Category

Yazı

Yazı

Sosyal medyada koruyucu önlemler

Sosyal medyada (ve aslında hayatta) koruyucu önlemler;
Her yaptığını gösterme!
Her konuya girme!
Olduğundan daha güzel/yakışıklı görünme!
Olduğundan daha sert/yumuşak görünme!
Olduğundan daha dindar bile görünme!

Her yazılana inanma!
Her izlediğine de inanma!
Kişinin bir paylaşımıyla değil, tüm hayatıyla/paylaşımıyla değerlendirme yap!
Usül ve üslubu ihmal etme!
Her yediğini ve her seyahatini paylaşma!
Perde arkasında olması gerekeni de paylaşma!

Yazının uçup gitmeyeceğini, bir gün mutlaka karşına çıkacağını unutma!
10 yıl sonra karşına çıktığında mahcup olabileceğin şeyi paylaşma!
Yazdıklarının en nihayetinde rûz-i mahşerde karşına çıkacağını bil!
İnsanları olumlu/olumsuz etkilediğini bil!
Hayra motor, şerre fren ol!

Soyal medyada ispiyonculuk yapma!
Ekran görüntülerini bir yerlere servis edip durma!
İlerde aleyhte kullanacağın kayıt tutma!
Belden aşağı vurma!
Gıybet yapma!
Tecessüs etme!
Fazla meraklı da olma!

Fitneye ya da yanlış anlaşılmalara sebebiyet verecek paylaşımlar yapma!
Paylaşımının varacağı yeri öngör!
Kırk düşün bir yaz!
Gaza gelerek hareket etme!
Toplumun, ülkenin, insanlığın maslahatını merkeze al!
Kendinin ve yakınlarının itibarını iki kelimeye kurban etme!

Paylaşımların yıkıcı değil, yapıcı olsun!
Dağıtıcı değil, toparlayıcı olsun!
Kirletici değil, temizleyici olsun!
Karamsarlık değil, umut aşılasın!
Nemelazımcılık değil, sorumluluk taşısın!
Bedbinlik değil, aşk taşısın!

Az beğenilse de hayatın güzelliklerini paylaş!
Savaştan çok, barışı paylaş!
Felaketten çok, imarı paylaş!
Kaosu değil, ahengi paylaş!
Fesadı değil, toparlanmayı paylaş!
Nefreti değil, kardeşliği paylaş!

Sosyal medya, adından da anlaşılacağı gibi toplumsal boyutu olan bir mecra;
Gerekleri ve sorumlulukları var,
Riskleri/güzellikleri var,
Bir imtihan mecrası yani…
Bu mecrada yürürken;
Kendin ol!
Başkasına özenme!
Gösteri(ş)den uzak dur!
Kendin dışındakilerin varlığını yok sayma!

Yine bu mecrada;
Bir insanı daha nasıl kazanabileceğini düşün!
Tersinden, bir insanı nasıl olur da kaybetmeyeceğine odaklan!
Kabe’ye benzetilen insan kalbini kırmamaya azami gayret göster!
Ailene, şehrine, ülkene, bütün bir insanlığa/canlılara nasıl katkıda bulunabileceğine bak!

Ebedi olanı, anlık/konjonktürel olana kurban etme!
Başkasının hukuğuna en az kendi hukuğun kadar dikkat et!
Partinin, mezhebinin, meşrebinin anlatıcısı ol ama tetikçisi/trolü olma!
Takipçilerinin bir gün mutlaka senin gerçek yüzünü fark edeceğini unutma!

Ez-cümle Sevgili Dostum!
Sen sen ol;
İki dünya saadetini, iki satır/foto/videoya kurban etme!
İstikamet üzere ol!
Temiz kal!
Adil ol!
Kavga/karmaşa yerine insanları ve hayatı sevmeye odaklan!
Hesap gününden de kork!
Gerisi elbet gelir;
Huzur da gelir,
Paylaşım da,
Beğeni de…

Okumaya devam et
Yazı

UMUT

Tolstoy’un “İnsan Neyle Yaşar” kitabını okuduğumda iyi olmak, iyilik yapmak, güzelliğin peşinde olmak gibi olumlu hasletlerin umudu yeşerttiğini, umudun da bu olumlu hasletleri beslediğini düşünmüştüm…

Umut, hayata dair beklentisi ve iddiası olmak demektir. Karamsarlık ise nemelazımcılığa, bencilliğe, hırsa karşılık gelir. Hernekadar hırsın, umutla ilişkili olduğu düşünülse de sonuçları itibariyle hırs, tatminsizlik ve karamsarlıktır…

Tersi olan “ümitsizlik” hakkında daha önce kısa bir yazı yazmış ve “Son dönemlerde yazarlar, düşünce adamları ve kanaat önderleri kamuoyunda paylaştıkları yazı ve düşüncelerde ümitsizliğe götürecek değerlendirmeler yapıyorlar” demiştim;

Son paylaşımlarımdan birinin umutsuzluk şeklinde algılanabileceğini bir dostum hatırlattığında umuda yeniden vurgu yapma ihtiyacı hissettim. Bulunduğum ortamlarda/kurumlarda “Abi nasıl bu denli umutlu olabiliyorsun?” sorularına maruz kalmış ve yer yer polyannacılıkla suçlanmış biri olarak 🙂

Öncü olması gerekenlerin umuttan uzaklaşmaları hayata tekdüze bakmaya başlamamızla yakından ilgili. Tarihin akışını ve bulunduğumuz evreyi bütün yönleriyle değerlendirdiğimizde, bu güne kadar katettiğimiz mesafeleri göz önünde bulundurduğumuzda umutla dolmamak mümkün değil…

Katedilen mesafeler kadar, elde edilen kazanımlar kadar bulunduğumuz zamanda ve zeminde kendimize, içinde yaşadığımız topluma ve ideal anlamda bütün insanlığa/aleme ne katabiliriz kaygısı ve çabasıdır bizi umutlu kılan…

Umudu “fakirin ekmeği” diyerek değersizleştirmeye çalışmak bizi insan olmaklığımızdan kaynaklanan değerlerden uzaklaştırır. Umut, ekonomik durumumuzun, statülerimizin, kimliklerimizin ve güncel meselelerin ötesinde, hayata nasıl baktığımızla ve inançla ilgilidir…

Umut, sıradanlığa teslim olmayıp özgün olmaya çalışmanın adıdır.
Umut, yıkmak yerine inşa etmenin ve dağıtmak yerine toparlamanın adıdır. Umut, konjonktürün ve tahakkümcü anlayışların dayatmasına teslim olmayıp yol bulmak veya yol açmaktır.
Umut, tüketiciliğin ve konformizmin hoyratlığı yerine yaşama bir şeyler katma ve kazandırma çabası içinde olmaktır.
Umut, hayatı geçmişi ve geleceğiyle birlikte görebilmek, tek bir boyuttan değil bütün yönleriyle değerlendirebilmek ve hayata bir şeyler katma mücadelesi içerisinde olmaktır.
Yangınların her tarafı sardığı bir dönemde elbette umut; söndürmek ve sarmak demektir. Dindirmek, sulamak ve yeşertmek demektir…

Maraton koşarken arkadaşlarımızla “Umut Hayattır” mottosunu kullanmıştık. Şimdi başka bir açıdan bakarak “Hayat Umuttur” da diyebiliriz…

Okumaya devam et
Yazı

YUKARIDAN AŞAĞIYA DEĞİŞİM OLUR MU?

