüşen Dünya ve Dayanıklı Toplumun İnşası” isimli kitapta yayınlanmıştır. Bir kaç cümlede değişiklik yapılarak yayınlanmıştır.

Okumaya devam et
Yazı

YUKARIDAN AŞAĞIYA DEĞİŞİM OLUR MU?

Son iki-üç asırda Batı özentisi şeklinde cereyan eden değişim hamleleri bizi kendimizden uzaklaştırdı. 20.yy’ın ikinci yarısından itibaren köklerimize yaslanmak isteyen yeni bir değişim dalgası oluştu. Dip dalga şeklindeki bu çaba aşama aşama önce eğitim, sonra sosyal ve iktisadi alanda, en son da siyasi alanda etkili ve görünür hale geldi.

18.yy’da algısal olarak kendini göstermeye başlayan, 19.yy’da ise biçimsel ve yüzeysel olarak tezahür eden Batıcı değişim dalgası, Avrupa’ya tahsile giden gençlerin dönüşü ve Osmanlı’nın mevzi kaybetmesiyle birlikte daha sert bir şekilde gün yüzüne çıktı. Jön-Türkler’den İttihat-Terakki’ye ve Cumhuriyet’e uzanan aşamada özentiyle başlayan ve bir tür kopyala-yapıştır yöntemiyle uygulanan Batıcılık, başat ideoloji olarak neredeyse hayatın tüm alanlarında kendini gösterdi.

Dilden kıyafete, sanattan düşünceye, ekonomik hayattan siyasi-sosyal hayata kadar neredeyse tüm kurumlar ve içerikler Batıdan alınan bilgi ve uygulamalarla şekillendirilmeye çalışıldı. Köklerden tamamen kopmak üzerine kurgulanmış olan devrimci Batıcı ekol belli ölçülerde başarılı olsa da dikilen gömleğin bünyeye uymadığı özellikle 20.yy’ın ikinci yarısından itibaren anlaşılmaya başlandı.

Mehmet Akif Ersoy ve Sebillüreşad çizgisinin “Asım’ın Nesli”, Nurettin Topçu’nun “Hareket”, Necip Fazıl Kısakürek’in “Büyük Doğu”, Sezai Karakoç’un “Diriliş”, Necmettin Erbakan’ın “Milli Görüş”, Recep Tayyip Erdoğan’ın “Muhafazakâr/Dindar Nesil” diye adlandırdığı, Nurculuk, Süleymancılık, Nakşibendilik gibi ekoller yanında şahıs, eser, cemaat ya da tarikatlardan hareketle de süregelen çabalar; köklerinden koparılmak istenmiş neslin yeniden kendine gelmesine, toparlanmasına, talepte bulunmasına, harekete geçmesine ve hayatın hemen tüm alanlarında kendini göstermesine yol açtı.

Tüm bu çabaların devamı mahiyetinde, kendini göstermenin sembolik hedefi sayılabilecek bürokrasi, iş dünyası, medya, akademi vb alanlardan sonra en görünür alan olan siyasette; hedefe ulaşmayı Erbakan, hedefte tutunmayı ise Erdoğan başarmış oldu.

50’lerden itibaren farklı aşamalarla ve hep “aşağıdan yukarıya” devam eden değişim çabasının ve hareketliliğin en önemli hedeflerinden biri “iktidar olmak”tı. Çünkü ancak iktidar olunduğu takdirde gerçek anlamda değişim yaşanabilecek ve belki daha önemlisi ‘kısa yoldan’ neticeye varılmış olunacaktı. Mütedeyyin kitlenin tırnaklarıyla kazıyarak elde ettikleri kazanımlar, çoğunlukla darbeler aracılığıyla gerçekleşen iktidar değişimleriyle engelleniyor, tüm emekler boşa gitmiş gibi görünüyordu. Örneğin eğitim alanındaki değişimin lokomotifini oluşturan İmam Hatip okulları neredeyse son 70 yıllık siyasi tarihimizin özeti gibi ancak iniş ve çıkışlarla ilerleyebiliyordu. Partilerin kapatılması, vakıf ve derneklerin maruz kaldıkları da bunun benzer yansımalarıydı.

“İktidar olmak” hedefinin öncüsü Erbakan oldu ve beş defa partisi kapatılmasına rağmen altıncı kez parti kurdu ve iktidar olduğu takdirde hayatın tüm alanlarında bir dokunuşla çok şeyi değiştirebileceğini söyledi. Rektörlerin başörtüsü mağdurlarına selam duracağı, iktidara geldikleri günün hemen ertesinde faizlerin kaldırılacağı vb söylemler iktidar olmanın, kısa yoldan ülkenin köklerine dönmesinin aracı olduğu mesajını içeriyordu.

Erbakan başta ekonomi olmak üzere birçok alanda pratik ve olumlu adımlar atmış olmasına rağmen içerden ve dışardan güç merkezlerinin çabasıyla kısa sürede iktidardan edildi. Erdoğan ise on yılların birikimiyle oluşmuş, aşağıdan yukarıya ilmek ilmek dokunmuş değişim dalgasını arkasına alarak, içerden ve dışardan güç merkezleriyle Erbakan’dan daha farklı ilişki yöntemi geliştirerek iktidara geldi fakat bir süre sonra aynı güç merkezleri Erdoğan’ı da iktidardan düşürmeye çalıştılar. Erdoğan ise her defasında farklı hamlelerle iktidarda tutunmayı başardı ve bugünlere, iktidarını güçlendirerek gelmiş oldu.

Mütedeyyin kitlenin aşağıdan yukarıya doğru zorlayarak adım adım emek verdiği ve bedelini de ödediği “iktidar olmak” arzusu şekil şartları itibariyle gerçekleşmiş oldu ama tam olarak “iktidar olundu mu?” konusu tartışılmaya devam etmektedir. Başta Erdoğan olmak üzere birçok kişinin kültür, sanat, fikir, eğitim vb alanlarda iktidar olunmadığını söylemesi bu konudaki tartışmaları derinleştirmemizi gerektirmektedir.

Dini hassasiyetle bu mücadeleyi veren insanların merkeze aldığı konu, dağılmış ve bozulmuş toplumun değişimiydi, iktidar olmak ise bunun gereği ve aracıydı ama kesinlikle amacı olmayacaktı. Ebedi bir hayata inanan, geçmişle irtibatını koparmamaya çalışan bu nesil, dünden yarına devam edecek olan tarih serüveninde sorumluluğunu yerine getirip hayatın her alanındaki münkeri en kısa yoldan, en hızlı şekilde engellemeyi arzuladı. Bir süre sonra araç amaç haline gelmeye başladı ve 50’lerden itibaren fert fert çalışma yapan bu nesil, iktidar aracılığıyla adeta bir düğmeye basarak, bir kanun yaparak, bir talimat vererek toplumun kitleler halinde değişeceğini düşündü. Yöntem olarak, “on yılda on milyon insan” yaratmaya çalışan Batılılaşma serüvenimizdeki gibi yukarıdan aşağıya kanunla ve otoriteyle toplumu değiştirme yöntemi cazip gelmeye başladı.

