Sivil toplum kuruluşlarının dönüşümünden bahsederken İslami hassasiyetleri ön planda olan cemaat veya gurupların yürüttüğü dernek, vakıf, sendika benzeri kurumsal yapıları olan organizasyonları ele almaya çalışacağım.
“İslami” sıfatını her şeye rahat uyguladığımız gibi bu organizasyonlara da kısa yoldan uygulayarak “İslami STK” ifadesini kullanabilirdik ama bunun ayrı ve uzun bir tartışma konusu olması dolasıyla şimdilik en baştaki kısa girişle yetineceğim.
Yakın zamanda Türkiye’de “cemaatlerin NGO’ya evrilmesi” tartışmaları çokça yapıldı. Bugünkü anlamıyla STK dediğimiz olgunun liberalizm düşüncesinin önemli sacayaklarından biri olduğu, STK’ya evrilmenin liberalizme evrilmek anlamına geldiği tartışmaları en önemli merhalelerindendi.
Bu gün konuştuğumuz anlamıyla STK’ların, Osmanlı döneminde neye tekabül ettiği de ayrı ama önemli bir husus olarak tartışılageldi. Tekkeleri ve zaviyeleri buna örnek gösterenler olduğu gibi ahilik teşkilatını da buna delil gösterenler oldu.
Cumhuriyet’e geldiğimizde ise Osmanlı’dan kalan sivil hayatın İslamileşmesine ilişkin organizasyonlar ya kapatıldı ya da yer altına çekilmek zorunda kaldı. 50’li yıllardan itibaren İlim Yayma, Önder gibi bazı dernek ve vakıflar legal biçimde ortaya çıkmaya başladı. 70’li ve 80’li yıllarda ise ağırlıklı olarak Milli Görüş hareketi çevresinde muhtelif alanlarda dernekler, vakıflar ve sendikalar üzerinden faaliyetler yürütüldü.
90’lı yıllara kadar bu oluşumlar birer STK hüviyetinden çok cemaat ya da hareketlerin sivil alana nüfuz etme, bu alanı kontrol etme ve iktidara aracı etme şeklinde ilerledi. Özellikle 2000’li yıllar ise STK’ların ve STKcılığın hızla arttığı, artık tamamıyla cemaat kontrolünde değil bireysel ve küçük guruplar halinde de icra edilebilen görece bağımsız bir merhale yaşandı.
İHH’nın tarihi bu yönüyle bakıldığında STK’ların değişim ve dönüşümünü en iyi anlatabilecek örneklerden biri sayılabilir. Milli Görüş hareketi bünyesinde kurulan İHH, zaman içinde önce bağlı olduğu Avrupa İHH ile arasına mesafe koymuş, 28 Şubat sonrasında Milli Görüş’ün siyasi partileri ile mesafeli bir ilişkiyi devam ettirmiş ve 2000 sonrasında ise STK olmanın asgari gereklerini yerine getirebilen uluslararası STK hüviyetine bürünmüştür. Şu haliyle İHH’nın modern anlamda bir STK mı yoksa hareket mi, cemaat mi olduğu konusu bir süre daha net ifade edilemeyecek bir vakıa olarak önümüzde durmaktadır.
Bu vakıanın henüz tamamlanmadığı, cemaat olmak ile STK olmak arasındaki gitgellerin bahsettiğimiz örnekler dahil çok fazla yapıda yaşanmaya devam ettiğini ve devam edeceğini söyleyebiliriz.
Cemaat mi kalınacağı yoksa STK mı olunacağı meselesi diğer taraftan STK’ları akıbeti belirsiz bir alana doğru sürüklemektedir. Her bir cemaat her alanda STK kurmaya çalıştığından uzmanlaşma ve odaklanma yerine herkesin her işi yaptığı bazı işleri de hiç kimsenin yapmadığı bir tablo ortaya çıkmaktadır.