Son iki-üç asırda Batı özentisi şeklinde cereyan eden değişim hamleleri bizi kendimizden uzaklaştırdı. 20.yy’ın ikinci yarısından itibaren köklerimize yaslanmak isteyen yeni bir değişim dalgası oluştu. Dip dalga şeklindeki bu çaba aşama aşama önce eğitim, sonra sosyal ve iktisadi alanda, en son da siyasi alanda etkili ve görünür hale geldi.

18.yy’da algısal olarak kendini göstermeye başlayan, 19.yy’da ise biçimsel ve yüzeysel olarak tezahür eden Batıcı değişim dalgası, Avrupa’ya tahsile giden gençlerin dönüşü ve Osmanlı’nın mevzi kaybetmesiyle birlikte daha sert bir şekilde gün yüzüne çıktı. Jön-Türkler’den İttihat-Terakki’ye ve Cumhuriyet’e uzanan aşamada özentiyle başlayan ve bir tür kopyala-yapıştır yöntemiyle uygulanan Batıcılık, başat ideoloji olarak neredeyse hayatın tüm alanlarında kendini gösterdi.

Dilden kıyafete, sanattan düşünceye, ekonomik hayattan siyasi-sosyal hayata kadar neredeyse tüm kurumlar ve içerikler Batıdan alınan bilgi ve uygulamalarla şekillendirilmeye çalışıldı. Köklerden tamamen kopmak üzerine kurgulanmış olan devrimci Batıcı ekol belli ölçülerde başarılı olsa da dikilen gömleğin bünyeye uymadığı özellikle 20.yy’ın ikinci yarısından itibaren anlaşılmaya başlandı.

Mehmet Akif Ersoy ve Sebillüreşad çizgisinin “Asım’ın Nesli”, Nurettin Topçu’nun “Hareket”, Necip Fazıl Kısakürek’in “Büyük Doğu”, Sezai Karakoç’un “Diriliş”, Necmettin Erbakan’ın “Milli Görüş”, Recep Tayyip Erdoğan’ın “Muhafazakâr/Dindar Nesil” diye adlandırdığı, Nurculuk, Süleymancılık, Nakşibendilik gibi ekoller yanında şahıs, eser, cemaat ya da tarikatlardan hareketle de süregelen çabalar; köklerinden koparılmak istenmiş neslin yeniden kendine gelmesine, toparlanmasına, talepte bulunmasına, harekete geçmesine ve hayatın hemen tüm alanlarında kendini göstermesine yol açtı.

Tüm bu çabaların devamı mahiyetinde, kendini göstermenin sembolik hedefi sayılabilecek bürokrasi, iş dünyası, medya, akademi vb alanlardan sonra en görünür alan olan siyasette; hedefe ulaşmayı Erbakan, hedefte tutunmayı ise Erdoğan başarmış oldu.

50’lerden itibaren farklı aşamalarla ve hep “aşağıdan yukarıya” devam eden değişim çabasının ve hareketliliğin en önemli hedeflerinden biri “iktidar olmak”tı. Çünkü ancak iktidar olunduğu takdirde gerçek anlamda değişim yaşanabilecek ve belki daha önemlisi ‘kısa yoldan’ neticeye varılmış olunacaktı. Mütedeyyin kitlenin tırnaklarıyla kazıyarak elde ettikleri kazanımlar, çoğunlukla darbeler aracılığıyla gerçekleşen iktidar değişimleriyle engelleniyor, tüm emekler boşa gitmiş gibi görünüyordu. Örneğin eğitim alanındaki değişimin lokomotifini oluşturan İmam Hatip okulları neredeyse son 70 yıllık siyasi tarihimizin özeti gibi ancak iniş ve çıkışlarla ilerleyebiliyordu. Partilerin kapatılması, vakıf ve derneklerin maruz kaldıkları da bunun benzer yansımalarıydı.

“İktidar olmak” hedefinin öncüsü Erbakan oldu ve beş defa partisi kapatılmasına rağmen altıncı kez parti kurdu ve iktidar olduğu takdirde hayatın tüm alanlarında bir dokunuşla çok şeyi değiştirebileceğini söyledi. Rektörlerin başörtüsü mağdurlarına selam duracağı, iktidara geldikleri günün hemen ertesinde faizlerin kaldırılacağı vb söylemler iktidar olmanın, kısa yoldan ülkenin köklerine dönmesinin aracı olduğu mesajını içeriyordu.

Erbakan başta ekonomi olmak üzere birçok alanda pratik ve olumlu adımlar atmış olmasına rağmen içerden ve dışardan güç merkezlerinin çabasıyla kısa sürede iktidardan edildi. Erdoğan ise on yılların birikimiyle oluşmuş, aşağıdan yukarıya ilmek ilmek dokunmuş değişim dalgasını arkasına alarak, içerden ve dışardan güç merkezleriyle Erbakan’dan daha farklı ilişki yöntemi geliştirerek iktidara geldi fakat bir süre sonra aynı güç merkezleri Erdoğan’ı da iktidardan düşürmeye çalıştılar. Erdoğan ise her defasında farklı hamlelerle iktidarda tutunmayı başardı ve bugünlere, iktidarını güçlendirerek gelmiş oldu.

Mütedeyyin kitlenin aşağıdan yukarıya doğru zorlayarak adım adım emek verdiği ve bedelini de ödediği “iktidar olmak” arzusu şekil şartları itibariyle gerçekleşmiş oldu ama tam olarak “iktidar olundu mu?” konusu tartışılmaya devam etmektedir. Başta Erdoğan olmak üzere birçok kişinin kültür, sanat, fikir, eğitim vb alanlarda iktidar olunmadığını söylemesi bu konudaki tartışmaları derinleştirmemizi gerektirmektedir.

Dini hassasiyetle bu mücadeleyi veren insanların merkeze aldığı konu, dağılmış ve bozulmuş toplumun değişimiydi, iktidar olmak ise bunun gereği ve aracıydı ama kesinlikle amacı olmayacaktı. Ebedi bir hayata inanan, geçmişle irtibatını koparmamaya çalışan bu nesil, dünden yarına devam edecek olan tarih serüveninde sorumluluğunu yerine getirip hayatın her alanındaki münkeri en kısa yoldan, en hızlı şekilde engellemeyi arzuladı. Bir süre sonra araç amaç haline gelmeye başladı ve 50’lerden itibaren fert fert çalışma yapan bu nesil, iktidar aracılığıyla adeta bir düğmeye basarak, bir kanun yaparak, bir talimat vererek toplumun kitleler halinde değişeceğini düşündü. Yöntem olarak, “on yılda on milyon insan” yaratmaya çalışan Batılılaşma serüvenimizdeki gibi yukarıdan aşağıya kanunla ve otoriteyle toplumu değiştirme yöntemi cazip gelmeye başladı.