2010’larda, Anayasa Mahkemesi vb kurumların sorun çıkarttıkları, bu tip kurumlarda değişim olması gerektiği ve “daha güçlü şekilde iktidara gelinmesi gerektiği” argümanlarıyla seçim çalışmaları yapılırken bir sohbetimizde Abdurrahman Arslan; “Dindarların %70-80’le iktidara gelmesini istiyorum” demiş ve gerekçe olarak da “Anayasa Mahkemesi dahil tüm kurum ve kuruluşlar mütedeyyin insanlarca bir an önce yönetilmeli ki ‘asıl mesele’nin iktidar olmak ve kurumları yönetmek olmadığını bir an önce anlayalım”.

“Asıl mesele”nin ne olduğu konusu iktidar süreçlerinde hep yüzümüze çarptı. Ama çoğu zaman bu sorgulamadan kaçtık. İktidar olmanın konforu, kısa yoldan sorunları çözme tatmini, iktidarı engellemeye dönük hamleler gibi daha önemli/acil gibi görünen hususlar asıl meselenin enine boyuna tartışılmasına imkan vermedi. Bu konuyu dillendirenler de genel olarak sorunlu görüldü. Çünkü gayet güzel yürüdüğü düşünülen bir gidişat vardı ve buna eleştiri getirmek iyi niyetle izah edilemezdi.

Böylece son yirmi yılda neredeyse tüm kurum ve kuruluşlarda etkili olundu, büyük ölçüde istenilen isimler yönetici yapıldı, kanun ve mevzuatlarında değişiklikler yapıldı ama “iktidar olmak” konusu hala tartışılmaya devam etmektedir. Erdoğan’ın “kültürel iktidar olamadık” söylemi bunun en sembolik yansımasıdır. Özellikle yerel seçimlerde İstanbul’da ikinci kez seçim yapılmasına rağmen ve her türlü yönetim ve teknik imkana sahip olunmasına rağmen seçimin açık ara kaybedilmiş olması “iktidar olma”nın ne demek olduğunu tekrar düşünmeyi elzem kılmaktadır.

28 Şubat’ın ağır baskısına ve travmasına rağmen yeniden ve hızlıca toparlanabilmek, aşağıdaki değişim dalgasının tüm kılcal damarlara nüfuz etmiş olmasıyla mümkün oldu ve yeniden iktidara gelmenin sağlam zeminini oluşturdu. Kanaatimce değişim hep aşağıdan yukarıya olmalıdır. Yukarıdan aşağıya değişim yapmak yerine yukarının görevi, aşağıdan yürüyen değişim dalgasını doğru anlamak, onu desteklemek, önündeki engelleri kaldırmak ve kısa vadede aleyhine gibi görünse de aşağıdan yukarıya devam eden değişim dalgasına müdahale etmemek, onu değersizleştirmemek, mecrasından çıkarmamak, niteliğine halel getirecek görünümlere fırsat vermemektir.

On yıllardır hedeflenmiş olan iktidar olma arzusu; iktidar, siyaset, otorite, bürokrasi, istihbarat, emniyet vb mekanizmaların hiyerarşik olarak üstte konumlanmasına sebebiyet vermiş, bu mekanizmaların bir dokunuşuyla toplumsal değişimlerin gerçekleşebileceği yanılgısını doğurmuştur. Özellikle çok oyla ve güçlü şekilde iktidar olunduğunda bu yanılgı daha da artmış, uzun yıllar dışlanmış olan mütedeyyin kitlenin birikmiş toplumsal kredisi de bu yanılgıya katkı sunmuş ve bu kervanın bu şekilde ilerleyebileceği zannedilmiştir.

Geldiğimiz noktada diyebiliriz ki; çok önemli adımlar atılmış, merhaleler kat edilmiş olmasına rağmen, yukarıdan aşağıya çabalara rağmen istenen değişimler tam olarak gerçekleşememiştir. Nicel olarak yaşanan ve daha çok başörtüsü, din eğitimi ve bazı semboller üzerinden görünür olan değişimin detayına inildiğinde ve kılcal damarlar incelendiğinde bir çok handikap içerdiği ve bu şekilde devam edildiği takdirde yukarıdan aşağıya değişimin normal değişim seyrini bile olumsuz etkileyebileceği görülmektedir.

Üniversitelerde istenilen şekilde rektör atanmasına rağmen, liselerde makul sayılabilecek müdürler olmasına rağmen, bir çok kanuni düzenlemeye rağmen gençlerin farklı bakışlarının artması, mütedeyyin kitlenin düşünce kodları ve gelenekleriyle ilgili bir sorun değil, yöntemleriyle ilgili bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Başörtüsü ile yanlış bir eyleme katılan öğrenciyi kazanma çabası yerine, oradan uzaklaştırmak için en üst devlet mercilerinden ailesine veya hiyerarşisine talimat vermek suretiyle anlık olarak çözüm üretilebilir ama ‘asıl mesele’ çözülmüş olmaz. Uyuşturucuya bulaşmış bir gencin kurtulması yalnızca valilik ya da emniyet talimatlarıyla çözülmeye çalışılırsa kalıcı çözüm olmaz. Bir kişinin yanlış mecradan uzaklaştırılması artık, aşağıdan yukarıya değişimin öncüleri olması gereken sivil toplum kuruluşlarından çok “devlet otoritesi”nin görevi olarak görülmektedir. Bu yaklaşım o kadar ilerlemiştir ki; STK yöneticilerimiz de, kanaat önderlerimiz de, yardıma muhtaç herhangi bir kişiyi bile direkt ilgili devlet kurumlarına yönlendirerek sorumluluklarını yerine getirdiklerini düşünür hale gelmişlerdir.

Yukarıdan aşağıya değişimin tadını almış mütedeyyin kitle, bir asra yakındır mahrum bırakıldığı her işe ve alana iştahla saldırmakta, Talut’un ordularının yaptığı gibi kana kana o sudan içmekte ve geçmiş yılların kaybını telafi edercesine, devlet ve kamu imkânlarını emanet olarak görmenin ötesinde hak olarak telakki etmeye başlamaktadır. Bu da gittikçe aşağıdan yukarıya değişim çabalarını cazip olmaktan çıkarmakta, değersizleştirmekte ve bu yanılgıyla yukarıdan aşağıya mevzuların çözüleceği inancı hala pekişerek devam etmektedir.