“İnsani yardım” alanı İslami camianın en yoğun ilgilendiği alanların başında gelir ve adeta her cemaat ve gurup bu bu alanda STK kurmaktadır. Çünkü insani yardımla uğraşmak kamuoyu algısı itibariyle de ekonomik olarak da rahat yürütülebilen bir çalışmadır. Aynı zamanda küreselleşme ile beraber sınırötesi faaliyet yürütmenin de önemli bir aracı olarak görülür.
Son on yılda hemen her cemaat bu alana girmeye başlayınca çok abartılı uygulamalarla karşılaşıldı. Geçen yıl küçücük bir Afrika ülkesine neredeyse bir uçak dolusu insanın kurban yardımı götürmesi, bu durumun en sembolik örneği olarak anlatılır.
Aslında sivil toplum alanında yaşanan bu değişimin kurumsal olmaktan çok zihinsel olduğunu söyleyebiliriz. Cemaatler ve guruplar 90’lı yıllardan itibaren iktidarın imkanlarıyla tanıştılar. Son yıllarda yaşanan ise imkanların ötesinde bizatihi iktidar duygusunun kendisi oldu. Bu durum onları olduklarından farklı ve daha güçlü bir pozisyona getirdi. Henüz zihinsel ve yapısal olarak mecrasını bulamamış cemaat ve gurupların önemli bir kısmı bu güç sarhoşluğunun savrulmasını yaşamaktadırlar.
Dolayısıyla sivil toplumculuk aynı zamanda iktidar ile ilişki kurmanın da bir aracı olarak görülebilmektedir. Son dönemlerde herkesin her alanda STK açması, bazı alanlarda ise STK faaliyetlerinden kaçınılması, ilişkinin ihtiyaçtan çok güç devşirme ile alakalı olduğu şeklinde yorumlanabilir.
Örneğin neden her cemaat insan hakları ile ilgili STK kurmuyor? İnsan hakları mevzusu alanı tartışmalı bir alan olduğu kadar riskli de bir alan. Ekonomik olarak karşılığı olmayan ve basamak olarak da kullanılması zor bir alan.
Aynı şekilde çevre sorunlarına, şehircilik anlayışına ilişkin bir STK kurmanın da zorluğu söz konusu. Bu ve benzeri alanlarda kurulacak STK’nın kime neye hizmet edeceği meselesi iktidar ile kurulacak ilişki biçimi ile direkt ilintili hale gelmektedir veya getirilmektedir.
Daha güncel bir örnek olarak yolsuzlukla mücadele alanında STK kurulacağını farzedelim. Böyle bir alanda ahlaki çaba sarfetmenin guruplarca çok karşılığı olmayabileceği gibi konjonktürel olarak ya iktidar tarfgirliği ya da iktidar karşıtlığı üzerinden riskli bir yerlerde konumlandırılmak söz konusu olacağından teveccüh edilebilecek bir alan olarak görülmüyor.
Oysa sivil toplum alanı tam da ihmal edilen alanlarda iş yapma biçimidir. Herkesin yapmadığı, yapamadığı alanlarda cesaretle çalışma yapmaktır. İhmal edilenleri, yoksul ve yoksun bırakılanları kucaklayan alanlardır. İktidara göre ya da iktidara karşı refleksi ile değil, haktan ve hakikatten yana, zulme ve ahlaksızlığa karşı olunan bir alandır.
Zorlu alanlar yerine daha rahat, daha pratik çalışmalar yapmak ve daha kısa yoldan menzile ulaşmak galiba en önemli hastalığımız. Galiba farkında olarak ya da olmayarak yine en kestirme yoldan güç elde etmenin dayanılmaz cazibesi ile karşı karşıyayız.
Cumhuriyet döneminden itibaren kendini muhafaza etme, insan yetiştirme, gizli ve açık muhalefet etme gibi aşamaları geçiren cemaat ve guruplar 2000 sonrasında ise yepyeni eğilimlerle ve problemlerle yüzleşmektedirler.
Bu yüzleşmeyi yazmaya devam edeceğiz…

 

(Bu yazı 19.12.2014 tarihinde Gerçek Hayat dergisinde yayımlandı)