2010’larda, Anayasa Mahkemesi vb kurumların sorun çıkarttıkları, bu tip kurumlarda değişim olması gerektiği ve “daha güçlü şekilde iktidara gelinmesi gerektiği” argümanlarıyla seçim çalışmaları yapılırken bir sohbetimizde Abdurrahman Arslan; “Dindarların %70-80’le iktidara gelmesini istiyorum” demiş ve gerekçe olarak da “Anayasa Mahkemesi dahil tüm kurum ve kuruluşlar mütedeyyin insanlarca bir an önce yönetilmeli ki ‘asıl mesele’nin iktidar olmak ve kurumları yönetmek olmadığını bir an önce anlayalım”.

“Asıl mesele”nin ne olduğu konusu iktidar süreçlerinde hep yüzümüze çarptı. Ama çoğu zaman bu sorgulamadan kaçtık. İktidar olmanın konforu, kısa yoldan sorunları çözme tatmini, iktidarı engellemeye dönük hamleler gibi daha önemli/acil gibi görünen hususlar asıl meselenin enine boyuna tartışılmasına imkan vermedi. Bu konuyu dillendirenler de genel olarak sorunlu görüldü. Çünkü gayet güzel yürüdüğü düşünülen bir gidişat vardı ve buna eleştiri getirmek iyi niyetle izah edilemezdi.

Böylece son yirmi yılda neredeyse tüm kurum ve kuruluşlarda etkili olundu, büyük ölçüde istenilen isimler yönetici yapıldı, kanun ve mevzuatlarında değişiklikler yapıldı ama “iktidar olmak” konusu hala tartışılmaya devam etmektedir. Erdoğan’ın “kültürel iktidar olamadık” söylemi bunun en sembolik yansımasıdır. Özellikle yerel seçimlerde İstanbul’da ikinci kez seçim yapılmasına rağmen ve her türlü yönetim ve teknik imkana sahip olunmasına rağmen seçimin açık ara kaybedilmiş olması “iktidar olma”nın ne demek olduğunu tekrar düşünmeyi elzem kılmaktadır.

28 Şubat’ın ağır baskısına ve travmasına rağmen yeniden ve hızlıca toparlanabilmek, aşağıdaki değişim dalgasının tüm kılcal damarlara nüfuz etmiş olmasıyla mümkün oldu ve yeniden iktidara gelmenin sağlam zeminini oluşturdu. Kanaatimce değişim hep aşağıdan yukarıya olmalıdır. Yukarıdan aşağıya değişim yapmak yerine yukarının görevi, aşağıdan yürüyen değişim dalgasını doğru anlamak, onu desteklemek, önündeki engelleri kaldırmak ve kısa vadede aleyhine gibi görünse de aşağıdan yukarıya devam eden değişim dalgasına müdahale etmemek, onu değersizleştirmemek, mecrasından çıkarmamak, niteliğine halel getirecek görünümlere fırsat vermemektir.

On yıllardır hedeflenmiş olan iktidar olma arzusu; iktidar, siyaset, otorite, bürokrasi, istihbarat, emniyet vb mekanizmaların hiyerarşik olarak üstte konumlanmasına sebebiyet vermiş, bu mekanizmaların bir dokunuşuyla toplumsal değişimlerin gerçekleşebileceği yanılgısını doğurmuştur. Özellikle çok oyla ve güçlü şekilde iktidar olunduğunda bu yanılgı daha da artmış, uzun yıllar dışlanmış olan mütedeyyin kitlenin birikmiş toplumsal kredisi de bu yanılgıya katkı sunmuş ve bu kervanın bu şekilde ilerleyebileceği zannedilmiştir.

Geldiğimiz noktada diyebiliriz ki; çok önemli adımlar atılmış, merhaleler kat edilmiş olmasına rağmen, yukarıdan aşağıya çabalara rağmen istenen değişimler tam olarak gerçekleşememiştir. Nicel olarak yaşanan ve daha çok başörtüsü, din eğitimi ve bazı semboller üzerinden görünür olan değişimin detayına inildiğinde ve kılcal damarlar incelendiğinde bir çok handikap içerdiği ve bu şekilde devam edildiği takdirde yukarıdan aşağıya değişimin normal değişim seyrini bile olumsuz etkileyebileceği görülmektedir.

Üniversitelerde istenilen şekilde rektör atanmasına rağmen, liselerde makul sayılabilecek müdürler olmasına rağmen, bir çok kanuni düzenlemeye rağmen gençlerin farklı bakışlarının artması, mütedeyyin kitlenin düşünce kodları ve gelenekleriyle ilgili bir sorun değil, yöntemleriyle ilgili bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Başörtüsü ile yanlış bir eyleme katılan öğrenciyi kazanma çabası yerine, oradan uzaklaştırmak için en üst devlet mercilerinden ailesine veya hiyerarşisine talimat vermek suretiyle anlık olarak çözüm üretilebilir ama ‘asıl mesele’ çözülmüş olmaz. Uyuşturucuya bulaşmış bir gencin kurtulması yalnızca valilik ya da emniyet talimatlarıyla çözülmeye çalışılırsa kalıcı çözüm olmaz. Bir kişinin yanlış mecradan uzaklaştırılması artık, aşağıdan yukarıya değişimin öncüleri olması gereken sivil toplum kuruluşlarından çok “devlet otoritesi”nin görevi olarak görülmektedir. Bu yaklaşım o kadar ilerlemiştir ki; STK yöneticilerimiz de, kanaat önderlerimiz de, yardıma muhtaç herhangi bir kişiyi bile direkt ilgili devlet kurumlarına yönlendirerek sorumluluklarını yerine getirdiklerini düşünür hale gelmişlerdir.

Yukarıdan aşağıya değişimin tadını almış mütedeyyin kitle, bir asra yakındır mahrum bırakıldığı her işe ve alana iştahla saldırmakta, Talut’un ordularının yaptığı gibi kana kana o sudan içmekte ve geçmiş yılların kaybını telafi edercesine, devlet ve kamu imkânlarını emanet olarak görmenin ötesinde hak olarak telakki etmeye başlamaktadır. Bu da gittikçe aşağıdan yukarıya değişim çabalarını cazip olmaktan çıkarmakta, değersizleştirmekte ve bu yanılgıyla yukarıdan aşağıya mevzuların çözüleceği inancı hala pekişerek devam etmektedir.