Fert fert, ev ev, sokak sokak çalışma yapmış; kampüslerde, okullarda, çarşı ve pazarlarda, cami ve pavyonlarda her bir insan ile ilgilenerek bu günlere gelmiş dini hassasiyeti olan nesil, tek merkezden bir hutbe ile tebliğ yapmak, bir kanunla münkeri engellemek, polisiye tedbirlerle sapkınlıkları yok etmek, maddi imkan ve nicel artışlarla maarif davamızı kazanmak, projelerle kültürel iktidar olmak, talimatla seçim kazanmak gibi kolaycılığa hapsolmuş ve aşağıdan yukarıya değişimin elzem olduğunu ıskalamaya devam etmektedir.

Erbakan iktidar oldu ama tutunamadı, Erdoğan iktidar oldu ama tutundu. Ama asıl iktidar alanı olan kılcal damarlardaki kan dolaşımını yeniden harekete geçirmeden yapılan hamleler belki vücudu bir süre daha ayakta tutabilir ama önemli sarsıntıda devrilmesine engel olamaz. Her bir hücrenin, her bir damarın ve en önemlisi ‘asıl mesele’ sayılabilecek olan kalbin, ruhun, zihnin kıymetini bilerek hareket edip vücudun her bir bölgesindeki kan dolaşımını önemseyen ve bunu da mümkün olduğunca dışardan müdahalelerle değil doğal yöntemlerle devam ettiren yaklaşım için aşağıdan yukarıya değişimi tekrar tartışmaya değer. Sınıftaki bir öğrenciyi, pazardaki bir esnafı, en ücradaki bir köylüyü, varoştaki mahrumu, cami dibindeki mümini, dünyanın öbür ucundaki vatandaşını, unutulmuş engelliyi, hatta isyan etmiş, küsmüş, kızmış, “her türlü yanlışa bulaşmış her bir ferdi” önemseyen, değerli bulan bir anlayışa yeniden ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum.

Ancak “aşağı”sını yeniden ve gerçekten önemsediğimiz takdirde, son yarım asırdır almış olduğumuz mesafelerin kadrini kıymetini bilmiş oluruz. Bulunduğumuz iktidar merhalesini daha anlamlı hale getirmiş oluruz. Hayatın ve ‘asıl mesele’nin bugünden ve iktidar sürecinden ibaret olmadığını fark ederiz. Bu durumda iktidar da, maddiyat da, güç de, araçlar da değişime katkı sunan birer vesileye dönüşür. Değişimi engelleyen birer aygıta değil.

Halit Bekiroğlu

18.02.2021

Okumaya devam et
Yazı

YÜRÜYÜŞ KOŞMAKTIR

“Ruhumuzun içinde kar yağar
Anamızdan doğduğumuz geceden beri
Heybemizi emektar makinelere yükleriz
Fikirlerimizi tifil vinçlere
İri buğday tanelerinin trenleri yürüttüğünü bilmeyiz
Biz yangında koşuyu kaybeden atlarız
Biz kirli ve temiz çamaşırları
Aynı zaman aynı minval üzere katlarız
Biz koşu bittikten sonra da koşan atlarız”

Farklı noktalarda menzillerimiz var, merhale merhale menzillere ulaşacağız. Biri bitince diğeri başlayacak. Hep deriz ya ‘uzun bir yol’ bizimkisi, dur durak bilmeyen upuzun bir yol. Bir o kadar ince, bir o kadar zor ve ama bir o kadar güzel bir yol.
Özbekçe de ‘zor’ kelimesi iyiliğin/güzelliğin karşılığı olarak kullanılır. Olumlu neticelere zorluktan sonra ulaşılıyor. Kolay ulaşılanlar zaten geçici oluyor. Maddi ya da manevi, iyiye güzele ulaşma çabası, merhaleler aştıktan sonra gerçekleşiyor. Ama hiçbir merhalede süreç bütünüyle tamamlanmış olmuyor; yeni bir başlangıç, diriliş, uyanış, toparlanış gerekiyor.
Yürüyüşler beni kendiliğinden koşu merhalesine taşıdı. 2019’da önce 1km, 2km, derken 5-10 km koşmaya başladım.
Yol yoldaşlarla yürünür. Bu yürüyüşlerde, koşmalarda, dinlenmelerde, düşünmelerde, birlikte olduğum çok güzel dostlarım oldu. Onlara teşekkür etmekten çok, minnettarım. Çünkü yoldaşlık yola daha bir anlam katıyor. Klişe olacak ama eskilerin dediği gibi “önce refik, sonra tarik”. Yani yoldaş olmadan yol eksik oluyor, yok oluyor.

Aslında yol ve yoldaşın bütünleşik olduğunu da söyleyebiliriz. Biri diğerinden bağımsız değil, birbirini tamamlıyor. Bazen yola çıktığınızda yoldaş ediniyorsunuz ya da yoldaş elinizi tutuyor, bazen de yoldaş elinizden tutup sizi yola çıkarıyor.

5-10 km’ye varınca geçen yıl bugünlerde, dostlarla 15K denemesi yapalım dedik. Kazasız belasız tamamladık hamdolsun. Bir menzile ulaşınca diğer menziller ufukta görünmeye başlıyor. Çünkü yolculuk devam ediyor, yol devam ediyor. Akabinde 21K, yani ‘yarı maraton’ denedik dostlarla ve bu menzil sonrası 42K maratonuna karar verdik.

Anlayacağınız dostlar, bir durak bizi diğer durağa yönlendirdi. Yolculuğumuz devam etti ve ediyor. Şükür ki güzel insanlarla ve içtenlikle devam ediyor. Kırmadan, dökmeden, kasmadan, abartmadan, yarışmadan, kapışmadan, samimiyetle yolumuza devam ediyoruz.

42 K denemesi ile doğal yolculuğun kıymetini de far kettik. Yolun doğallığı, yolculuğun doğallığı, dostların ve niyetlerin saflığı. Bir dostumuz hasbihal esnasında ‘niçin yürüyoruz/koşuyoruz?’ diye sormuştu da çok anlam yüklemek istememiştim ve gayrı ihtiyari ‘keyfimiz için koşuyoruz’ demiştim. Sonra bir slogan bulmuştu bize; ‘keyfe keder koşuyoruz!’ diye. Güzeldi ama etrafımızda ve yanı başımızda acılar yaşanırken bu sloganı kullanmak istemedik.

Diğer bir dostum bu yürüyüşler için “hayata koşuyoruz” sloganını önerdi, çok hoşumuza gitti. Evet doğru, hayata koşuyoruz biz. Yaşamaya ve yaşatmaya koşuyoruz. Hayy olana vardığımızda belki mahcubiyetle ama utanç yüklerini taşımadan huzura varmak istiyoruz. Ki asıl menzil o. Son durak o. Ultra maraton o. Asıl madalya orda. Orada boynumuza madalya taktırabilirsek bizden daha iyisi var mı!

Hayata koşuyoruz çünkü Azerbeycan’daki şehidin yaşadığını da inanıyoruz, İzmir’deki şehitlerimizin yaşadıklarına da. Tüm parkuru turlarken, bizlerin bugünlere gelmesinde emeği olan şehitlerimizi yad ederek koştuk. Çünkü şehitler hayatın savunucularıdır. Yaşatanlardır. Yaşatmak uğruna candan vazgeçenlerdir ama ölmeyenlerdir, ölümsüzlerdir. Her bir şehidimiz yol gösterenlerimizdir. Önden giden atlılarımız, en önde yürüyen ve koşanlarımızdır. Yol bulan ve yol açanlarımızdır.

Sonra Hareket Grubu’ndaki dostlarımız “Umut Hayattır!” sloganına karar verdiler ve kıyafetlerimizde yer alacak şekilde “umuthayattır” şiarıyla koştuk. Umuda, aşka, hayata, yaşamaya ve yaşatmaya koştuk. Her km’de “selam” gönderdik selamı hak edenlere, selama ihtiyacı olanlara, selamın uğraması gerekenlere.

15. km’de 15 Temmuz Şehitler Köprüsü’ne varırken zihnimden o kadar şey geçti ki, anlatamam. Halil Kantarcı’yı düşündüm, ‘güzel bir şey olsa da yüksek sesle tekbir getirsek’ deyişini hatırladım, Allahu Ekber dedim. Bir şeye tepki olsun diye değil, birilerine kızgın, küskün olduğum için değil, savunmacılıktan da değil. Neyi kime karşı savunuyoruz ki! Bu vatan bizim, bu din bizim, hepimizin yani. Eksiğiyle gediğiyle birlikte yaşıyoruz, birlikte yürüyor ve koşuyoruz. Allah’ın en yüce olduğuna inanarak insan olduğumuzu, en şerefli mahluk olduğumuzu hatırlıyoruz. Yaşamamıza vesile olan gencecik Abdullah’ların kanlarının aktığı zeminde ağlayarak değil, umutla koşuyoruz. Çünkü şehitler umudun kamçılayıcılarıdır. Bizi kısır döngüden çıkartıp yenide hayata tutunduranlardır.

İşte bunun için hayata ve umuda koştuk Usta! Bir bitkiyi daha canlandırmaya, bir canlıyı daha korumaya, bir ayrımcılığı daha söndürmeye koştuk Usta! Bir ihtilafı gidermeye, bir küçük hesabı teğet geçmeye, büyük bir hesabı bozmaya koştuk. Selam verdik tüm şehitlerimize, güzel Boğaz’a selam verdik, Şehr-i İstanbul’a, erenlere, gazilere, yiğit erkek ve kadınlara selamlar gönderdik. Yoksullara, yoksunlara, mazlumlara, unutulunlara, kaybolanlara selam gönderdik. Nice güzel insanları, işleri, kurumları selamladık.

Büyük laflardan bıktık be Usta! Küçük ama kararlı adımlarla yürüyoruz. Bazen koşuyor, bazen dalıyor, bazen tırmanıyoruz. Bazen sürüyoruz hayatı. Aslında kendimizi sürüyoruz Usta, kendimizi diriltmeye, yaşatamaya çalışıyoruz. Kendimiz olmak için çabalıyoruz. Bütün hesapların, kavgaların, çıkarların üstünde Büyük Usta’nın dediği gibi, “Yürü, ayağına Kudüs gücü gelsin’i yaşamak istiyoruz.

Hamdolsun, koştuk. Bir menzile daha vardık. Bundan sonrasını planlamadık. Rabbim neye koşturursa oraya koşacağız. Yolculuğumuza devam edeceğiz. Yolu ve yoldaşları seveceğiz. Küçücük adımlarla başladığımız yürüyüşümüzle hayata ve umuda koşmaya devam edeceğiz.

Okumaya devam et

Hakkımda

Hayatımız bir yolculuk, hem de “uzun yolculuk”…

Ezelden ebede doğru yol alıyoruz. Gah düşüyor, gah kalkıyoruz; gah mutlu, gah hüzünlüyüz. Ve tüm yaşadıklarımız yolculuğumuzun bir parçasını oluşturuyor…

Yolda olmanın kendisi çok kıymetli galiba. Yıllar önce şu mısrada anlatmış olmalıyım bu hissiyatı; “yolda olmak mı, aşkta olmaktır…”

Yolculuğumun ve yolun farkında olarak seyahatime devam etmeye çalışıyorum. Benden önce yaşayanların bir devamı, benden sonra yaşayacakların bir izleği gibi gelenekle, tecrübeyle, ufukla seyahatimin merhalelerini yaşama gayretindeyim. Miras bırakılanlara şahitlik ederek, miras bırakabileceklerime şahitler arzulayarak bir konaktan başka konağa göçüyorum…

Yazdıklarım da şahidim olsun istiyorum. “Bir ağacın gölgesinde dinlenip yoluna devam eden yolcu” gibi, geçici olan bu hayattan ebediyete kapı aralamaya çalışıyorum, “düşünce mola”ları veriyorum. Bunun için yaşadıklarımı, gezdiklerimi, gördüklerimi, okuduklarımı, düşündüklerimi, hissettiklerimi ağacın gölgesine “söz kalır” niyetiyle bırakıyorum, sonradan gelecekler istifade edebilsin diye…

Yazılarımdaki, fikirlerimdeki, konuşmalarımdaki, eylemlerimdeki hatalar bana aittir, bendendir. Kimliğimin parçalarıdır inkar etmiyorum ve en önemlisi insan olmamdan kaynaklıdır. Güzellikler ise Rabbimin lütfu, ebeveynimin, ailemin, dostlarımın, yoldaşlarımın katkısıdır…

“Uzun yolculuk”un kendisi çok güzel, vardıracağı menzil de güzel olsun dilerim…

INSTAGRAM
about-page-3

 

Instagram profilimdeki en son güncellemeleri, hayatımı ve en güzel fotoğraf projelerimin ilk duyurularını takip edebilirsiniz.

BLOG
about-page-1

 

Kitap, seyahat ve eğitim hakkındaki günlük hayatım. Hayatımın ve işimin hikayeleri.

KİTAP
about-page-2

 

Kitap çalışmalarım hakkında tüm detaylara bu sayfadan ulaşabilirsiniz.