Fert fert, ev ev, sokak sokak çalışma yapmış; kampüslerde, okullarda, çarşı ve pazarlarda, cami ve pavyonlarda her bir insan ile ilgilenerek bu günlere gelmiş dini hassasiyeti olan nesil, tek merkezden bir hutbe ile tebliğ yapmak, bir kanunla münkeri engellemek, polisiye tedbirlerle sapkınlıkları yok etmek, maddi imkan ve nicel artışlarla maarif davamızı kazanmak, projelerle kültürel iktidar olmak, talimatla seçim kazanmak gibi kolaycılığa hapsolmuş ve aşağıdan yukarıya değişimin elzem olduğunu ıskalamaya devam etmektedir.

Erbakan iktidar oldu ama tutunamadı, Erdoğan iktidar oldu ama tutundu. Ama asıl iktidar alanı olan kılcal damarlardaki kan dolaşımını yeniden harekete geçirmeden yapılan hamleler belki vücudu bir süre daha ayakta tutabilir ama önemli sarsıntıda devrilmesine engel olamaz. Her bir hücrenin, her bir damarın ve en önemlisi ‘asıl mesele’ sayılabilecek olan kalbin, ruhun, zihnin kıymetini bilerek hareket edip vücudun her bir bölgesindeki kan dolaşımını önemseyen ve bunu da mümkün olduğunca dışardan müdahalelerle değil doğal yöntemlerle devam ettiren yaklaşım için aşağıdan yukarıya değişimi tekrar tartışmaya değer. Sınıftaki bir öğrenciyi, pazardaki bir esnafı, en ücradaki bir köylüyü, varoştaki mahrumu, cami dibindeki mümini, dünyanın öbür ucundaki vatandaşını, unutulmuş engelliyi, hatta isyan etmiş, küsmüş, kızmış, “her türlü yanlışa bulaşmış her bir ferdi” önemseyen, değerli bulan bir anlayışa yeniden ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum.

Ancak “aşağı”sını yeniden ve gerçekten önemsediğimiz takdirde, son yarım asırdır almış olduğumuz mesafelerin kadrini kıymetini bilmiş oluruz. Bulunduğumuz iktidar merhalesini daha anlamlı hale getirmiş oluruz. Hayatın ve ‘asıl mesele’nin bugünden ve iktidar sürecinden ibaret olmadığını fark ederiz. Bu durumda iktidar da, maddiyat da, güç de, araçlar da değişime katkı sunan birer vesileye dönüşür. Değişimi engelleyen birer aygıta değil.

Halit Bekiroğlu

18.02.2021

Okumaya devam et
Yazı

Yürüyüş Çıkıştır

Hepimizin sınırları var. Doğuştan gelen sınırlar, sonradan çizdiğimiz sınırlar, dayatılan sınırlar, fark edemediğimiz sınırlar…

Yürümediğimizde sınırlarımızın farkına da varamayız. Aynı yerde dönüp dolaşırız. Çok daha hareketsiz isek dönüp dolaştığımızı bile fark edemeyiz. Ancak yürüyenler sınırlarının farkında olurlar, sınırlara dayanır ve onlarla yüzleşirler.

Her yürüyüş risk barındırır. Risk deyince hemen aklımıza korkulacak hususlar gelir ama aslında risk barındırmadığını zannettiğimiz yürüyüşsüzlük hali ise zaten bir tür yokluk ve ölüm halidir. Yürüyüş için harekete geçtiğimizde yüzleştiğimiz sınırlar da risk barındırır hem de azımsanmayacak riskler. Değil mi ki “hayatın kendisi risktir” demiş eskiler. Çünkü hayat her anlamıyla canlılık halidir, adeta her an yürüyüşe çağırır bizi.

Sınırlar çoğunlukla kendi ellerimizle çizdiğimiz sınırlardır. Bizi daraltan, insan olmamıza mugayir sınırlar. Yürüyerek dayandığımız sınırların çoğu aynı zamanda aşılması gereken sınırlardır. Bu yönüyle sınırları aşmak aslında çok güzeldir.

Sınırları zorlayanlar ancak çıkışa yol bulurlar. Tersinden cümleyi kurarsak, çıkış arayışında olanlar ancak sınırları zorlar. Hannibal’e atfedilen “ya bir yol bulacağız, ya bir yol açacağız” sözünü de bu çerçevede anlayabiliriz.

Yürüyüşe karar veren ve yürüyenler çıkış arayanlardır. Mevcut hale razı olmayanlardır. Yeni yollar, mekânlar, dünyalar için uğraşanlardır, soranlar ve sorgulayanlardır. Ve yürüdükçe sınıra dayanırlar. Sınır onları korkuttukça yeniden kuşanırlar umudu ve aşkı. Zorlandıkça sabırla tekrar tekrar yürürler, düşerek kalkarak yürürler. Sınırı ve ışığı fark ettikten sonra ya körelmişliğe, daralmışlığa mahkûmiyeti kabul edecekler ya da güneşe yolculuğu devam ettireceklerdir.

Kuşatılmışlığı yarıp çıkışa yönelmek için her adım atıldığında, risk de umut da artacaktır. Çıkışa yürüdükçe daha çok ter ve gözyaşı dökülecektir. Acılar ve yorgunluklar olacaktır. Ama her adım, çıkışa bir adım daha yaklaşmak demektir. Ve çıkışa yaklaşan her adım, arkadan yüzbinlerce adımın gelmesine müjde olacaktır.

O kadar çok sınırlarımız var ki! Dolayısıyla o kadar çok çıkışa ihtiyacımız var ki! Hangi birini sayayım bilmiyorum. Zihinsel sınırlarımız, bedensel ve ruhsal sınırlarımız, siyasal ve toplumsal sınırlarımız, hatta kutsal zannettiğimiz sınırlarımız… Bu kadar sınırı hangi arada çizdik kendimize? Bu kadar sınırı nasıl aşabiliriz?

Yürüyüşle tüm sınırlarımızı aşmanın startını vermiş oluruz. Her bir adım bizi yeni çıkışlara sürükleyecektir. Ummadığımız kapılar açılacak, aşılmaz zannettiğimiz engeller aşılacak, korku duvarları peyderpey yıkılacaktır. Bir tür “huruç harekatı” gibi tüm karanlıklar yarılıp ışık fark edilecektir. Işığı, güneşi fark edenler gerçek yürüyüşçülerdir. Kimse tutamaz onları, hiçbir barikat engelleyemez onları. Truman Show’daki gibi adeta.

Teknolojinin gelişimiyle birlikte her zamankinden daha fazla gerçeklikten uzaklaşma riski yaşıyoruz. Küresel ölçekte yaşanan sağlık, iklim, savaş, göç, ekonomi vb birçok, tek merkezli ve tek tip gelişme bizi daha çok edilgen yapıyor, daha çok sınırlıyor. Tüm bu engeller karşısında çıkış yapabilmek ve yapay sınırları aşabilmek için yürüyüşe ihtiyacımız var. Sabırla, kararlılıkla, yılmadan ve usanmadan yürüyemeye ihtiyacımız var. Tek merkezli ve tek tip sınırlara karşı çokça ve çok yönlü yürüyüşe ihtiyacımız var.