Okumaya devam et

Anasayfa

Hayatımız bir yolculuk, hem de “uzun yolculuk”…

Ezelden ebede doğru yol alıyoruz. Gah düşüyor, gah kalkıyoruz; gah mutlu, gah hüzünlüyüz. Nihayetinde tüm yaşadıklarımız, yolculuğumuzun bir parçasına/durağına tekabül ediyor. Yolda olmanın ise kendisi çok kıymetli galiba. Yıllar önce şu mısrada anlatmış olmalıyım bu hissiyatı; “yolda olmak mı, aşkta olmaktır…”

Yolculuğumun ve yolun farkında olarak seyahatime devam etmeye çalışıyorum. Benden önce yaşayanların bir devamı, benden sonra yaşayacakların bir izleği gibi gelenekle, tecrübeyle, ufukla seyahatimin merhalelerini yaşama gayretindeyim. Miras bırakılanlara şahitlik ederek, miras bırakabileceklerime şahitler arzulayarak bir konaktan başka konağa göçüyorum…

Yazdıklarım da şahidim olsun istiyorum. “Bir ağacın gölgesinde dinlenip yoluna devam eden yolcu” gibi, geçici olan bu hayattan ebediyete kapı aralama çabasındayım, ki bu sebepten “düşünce mola”ları veriyorum. Bunun için yaşadıklarımı, gezdiklerimi, gördüklerimi, okuduklarımı, düşündüklerimi, hissettiklerimi ağacın gölgesine, “söz kalır” niyetiyle bırakıyorum, sonradan gelecekler istifade edebilsin diye…

Yazılarımdaki, fikirlerimdeki, konuşmalarımdaki, eylemlerimdeki hatalar bana aittir, bendendir ve hatta kimliğimin parçalarıdır inkar etmiyorum, insan olmamdan kaynaklıdırlar çünkü. Güzellikler ise Rabbimin lütfu, ebeveynimin, ailemin, dostlarımın, yoldaşlarımın katkısıdır…

“Uzun yolculuk”un kendisi çok güzel, vardıracağı menzil de güzel olsun dilerim…



Okumaya devam et
Yazı

OLGUNLAŞMA

Geçenlerde yazdığım “Merhale” yazısına ilişkin kıymetli dostum Dr Ahmet Arslan aşağıdaki değerlendirmeyi yaparak önemli bir soru sordu:

Bireysel ve toplumsal hayata “merhaleler” açısından bakmak oldukça verimli çağrışımlara açık görünmektedir. Zira Arapça rḥl kökünden gelen marḥala “bir günlük yolculuk mesafesi” sözcüğünden alıntıdır. Arapça raḥīl “yola çıkma, göçme” sözcüğünün ismi zaman ve mekânıdır. Dolayısıyla bu bakış açısından hayat bütünüyle bir yolculuk olarak değerlendirilebilir. Başladığınız bir nokta, kat ettiğiniz aşamalar, menziller ve nihai menzil… Ancak böyle bir yaklaşım doğal olarak birçok soruyu da beraberinde getirecektir: nereden başladık, hangi menzilleri aştık ve neresini nihai menzil olarak belirledik? Bütün bu soruların muhatabı var mıdır, kimdir ve soruları nasıl cevaplamaktadır?…

Yazıya gelen tepkiler ve özellikle Ahmet Hoca’nın her zamanki gibi sorgulayan ve sarsan yaklaşımı, ek/yeni bir yazı yazmayı zaruri kıldı. Doğrusu bana sorumluluk da yüklemiş oldu. Sadece tespitte bulunmanın eksik kalacağını, öneride de bulunmanın faydalı olacağını hatırlatmış oldu…

“İslam Düşünce Atlası”nı okuyanlar bilir. Okumayan varsa da bir an önce temin edip okumalarını ya da hiç olmazsa web sayfasından ana hatlarıyla bilgi sahibi olmalarını hararetle tavsiye ederim. Bu çalışmada İslam düşünce tarihinde yaklaşık son iki asırlık serüvenimiz “arayışlar dönemi” olarak değerlendirilir. Prof Dr İhsan Fazlıoğlu Hoca ve dostum Dr İbrahim Halil Üçer bu konuda hala ciddi bir çaba ve bir tür “arayış” içerisindeler ki en son bir yıl kadar önce gençlerin mefkûresine ilişkin dar ama derinlikli bir müzakere yapmıştık. Moda tabirle “arama konferansı” da diyebiliriz…

Arayışların bizi zaman içinde iktidar merhalesine getirdiğini düşünüyorum. Sadece ülkemizde değil dünyanın birçok yerinde mütedeyyin insanlar hem siyasal iktidarla hem de hayatın diğer alanlarındaki (ekonomik, sosyal, entelektüel, kültürel…) iktidarlarla kısmi de olsa yüzleştiler, tanıştılar, yer yer çelişkiler ve çatışmalar yaşadılar…

İktidar olmakla muktedir olmak arasındaki fark aslında 80’lerden bu yana hemen tüm İslam dünyası için değerlendirilen bir boyuttu, çoğunlukla da siyaset bağlamında. Zaman geçtikçe anlaşılıyor ki hayatın herhangi bir alanında iktidar sahibi olmak o alanda muktedir olduğumuz anlamına gelmiyor. Güçle ve idareyi kontrol etmekle o alana vukûfiyetin olamayacağına birçok örnekte şahitlik ettik ve etmeye devam ediyoruz. Dolayısıyla aslolan geçen yazıda da ifade ettiğimiz gibi “asıl mesele”den kopmamak ve zamanın getirdiği med-cezirlere rağmen kalıcı gündemimize odaklanmaktır…

İktidar olduğumuz alanlarda tutunmak önemli bir başarıdır ama muktedir olamadan tutunmaya devam etmek bir süre sonra başarımızı gölgeleyeceği gibi o alanda farkında olmadan nitelik kaybına da sebebiyet verecektir. Örneğin bir dönem, kültür alanında güçten mahrum bırakılmak önemli bir dezavantajken, gücü elde ettikten sonra kültürel muhtevayı zenginleştirememek bir süre sonra sadece gücün kullanımına şartlanmayı ve kültür alanındaki birikimi de tüketmeyi beraberinde getirebilir…

Bulunduğumuz evre bir yönüyle arayışlar döneminin devamı, diğer yönüyle iktidar olup henüz muktedir olamama aşaması şeklinde görünmektedir. İşte tam bu noktada Merhale yazısını bitirirken kullandığım iki kelimeden (toparlanma ve olgunlaşma) hareketle bulunduğumuz aşamayı “olgunlaşma” olarak değerlendiriyorum…

Toparlanmanın her halükarda gerçekleşeceğine inanıyorum çünkü. Dönemsel kayıplar ve dezavantajlar yaşanabilir, niteliksel problemler umudu sarsabilir ama tüm bunlar bir taraftan toparlanmayı getirecek, diğer taraftan yaşanan her bir hadise olgunlaşmaya götürecek bizi…

Siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel, entelektüel tüm krizlerimiz olgunlaştırıyor bizi, dayanıklılığımızı arttırıyor. Arayıp da bulduğumuz ama bir türlü tam olarak ulaşamadığımız menzile ulaşmayı kolaylaştırıyor. Yeter ki olduğumuzu/erdiğimizi düşünmek yerine muktedir olmanın gereklerini yapalım. Bunun da bir anda olamayacağını, sadece güçle ve yukarıdan aşağıya uygulamalarla yerleşemeyeceğini bilelim. Yüzeysel ve biçimsel çabaların ötesine geçmek gerektiğine inanalım. Vardığımız konaklara takılıp kalmak yerine ukbaya vardıracak yolda anlık durakları dinlendirici geçici mekanlar olarak görüp kararlı bir şekilde asıl menzile ulaşmak için tekrar tekrar yola revan olalım…

Yol uzun, yolculuk ise kısa bu dünyada. Kişisel ve toplumsal olgunlaşmamızı sabırla sürdürdüğümüzde gönüllere, zihinlere ve hatta eşyaya nüfuz eden gerçek iktidar olmanın ne kadar anlamlı ve kalıcı olduğunu görürüz…

Okumaya devam et
Yazı

SEVDA

Siyasetin ve bürokrasinin hayatımızda abartılı belirleyici olmasından hareketle, kurumsal/hiyerarşik yapısına mesafeli olmak üzerine hasbihal ederken bir dostum konuyla ilgili “Bir Sevda İşi” filmini tavsiye etti…

Filmin teknik değerlendirmesini bir tarafa bırakırsak, muhteva olarak her birimizin farklı ölçeklerde yaşadığı, şanslı olanlarımızın kıyısından geçtiği olaylardan ve imtihanlardan bahsediyor film…

Kendi halinde, sevilen ve sayılan bir esnafken çevresinin ve ailesinin farklı saiklerle motivasyonuyla kendisini siyaset yarışının göbeğinde bulan kahramanımız bir süre sonra; kendisi olmaktan çıkarak, onuru zedelenerek, maddi-manevi bir çok açıdan yıpranarak kendisini ve yakın çevresini tüketmeye başlıyor…

Hayatın farklı evrelerinde ve alanlarında şahit olduğumuz gibi; yerli yerinde değerlendirilmeyen herkes ve her şey orta-uzun vadede sorun yaşıyor, ya tükeniyor ya da tüketiyor. Siyasete uygun birini akademiye, sivil topluma uygun birini bürokrasiye, akademiye uygun birini iş dünyasına, eğiticiliğe uygun birini yöneticiliğe yönlendirdiğimizde kişi hem daha iyi olduğu alandan kopmuş oluyor hem de başarılı olamayacağı alana zarar vermeye başlıyor. Tüm bu olumsuzlukların faturasını ise bireysel ve toplumsal açıdan hepimiz ödüyoruz…

Mağduriyet yaşamış topluluklar geçmiş kayıplarını telafi için siyaseti ve bürokrasiyi; mağduriyetlerini hızlı telafi etmek için, bazen de intikam duygusuyla en pratik çıkış noktası olarak görür ve bu alana daha fazla yüklenirler. Bir süre sora siyaset ve dolayısıyla devletin bürokratik mekanizması adeta hayatın merkezine oturmuş olarak her şeyin belirleyicisi ve ilgili-ilgisiz herkesin yöneldiği alan haline gelir…

Siyaset örneğinde olduğu gibi, hayatın herhangi bir alanını çok fazla merkeze aldığınızda ve abartılı konumlandırdığınızda diğer alanlar etkisizleşmeye, itibarsızlaşmaya başlar. Böyle süreçlerde siyaset/bürokrasi bir taraftan cazibe merkezi haline gelirken diğer taraftan hızlıca ve abartılı olarak eleştirilir ve değersizleştirilir. Bir süre sonra her türlü sorunumuzun müsebbibi olarak (en çok görünür alan olduğu için) siyasetçiler görülmeye başlanır ve siyasetten/bürokrasiden umut kesilir, toplumsal bir umutsuzluk sarar her yanımızı…

Yazının başında belirttiğim siyasi ya da bürokratik ünvanlara mesafeli olmak bu alanların ontolojik olarak kötü oluşları anlamına gelmez. Aksine siyaset de bürokrasi de gerekliliğin ötesinde elzem olan alanlardır ve buralarda hakkıyla hizmet edenler baş tacı edilmesi gereken kişilerdir. Ama önceki yazıda bahsettiğimiz içinde bulunduğumuz “merhale”; siyaset ve bürokrasi alanlarının dışındaki alanları çok daha önemsememiz gerektiğini hatırlatıyor bize…

Çünkü bu ülkenin ihmal edilmiş, yoksul ve yoksun bırakılmış kitleleri yukarıdan aşağıya yapılan zulmü, aşağıdan yukarıya bir dalgayla engellediler ama bir süre sonra adeta her şeyin yukarıdan aşağıya gerçekleştirilebileceği yanılgısına kapıldılar. Önü alınamazsa, salt yukarıdan aşağıya değişim arzusu bir yanılgının ötesinde, tek çıkış yolu gibi görülmüş olunacak ki, maalesef gerçeklikten kopuşu ve tepkisel yeni dip dalgaların ortaya çıkışını beraberinde getirecektir…

Kanaatimce bugün de yukarıdan aşağıya yapılacak işler elbette vardır ve yapılmalıdır da. Ama bu yöntemle yapılabilecekler sınırlıdır. Aşağısı ihmal edildikçe ve zayıf kaldıkça yukarıda çok etkili olmanın uzun vadede pek karşılığı olmayacaktır…

Yani çözüm; siyasetin ve bürokrasinin doğasına uygun olan, ‘talimatla iş yapmak’ yerine kapı kapı, sokak sokak, sınıf sınıf, çarşı-pazar çalışma yaparak aşağıdan yukarıya dalgayı yeniden ve daha sağlıklı/doğal şekilde oluşturmaktır. Bu şekilde gerçekleşecek olan değişim dalgası yukarıya nitelik katar, yukarıdan dayatılan değişim ise içeriği boşaltır ve sürdürülemez olur. Bir süre sonra asıl meselesinden uzaklaşmış topluluk haline geliriz, geçmişte eleştirdiğimiz şekilci zihniyetler gibi…

Ez-cümle; hayatın tüm alanları gibi siyaset de “bir sevda işi”, yeter ki sevdamızı doğru anlayalım, doğru konumlandıralım, doğru anlatalım. Ve yeter ki doğallığımızla, içtenliğimizle, özgünlüğümüzle, kendi cümlelerimizle ve gerçekliğimizle sevdamıza doğru akılla, bilgiyle ve hikmetle yol alalım…