Ve yürüdükçe fark edeceğiz, fark ettikçe çıkış bulacağız, çıkış buldukça umutlanacağız, umutlandıkça da kazanacağız…

Okumaya devam et
Yazı

ÜMİTSİZLİK

Son dönemlerde yazarlar, düşünce adamları ve kanaat önderleri kamuoyunda paylaştıkları yazı ve düşüncelerde ümitsizliğe götürecek değerlendirmeler yapıyorlar. Geçmişte ne kadar iyi olduğumuzu, iflah olamayacağımızı ve filmin bittiğini anekdotlar da katarak anlatıyorlar…

Geçmişin güzelliklerinden, bugünün eksikliklerinden ve hatalarından bahsetmekte sorun yok. Ama yaşadığımız evreleri, tarihin bütün bir akışı içerisinde ve tüm boyutlarıyla değerlendirmeden bir âna veya birkaç olaya bakarak genellemeler yapmak ve ümitsizliğe varmak doğru tespitlere rağmen yanlış sonuca götürür bizi…

Köklerini, tarihini, kültür ve ahlak kodlarını, ufkunu, idealini, yapıp-ettiklerini, niyetini, samimiyetini, ebedi hayat inancını vb bir çok olumlu boyutu ihmal edercesine bir tür eziklik psikolojisiyle bardağın hep boş tarafına odaklanmak bizi hakikatten uzaklaştırmaktadır…

Ülkemizin ana omurgasını oluşturan damarı takip eden kişi ve toplulukların; son birkaç asırda olup bitenlere baktıklarında, eksiklerine rağmen katedilen mesafeye baktıklarında, küresel ölçekte bir çok açıdan yaşanan krizlere baktıklarında ümitsizlik yerine daha güçlü bir şekilde ümitli olmaları gerektiğini düşünüyorum…

Kendimizi eleştirmenin çok kıymetli olduğuna inanan biri olarak; eleştiride kaybolmamaya, eleştirilerimizi mutlaklaştırmamaya, eleştirinin zamanını ve zeminini doğru ayarlamamız gerektiğine, eleştiriyi umut aşkına yapmamız gerektiğine ve eleştiri kadar çözüme de odaklanmamız gerektiğine inanıyorum…

Okumaya devam et
Yazı

Kırkbeşe Doğmak

Yaş 45!
Yolun yarısı da değil, sonu da. Çünkü uzun bir yolculuk bizimkisi. Ezelden başlayan, ebede devam eden bir yolculuk. ‘Kalubela’da sözü verilmiş, anne rahmiyle startı verilmiş, doğumla hayata göz kırpmış bir yolculuk.
Doğumdan ölüme kadar yaşayacağımız hayat, bütün bir hayat akışı içerisinde bir evre. Bizden öncekilere yaslanan ve bizden sonrakilere de uzanacak olan bir evre. Bizden ibaret olmayan, bizsiz de olmayacak olan bir evre.

Yaş 45!
Kimine göre olgunluk yaşı, kimine göre trenin kaçırıldığı yaş, kimine göre de ölçünün kaçırıldığı yaş. Bana kalırsa ‘olgunluk yaşı’ demeyi tercih ederim. Hayat tecrübesiyle ve hala bitmemiş dinamizmin harmanlanmasıyla oluşan orta yaş. Biraz daha abartarak ifade edecek olursam, hayata bir kez daha başlamanın yaşı.

Yaş 45!
Geçmişte yaşadığım güzellikleri örneklik haneme, olumsuzlukları ise ibret haneme yazdım. Nice eksikliler ve hatalarla bu yaşa geldim. Bundan sonra daha çok güzel işler, daha az hata yapma arzusunda ve duasındayım.

Yaş 45!
Rahmetli babamı ebedi aleme yolculuk ettikten sonra her doğum günüm ölümle iç içe geçti. Hüzünle sevinci birlikte yaşadım. Belki de hayatın özeti buydu; yaşam ve ölüm tüm tezatlığına rağmen her an yanımızda, bizimle. Özellikle pandemi ile birlikte daha yakın hissettiğimiz bu durumu bir olumsuzluk olarak değil, hayatın bütünü içerisinde devinimi olan bir husus olarak görmeye başladım.

Yaş 45!
Sendrom yaşı değil. Görüntü ve gösteriş kaygısına düşülecek yaş hiç değil. Genç olmak, genç görünmek için olmadık şaklabanlıklar yapılan evre de değil. Ak düşmüş saçlar ve sakallarla, buruşmaya yüz tutan bedenle renkli hale gelen, kendi güzelliğini ve olgunluğunu üreten yaş. Bunun içindir ki bu yaşlarda erkek ya da kadınların estetik çabalarını anlayamıyorum. Kendi olmaktan, yaşını göstermekten, zamanı ve anı yaşamaktan uzaklaştıran müdahaleleri anlayamıyorum.

Yaş 45!
Biriktirdiğimiz dostlarla, akrabalarla, komşularla, iş arkadaşlarıyla, yol arkadaşlarıyla birlikte dinginliği, huzuru yakalayabileceğimiz yaş. Nostaljisiyle, potansiyel üretkenliğiyle, hala yapabilirliğiyle ve en önemlisi umuduyla ve aşkıyla yaşanabilecek yaş.

Yaş 45!
Çevremiz için, mekanımız, zamanımız ve ülkemiz için, en nihayetinde insanlık için yapıp ettiklerimizin gururunu taşıyabileceğimiz, bu gururla yol yürüyüp daha sakin ve ama daha verimli işler ortaya koyabileceğimiz yaş.

Yaş 45!
Yaşadığımız tüm olumlu olumsuz tecrübelerin etkisiyle; tüm tepkiselliklerden, savunmacılıklardan, kızgınlıklardan, agresifliklerden uzak bir şekilde, gaza gelmeden ve gaza getirmeden sabırla ama kararlılıkla yürüyeceğimiz yaş.

Yaş 45!
Bir anda geçmiş gibi görünse de hamdolsun, dolu dolu geçti, büyük hatalara bulaşmadan geçti, benden sonrakilere bırakacağım bir mirasla geçti. Yaşamımın bundan sonraki evresi de en kısa veya en uzun haliyle gelip geçecek. Kendi adıma, sevdiklerim adına ve emanetini yüklendiğim davam adına birkaç şey daha yapabilirsem ne mutlu bana!

Yaş 45!
Yeniden doğabilirsem, yeniden doğurabilirsem, yola devam edebilirsem, istikamet üzere kalabilirsem, mutedilliği koruyabilirsem, haddimi bilebilirsem, aşkımı yaşatabilirsem, ilmimi sürdürebilirsem, şiirimi yazabilirsem, eyleme devam edebilirsem, yoldaşlarımla yürüyebilirsem ve en nihayetinde Rabbe yüz akıyla gidebilirsem ne mutlu bana!

Halit Bekiroğlu
3 Aralık 2020

Okumaya devam et
Yazı

YÜRÜYÜŞ KOŞMAKTIR

“Ruhumuzun içinde kar yağar
Anamızdan doğduğumuz geceden beri
Heybemizi emektar makinelere yükleriz
Fikirlerimizi tifil vinçlere
İri buğday tanelerinin trenleri yürüttüğünü bilmeyiz
Biz yangında koşuyu kaybeden atlarız
Biz kirli ve temiz çamaşırları
Aynı zaman aynı minval üzere katlarız
Biz koşu bittikten sonra da koşan atlarız”

Farklı noktalarda menzillerimiz var, merhale merhale menzillere ulaşacağız. Biri bitince diğeri başlayacak. Hep deriz ya ‘uzun bir yol’ bizimkisi, dur durak bilmeyen upuzun bir yol. Bir o kadar ince, bir o kadar zor ve ama bir o kadar güzel bir yol.
Özbekçe de ‘zor’ kelimesi iyiliğin/güzelliğin karşılığı olarak kullanılır. Olumlu neticelere zorluktan sonra ulaşılıyor. Kolay ulaşılanlar zaten geçici oluyor. Maddi ya da manevi, iyiye güzele ulaşma çabası, merhaleler aştıktan sonra gerçekleşiyor. Ama hiçbir merhalede süreç bütünüyle tamamlanmış olmuyor; yeni bir başlangıç, diriliş, uyanış, toparlanış gerekiyor.
Yürüyüşler beni kendiliğinden koşu merhalesine taşıdı. 2019’da önce 1km, 2km, derken 5-10 km koşmaya başladım.
Yol yoldaşlarla yürünür. Bu yürüyüşlerde, koşmalarda, dinlenmelerde, düşünmelerde, birlikte olduğum çok güzel dostlarım oldu. Onlara teşekkür etmekten çok, minnettarım. Çünkü yoldaşlık yola daha bir anlam katıyor. Klişe olacak ama eskilerin dediği gibi “önce refik, sonra tarik”. Yani yoldaş olmadan yol eksik oluyor, yok oluyor.

Aslında yol ve yoldaşın bütünleşik olduğunu da söyleyebiliriz. Biri diğerinden bağımsız değil, birbirini tamamlıyor. Bazen yola çıktığınızda yoldaş ediniyorsunuz ya da yoldaş elinizi tutuyor, bazen de yoldaş elinizden tutup sizi yola çıkarıyor.

5-10 km’ye varınca geçen yıl bugünlerde, dostlarla 15K denemesi yapalım dedik. Kazasız belasız tamamladık hamdolsun. Bir menzile ulaşınca diğer menziller ufukta görünmeye başlıyor. Çünkü yolculuk devam ediyor, yol devam ediyor. Akabinde 21K, yani ‘yarı maraton’ denedik dostlarla ve bu menzil sonrası 42K maratonuna karar verdik.

Anlayacağınız dostlar, bir durak bizi diğer durağa yönlendirdi. Yolculuğumuz devam etti ve ediyor. Şükür ki güzel insanlarla ve içtenlikle devam ediyor. Kırmadan, dökmeden, kasmadan, abartmadan, yarışmadan, kapışmadan, samimiyetle yolumuza devam ediyoruz.

42 K denemesi ile doğal yolculuğun kıymetini de far kettik. Yolun doğallığı, yolculuğun doğallığı, dostların ve niyetlerin saflığı. Bir dostumuz hasbihal esnasında ‘niçin yürüyoruz/koşuyoruz?’ diye sormuştu da çok anlam yüklemek istememiştim ve gayrı ihtiyari ‘keyfimiz için koşuyoruz’ demiştim. Sonra bir slogan bulmuştu bize; ‘keyfe keder koşuyoruz!’ diye. Güzeldi ama etrafımızda ve yanı başımızda acılar yaşanırken bu sloganı kullanmak istemedik.

Diğer bir dostum bu yürüyüşler için “hayata koşuyoruz” sloganını önerdi, çok hoşumuza gitti. Evet doğru, hayata koşuyoruz biz. Yaşamaya ve yaşatmaya koşuyoruz. Hayy olana vardığımızda belki mahcubiyetle ama utanç yüklerini taşımadan huzura varmak istiyoruz. Ki asıl menzil o. Son durak o. Ultra maraton o. Asıl madalya orda. Orada boynumuza madalya taktırabilirsek bizden daha iyisi var mı!

Hayata koşuyoruz çünkü Azerbeycan’daki şehidin yaşadığını da inanıyoruz, İzmir’deki şehitlerimizin yaşadıklarına da. Tüm parkuru turlarken, bizlerin bugünlere gelmesinde emeği olan şehitlerimizi yad ederek koştuk. Çünkü şehitler hayatın savunucularıdır. Yaşatanlardır. Yaşatmak uğruna candan vazgeçenlerdir ama ölmeyenlerdir, ölümsüzlerdir. Her bir şehidimiz yol gösterenlerimizdir. Önden giden atlılarımız, en önde yürüyen ve koşanlarımızdır. Yol bulan ve yol açanlarımızdır.

Sonra Hareket Grubu’ndaki dostlarımız “Umut Hayattır!” sloganına karar verdiler ve kıyafetlerimizde yer alacak şekilde “umuthayattır” şiarıyla koştuk. Umuda, aşka, hayata, yaşamaya ve yaşatmaya koştuk. Her km’de “selam” gönderdik selamı hak edenlere, selama ihtiyacı olanlara, selamın uğraması gerekenlere.

15. km’de 15 Temmuz Şehitler Köprüsü’ne varırken zihnimden o kadar şey geçti ki, anlatamam. Halil Kantarcı’yı düşündüm, ‘güzel bir şey olsa da yüksek sesle tekbir getirsek’ deyişini hatırladım, Allahu Ekber dedim. Bir şeye tepki olsun diye değil, birilerine kızgın, küskün olduğum için değil, savunmacılıktan da değil. Neyi kime karşı savunuyoruz ki! Bu vatan bizim, bu din bizim, hepimizin yani. Eksiğiyle gediğiyle birlikte yaşıyoruz, birlikte yürüyor ve koşuyoruz. Allah’ın en yüce olduğuna inanarak insan olduğumuzu, en şerefli mahluk olduğumuzu hatırlıyoruz. Yaşamamıza vesile olan gencecik Abdullah’ların kanlarının aktığı zeminde ağlayarak değil, umutla koşuyoruz. Çünkü şehitler umudun kamçılayıcılarıdır. Bizi kısır döngüden çıkartıp yenide hayata tutunduranlardır.