Halit Bekiroğlu

21.12.2019

Okumaya devam et
Yazı

STK’ların Dönüşümü


Sivil toplum kuruluşlarının dönüşümünden bahsederken İslami hassasiyetleri ön planda olan cemaat veya gurupların yürüttüğü dernek, vakıf, sendika benzeri kurumsal yapıları olan organizasyonları ele almaya çalışacağım.
“İslami” sıfatını her şeye rahat uyguladığımız gibi bu organizasyonlara da kısa yoldan uygulayarak “İslami STK” ifadesini kullanabilirdik ama bunun ayrı ve uzun bir tartışma konusu olması dolasıyla şimdilik en baştaki kısa girişle yetineceğim.
Yakın zamanda Türkiye’de “cemaatlerin NGO’ya evrilmesi” tartışmaları çokça yapıldı. Bugünkü anlamıyla STK dediğimiz olgunun liberalizm düşüncesinin önemli sacayaklarından biri olduğu, STK’ya evrilmenin liberalizme evrilmek anlamına geldiği tartışmaları en önemli merhalelerindendi.
Bu gün konuştuğumuz anlamıyla STK’ların, Osmanlı döneminde neye tekabül ettiği de ayrı ama önemli bir husus olarak tartışılageldi. Tekkeleri ve zaviyeleri buna örnek gösterenler olduğu gibi ahilik teşkilatını da buna delil gösterenler oldu.
Cumhuriyet’e geldiğimizde ise Osmanlı’dan kalan sivil hayatın İslamileşmesine ilişkin organizasyonlar ya kapatıldı ya da yer altına çekilmek zorunda kaldı. 50’li yıllardan itibaren İlim Yayma, Önder gibi bazı dernek ve vakıflar legal biçimde ortaya çıkmaya başladı. 70’li ve 80’li yıllarda ise ağırlıklı olarak Milli Görüş hareketi çevresinde muhtelif alanlarda dernekler, vakıflar ve sendikalar üzerinden faaliyetler yürütüldü.
90’lı yıllara kadar bu oluşumlar birer STK hüviyetinden çok cemaat ya da hareketlerin sivil alana nüfuz etme, bu alanı kontrol etme ve iktidara aracı etme şeklinde ilerledi. Özellikle 2000’li yıllar ise STK’ların ve STKcılığın hızla arttığı, artık tamamıyla cemaat kontrolünde değil bireysel ve küçük guruplar halinde de icra edilebilen görece bağımsız bir merhale yaşandı.
İHH’nın tarihi bu yönüyle bakıldığında STK’ların değişim ve dönüşümünü en iyi anlatabilecek örneklerden biri sayılabilir. Milli Görüş hareketi bünyesinde kurulan İHH, zaman içinde önce bağlı olduğu Avrupa İHH ile arasına mesafe koymuş, 28 Şubat sonrasında Milli Görüş’ün siyasi partileri ile mesafeli bir ilişkiyi devam ettirmiş ve 2000 sonrasında ise STK olmanın asgari gereklerini yerine getirebilen uluslararası STK hüviyetine bürünmüştür. Şu haliyle İHH’nın modern anlamda bir STK mı yoksa hareket mi, cemaat mi olduğu konusu bir süre daha net ifade edilemeyecek bir vakıa olarak önümüzde durmaktadır.
Bu vakıanın henüz tamamlanmadığı, cemaat olmak ile STK olmak arasındaki gitgellerin bahsettiğimiz örnekler dahil çok fazla yapıda yaşanmaya devam ettiğini ve devam edeceğini söyleyebiliriz.
Cemaat mi kalınacağı yoksa STK mı olunacağı meselesi diğer taraftan STK’ları akıbeti belirsiz bir alana doğru sürüklemektedir. Her bir cemaat her alanda STK kurmaya çalıştığından uzmanlaşma ve odaklanma yerine herkesin her işi yaptığı bazı işleri de hiç kimsenin yapmadığı bir tablo ortaya çıkmaktadır.
“İnsani yardım” alanı İslami camianın en yoğun ilgilendiği alanların başında gelir ve adeta her cemaat ve gurup bu bu alanda STK kurmaktadır. Çünkü insani yardımla uğraşmak kamuoyu algısı itibariyle de ekonomik olarak da rahat yürütülebilen bir çalışmadır. Aynı zamanda küreselleşme ile beraber sınırötesi faaliyet yürütmenin de önemli bir aracı olarak görülür.
Son on yılda hemen her cemaat bu alana girmeye başlayınca çok abartılı uygulamalarla karşılaşıldı. Geçen yıl küçücük bir Afrika ülkesine neredeyse bir uçak dolusu insanın kurban yardımı götürmesi, bu durumun en sembolik örneği olarak anlatılır.
Aslında sivil toplum alanında yaşanan bu değişimin kurumsal olmaktan çok zihinsel olduğunu söyleyebiliriz. Cemaatler ve guruplar 90’lı yıllardan itibaren iktidarın imkanlarıyla tanıştılar. Son yıllarda yaşanan ise imkanların ötesinde bizatihi iktidar duygusunun kendisi oldu. Bu durum onları olduklarından farklı ve daha güçlü bir pozisyona getirdi. Henüz zihinsel ve yapısal olarak mecrasını bulamamış cemaat ve gurupların önemli bir kısmı bu güç sarhoşluğunun savrulmasını yaşamaktadırlar.
Dolayısıyla sivil toplumculuk aynı zamanda iktidar ile ilişki kurmanın da bir aracı olarak görülebilmektedir. Son dönemlerde herkesin her alanda STK açması, bazı alanlarda ise STK faaliyetlerinden kaçınılması, ilişkinin ihtiyaçtan çok güç devşirme ile alakalı olduğu şeklinde yorumlanabilir.
Örneğin neden her cemaat insan hakları ile ilgili STK kurmuyor? İnsan hakları mevzusu alanı tartışmalı bir alan olduğu kadar riskli de bir alan. Ekonomik olarak karşılığı olmayan ve basamak olarak da kullanılması zor bir alan.
Aynı şekilde çevre sorunlarına, şehircilik anlayışına ilişkin bir STK kurmanın da zorluğu söz konusu. Bu ve benzeri alanlarda kurulacak STK’nın kime neye hizmet edeceği meselesi iktidar ile kurulacak ilişki biçimi ile direkt ilintili hale gelmektedir veya getirilmektedir.
Daha güncel bir örnek olarak yolsuzlukla mücadele alanında STK kurulacağını farzedelim. Böyle bir alanda ahlaki çaba sarfetmenin guruplarca çok karşılığı olmayabileceği gibi konjonktürel olarak ya iktidar tarfgirliği ya da iktidar karşıtlığı üzerinden riskli bir yerlerde konumlandırılmak söz konusu olacağından teveccüh edilebilecek bir alan olarak görülmüyor.
Oysa sivil toplum alanı tam da ihmal edilen alanlarda iş yapma biçimidir. Herkesin yapmadığı, yapamadığı alanlarda cesaretle çalışma yapmaktır. İhmal edilenleri, yoksul ve yoksun bırakılanları kucaklayan alanlardır. İktidara göre ya da iktidara karşı refleksi ile değil, haktan ve hakikatten yana, zulme ve ahlaksızlığa karşı olunan bir alandır.
Zorlu alanlar yerine daha rahat, daha pratik çalışmalar yapmak ve daha kısa yoldan menzile ulaşmak galiba en önemli hastalığımız. Galiba farkında olarak ya da olmayarak yine en kestirme yoldan güç elde etmenin dayanılmaz cazibesi ile karşı karşıyayız.
Cumhuriyet döneminden itibaren kendini muhafaza etme, insan yetiştirme, gizli ve açık muhalefet etme gibi aşamaları geçiren cemaat ve guruplar 2000 sonrasında ise yepyeni eğilimlerle ve problemlerle yüzleşmektedirler.
Bu yüzleşmeyi yazmaya devam edeceğiz…