İşte bunun için hayata ve umuda koştuk Usta! Bir bitkiyi daha canlandırmaya, bir canlıyı daha korumaya, bir ayrımcılığı daha söndürmeye koştuk Usta! Bir ihtilafı gidermeye, bir küçük hesabı teğet geçmeye, büyük bir hesabı bozmaya koştuk. Selam verdik tüm şehitlerimize, güzel Boğaz’a selam verdik, Şehr-i İstanbul’a, erenlere, gazilere, yiğit erkek ve kadınlara selamlar gönderdik. Yoksullara, yoksunlara, mazlumlara, unutulunlara, kaybolanlara selam gönderdik. Nice güzel insanları, işleri, kurumları selamladık.

Büyük laflardan bıktık be Usta! Küçük ama kararlı adımlarla yürüyoruz. Bazen koşuyor, bazen dalıyor, bazen tırmanıyoruz. Bazen sürüyoruz hayatı. Aslında kendimizi sürüyoruz Usta, kendimizi diriltmeye, yaşatamaya çalışıyoruz. Kendimiz olmak için çabalıyoruz. Bütün hesapların, kavgaların, çıkarların üstünde Büyük Usta’nın dediği gibi, “Yürü, ayağına Kudüs gücü gelsin’i yaşamak istiyoruz.

Hamdolsun, koştuk. Bir menzile daha vardık. Bundan sonrasını planlamadık. Rabbim neye koşturursa oraya koşacağız. Yolculuğumuza devam edeceğiz. Yolu ve yoldaşları seveceğiz. Küçücük adımlarla başladığımız yürüyüşümüzle hayata ve umuda koşmaya devam edeceğiz.

Okumaya devam et
Yazı

YÜRÜYÜŞ OKUMADIR

Sadece kitapları, metinleri okumayız. Hayatı ve olayları okuduğumuz gibi çevremizi ve doğayı da okuruz. Okudukça anlar, anladıkça müktesebatımız ve irademiz ölçüsünce anlamlandırırız.

Doğa en saf kitaplardandır. Özellikle bakir kalmış yerlerde yürüdüğümüzde; karmaşasıyla, sıkıntıları ve zorluklarıyla doğanın güzelliğini keşfedebiliriz. “Kusursuz güzellik” abartısına gerek yok, doğa kusurlarıyla güzeldir, kusurlarında bile o doğallığı görebiliriz.

Yıkılmış ya da kurumuş bir ağacı okuduğumuzda, etrafa rastgele serpiştirilmiş gibi duran çalı-çırpıya dokunduğumuzda adeta soyut resimdeki hazzı alırız. Hiçbir şey nizami görünmez doğada ama her şey müthiş bir ahenk içindedir. Yürüyüşümüz devam ettikçe aynı ahenk, peşimiz sıra bizi takip eder.

Kitap okumalarımızı çeşitlendirme ihtiyacı hissederiz zaman zaman. Doğayı okumak da böyledir. Uzmanlık alanımızın dışında yürüdüğümüzde konumuzu daha iyi anlamaya başlarız. Doğadaki çeşitlilik, renklilik ve görece karmaşa, odaklandığımız yaşam alanlarımızın handikaplarını hatırlatır bize. Bir araştırmacının, düşünürün, mühendisin tespit ve uyarıları gibi, yapıp ettiklerimizle yüzleşmeye başlarız. Her okumamız aslında kendi içinde birer yüzleşmedir. Bazen duygularımızla, bazen aklımızla yüzleşiriz. Bazen de yaşadıklarımızla, kazandığımız veya kaybettiklerimizle.

Bir romanın, fikir kitabının, makalenin içinde gezinir gibi yürürüz doğada. Her adım bir sayfa kitap okur gibi gelir insana. Süzülüp gittikçe adeta kitabın içindeki akışı yakalarız ve yaşamaya başlarız. Yürürken ağaçları okuruz, tek tek ağaçları. Bütün olarak ormanı okuruz, bir topluluk gibi gelir bize. Bir süre sonra okuduklarımızla iletişime geçeriz; bazen bakışarak, bazen konuşarak, bazen koklaşarak. Romanın örgüsü içinde kaybolur gibi her bir ağacın hikâyesine odaklanırız. Bu hikâyede roman yazarı bizi yönlendirmez, kendi romanımızı yazmaya başlarız. Tüm kurgu bize aittir ve edilgen okuyucu olmaktan hızlıca uzaklaştığımızı fark etmeye başlarız.

Şehirdeki görece nizami yaşamda gizlenmiş anlamsızlıklar kaybolur doğa romanında. Bu romanda her şey o kadar saf, çıplak, içten ve katışıksızdır ki o kendini bize açtıkça biz de kendimizi ona açarız. “Üryan geldim, üryan giderim” misali tüm rollerimizden, yüklerimizden ve artıklarımızdan kurtuluruz ve yürüyüşümüz gerçek bir yüzleşmeye dönüşür.

Şehirdeki görece nizami yaşamda gizlenmiş anlamsızlıklar kaybolur doğa romanında. Bu romanda her şey o kadar saf, çıplak, içten ve katışıksızdır ki o kendini bize açtıkça biz de kendimizi ona açarız. “Üryan geldim, üryan giderim” misali tüm rollerimizden, yüklerimizden ve artıklarımızdan kurtuluruz ve yürüyüşümüz gerçek bir yüzleşmeye dönüşmeye başlar.

Okumayanlar ise akıntıya kapılanlardır. Onlar, kendilerine dışardan bakamadıkları ve kendi dışlarında bir dünya olduğunu göremedikleri için kendilerini bihakkın anlayamayanlardır. Bu durumda kendini anlamayanların; hayatı, kâinatı, Yaratıcıyı anlayabilmeleri de pek mümkün olmaz.

Zaman içerisinde her yürüyüşümüzün ayrı birer kitaba dönüştüğünü fark ederek, kendi kitabımızı en yalın haliyle yine kendimiz yazmaya başlarız.

Tek tip okumadan sıyrılıp en saf okumaya geçmenin yolunu da yine en saf doğa yürüyüşlerinin içinde buluruz. Böylece tüm diğer okumalarımızı en saf mecrada değerlendirmenin yolunu da anlamış oluruz. Yapay hallerden, ilişkilerden ve hatta yapay peyzaj ve kitaplardan sıyrılmanın yolunu da.

Halit Bekiroğlu

12.09.2020, Ballıkayalar

Okumaya devam et
Yazı

Yürüyüş Arınmadır

İnsanız, doğuştan günahkâr yaratılmadık, ancak yaşarken de masum değiliz. Aslında “zübde-i âlem” oluşumuz günahlarımızla, eksiklerimizle, hatalarımızla çelişmiyor. Bu hallerimizin hepsiyle birlikte insanız!

İnsan olmaya çalıştıkça, yani ilişki kurdukça, toplumsallaştıkça hem güzelleşir hem kirleniriz. Çünkü ilişki kurduklarımız melek değil. İyisiyle-kötüsüyle; akrabalarımızla, dostlarımızla, komşularımızla, sosyal çevremizle, iş hayatımızla kurduğumuz ilişkiler aynı zamanda yıpratıyor bizi, bazen de kirletiyor.