 

(Bu yazı 19.12.2014 tarihinde Gerçek Hayat dergisinde yayımlandı)
Okumaya devam et
Yazı

Bir Öğretmen Bir Okul

İmam Hatip okullarının sayısı son iki yılda hızla arttı. Bunu eleştirenler, İmam Hatiplerin henüz eski oranına dahi ulaşmadığını göz ardı ederek eleştiri yapmaktadırlar. Bugünkü İmam Hatip öğrenci sayısı ülkemizdeki tüm öğrencilerin %10’una bile tekabül etmemektedir. Oysa bu oran 28 Şubat öncesinde %12’ler civarındaydı. Yani İmam Hatip öğrencileri nicelik olarak henüz mağduriyetin başladığı dönemdeki oranı dahi yakalayabilmiş değil. Bir bakıma 28 Şubat’ın İmam Hatip okullarına yönelik zulmü henüz tam anlamıyla telafi edilememiş olduğundan bu eleştirileri makul görebilmek de kanaatimce pek mümkün değil.
Fakat bu artışla beraber en önemli husus, niceliğin hızına, niteliğin eşlik edememiş olmasıdır. İmam Hatip okullarını kendilerine dert edinmiş, bu okulların ülke geleceği için önemine inanan kişi ya da guruplar (bir kısım cemaatler, vakıflar, dernekler, merkezler) bu bağlamda faaliyetler yapmakta, mümkün olduğunca kaliteyi arttırmaya dönük çaba göstermektedirler. Ama sayının hızlı bir şekilde artmasının doğurduğu kontrolsüzlük sebebiyle oluşmuş olan karmaşayı düzenleyecek mekanizmaların yetersizliği dolayısıyla niteliğe odaklanmanın tatmin edici olmaması önemli bir problem olarak önümüzde durmaktadır. İmam Hatiplerin önünün açılmasını önemli bir merhale olarak görmekle beraber ani büyümenin getirdiği sıkıntılarla yüzleşerek sorunları minimize etme çabaları elbette takdire şayandır.
Tüm bu kişi ve kuruluşlar kendi kapasitelerince ve alanlarının elverdiği ölçüde niteliğe katkıda bulunmaya çalışsalar da denebilir ki İmam Hatip öğrencileri ile ilgili çalışmalarda bir curcuna yaşanmaktadır. Çok başlılığın alabildiğine fazla olduğu bu alanda çalışmalar arasında koordinasyon olmaması önemli sorunlara sebebiyet vermektedir. Çoğu zaman herkesin yaptığı işi hiç kimse yapmamakta ve maalesef çalışma yapan gurupların bir kısmı birliktelik duygusundan çok alan kapma kaygısıyla hareket etmektedirler.
Böyle bir dönemde İmam Hatip okullarında gençlerimizin niteliğini arttırmaya dönük çabalarda kişisel gayretlerin de anlamlı ve etkili olduğunu görmekteyiz. Seksenli ve doksanlı yıllarda okuduğumuz İmam Hatip okullarında da benzer şekilde kişisel çabaların çok önemli rolü vardı. Okulların çoğunda bir öğretmen ya da bir idareci bir başına o okulun toparlanmasında önemli rol üstlenebilmekteydi. Bazen bir öğrenci bir sınıfı yönlendirmekteyken bazen de bir veli bir okulun en önemli teknik problemlerini dayanışma ile çözebilmekteydi.
Necip Fazıl’ın “Kim var diye seslenilince sağına ve soluna bakmadan ben varım!” diye ifade ettiği yaklaşımla bugünlerde de “ben varım” diyebilen öğretmenlere, yöneticilere, velilere ve en önemlisi öğrencilere/gençlere ihtiyacımız olduğu kanaatindeyim. İmam Hatip okullarımızı muhtelif zamanlarda gezdiğimizde, öğrencilerimizle ve öğretmenlerimizle hasbihal ettiğimizde umut vadeden kişileri ve teşebbüsleri görmekteyiz. Bu teşebbüsler şüphesiz önümüzdeki yıllarda İmam Hatip okullarındaki nitelik problemini büyük ölçüde giderecektir. Ama en önemli mesele sayıları ikibini aşan İmam Hatip okullarında digergamlık duygusu ile öğretmenlerin, idarecilerin, velilerin ve gençlerin öncülük yapacak yeni çığırlar açmasıdır.
Bir kişinin nelere kadir olduğunu, koca bir okulu nasıl dönüştürebildiğini Arnavutköy’deki okulu ziyaretimizde keşfettik. Haraççılar İmam Hatip Lisesi’ndeki gençlerin birer Kudüs aşığı olduklarını, bir kısmının kendi imkanlarıyla Kudüs’e gittiğini ve bir kısmının da hayırseverlerin katkısı ile Kudüs’e gönderildiklerini gördük. Tüm bu çabanın arkasında Ali Yelgün öğretmenimiz var. Yıllardır kendini Kudüs davasına adamış Ali Hoca, iki yıldır öğretmenlik yaptığı bu okulu; öğrencisiyle, öğretmeniyle, velisiyle heyecanlandırmış ve yetim öğrenciler dahil Kudüs’e gidebilmelerine zemin hazırlamış. Bir öğretmen bir başına bir okulu dönüştürebilmişse her okulda birkaç idealist öğretmen, kararlı idareci, fedakar veli, yiğit genç neler yapmaz ki!
İmam Hatip okulunu kitap meclisine çevirecek bilge öğretmenlere ihtiyacımız var…
İmam Hatip okulunu sanat merkezine çevirecek sevdalı öğretmenlere ihtiyacımız var…

İmam Hatip okulunu insani yardım ortamına çevirecek yardımsever öğretmenlere ihtiyacımız var…

(Bu yazı 05.12.2014 yılında Gerçek Hayat dergisinde yayımlanmıştır)

Okumaya devam et