Marifet kirliliğe teslim olmamaktır. İnsan olmak, hele de inanç sahibi olmak tam da temizlenme çabası içerisinde olmanın adıdır. Sürekli temizlenmek ve arınmaktır. Yürüyüş arındırır. Kirlerden arındırır bizi. Kirli havadan, kirli ilişkilerden, kirli işlerden…

Fiziksel arınmayı suyla yaparız. Maneviyat katarak abdestle, gusülle arınırız, hem fiziksel hem ruhsal olarak. Özellikle zihinsel ve ruhsal arınma için mevcut atmosferimizin dışına çıkmak gerekir. Atmosferin kabuğunu yürüyüşle kırarız, çarkın dışına çıkarız, kirlenmeye itiraz eder, temiz havaya açılırız. Başka bir âleme yani.

Mahkûm edildiğimiz, mecbur bırakıldığımız kirlenmiş atmosferin dışında da yaşam alanları olduğunu, henüz ayak basılmamış, kirlenmemiş bâkir âlemlerin olduğunu keşfederiz yürüyüşle.

Yol aldıkça beden de temizlenir, kan da, organlar da. Yeni keşfettiğimiz temiz atmosferlerin bir süre sonra zihnimizi ve ruhumuzu temizlediğini de fark ederiz. Adeta yeniden canlanırız; temiz oksijen, kan ve ruh pompalanır tüm organlarımıza. Arınırız, duruluruz, sekînete ereriz.

Yürüdükçe arınır, arındıkça adeta yeniden yaratılmış oluruz. Her uykunun ölüm, her uyanışın diriliş olması gibi, her yürüyüşte yeniden diriliş yaşarız adeta.

Zihin arındıkça düşüncelerimiz daha saf, daha berrak olur. Maruz kaldığımız bilgi kirliliğinden arınırız. Ruhumuz arındığında insani taraflarımızı tüketen yaklaşımlardan uzaklaşırız. İnsanla, doğayla, tüm yaratılmışlarla daha doğal, daha sağlıklı ilişki kurarız.

Yürüdükçe berrak zihinle ve dingin ruh haliyle bugünümüzü daha iyi anlar, geleceğe daha umutla bakarız. Tüm olup biten güncel, sığ, anlamsız tartışmalardan arınarak temiz bir insana ve temiz bir dünyaya yolculuk yaparız.

Arınmak, olup biten bir hâl değil, sürgit devam eder. Yaşadıkça kirleniriz, kirlendikçe rahatsız oluruz, rahatsız oldukça arınmaya çalışırız. Tabi inancımızı ve vicdanımızı kaybetmediysek.

Yürüyüş de arınmak gibidir, onunla iç içedir bir bakıma. Yürüdükçe yürürüz ve yürüyüşün sonu yoktur. Kâh şehirde, kâh sahilde, dağda, kanyonda, kâh çölde yürür dururuz. Yürüdükçe arınır, arındıkça umutla yürümeye devam ederiz. “Bir ağacın altında gölgelenip yoluna devam eden yolcu” misali yürüdükçe yürürüz ebediyete doğru…

Halit Bekiroğlu

06.09.2020, Serindere Kanyonu

Okumaya devam et
Yazı

Yürüyüş Buluşmadır

Dostlarınızla buluşursunuz. Şehirde buluşmaya bir türlü imkân bulamadığınız dostlarınızla bir araya gelir, uzun uzun sohbet fırsatı yakalarsınız.

Şehrin yoğunluğunda buluşmanın zorluğu malum. Zaman, trafik, yoğunluk, yorgunluk gibi durumlar her bir dostunuzla rahatça buluşmanızı engeller. Randevular girer devreye ve saatle yarışmaya başlarsınız. Saat her şeyi belirler. Saatin belirlediğini bir süre sonra para belirlemeye başlar. Dostluğunuz bile doğal olmaktan çıkar ve planlanan, ölçülen, çıktıları hesaplanan hale gelir.

Dostlarla buluşurken bile savaşır hale gelirsiniz. Her şeyle savaş halindesinizdir şehirde. Bir süre sonra buluşmanın zorluğunu hem siz hem dostlarınız kabul etmeye başlar. Tam da bu durum şehrin şartlarını kabul edip o şartlara teslim olmaya götürür bizi.

Oysa doğaya yöneldiğinizde şehrin esaretinden kurtulmaya başlarsınız. Dostları daha iyi anlarsınız. Dostlukların kıymetini bilir, kıymetin ötesinde güzellik tarafını yaşamaya başlarsınız. Yürüdüğünüzün derdini dinlerken, bir kafedeymiş gibi gürültüyle ve onlarca yan etki altında dinlemezsiniz. Sakince ve gerilmeden sohbet edersiniz. Derdiyle ve sevinciyle tam anlamıyla hemhal olursunuz.

Yürüyüş şehirden kaçış değil, şehrin hâkimiyetinden kaçıştır. Şehrin yapamadığından, bizlere yaptıramadıklarından sıyrılma çabasıdır. Bize sunması mümkün olmayan imkânlara ulaşmaktır. İmkân zannettiğimiz konfor baskısından kurtulmaktır.

Yürüyüş dostlarla, yüzeysel olmayan ilişkiye vesiledir. Şehrin şartlarının kaçınılmaz olarak getirdiği yapmacıklıktan uzaklaşıp daha doğal, daha sahici ilişki kurmaktır. Yürüdükçe kendiliğinden gelişir konular. Susmalar bile muhabbetin parçasıdır, kuş sesinden yaprak hışırtısına kadar. Gürültülü bir müziğe maruz kalmazsınız. Sizi içine alan, size ve dostluğunuza nüfuz eden enstrümanların tınısıyla akıp gidersiniz adeta.

Yürüyüşteki buluşmalar, karşınıza çıkan sürprizlerle muhabbetinizi kavileştirir ve unutulmaz hale getirir. Yıkılmış bir çınarla yüzleşirken hayatın geçiciliğini, filizlenmiş nergisi görünce umudu, bir harabeyi görünce medeniyetleri, rasgele atılmış çöpleri görünce insanoğlunun vicdansızlığını konuşursunuz. Bazen sadece yutkunur ve her birinden dersler çıkartırsınız. Acı, tatlı hatıralar biriktirirsiniz aslında.

Buluştukça yürüyüş daha anlamlı hale gelir ve her yürüyüş bizi tekrar tekrar buluşturur; dostlarımızla, kendimizle, hayatla, yapıp ettiklerimizle, muhabbetle. Ve her buluşmada şehre, yaşadıklarımıza, dostluklarımıza, etrafımızda olup bitenlere yeniden ve farklı bir gözle bakmaya başlarız…

Halit Bekiroğlu

29.08.2020

Okumaya devam et