Category

Yazı

Yazı

OLGUNLAŞMA

Geçenlerde yazdığım “Merhale” yazısına ilişkin kıymetli dostum Dr Ahmet Arslan aşağıdaki değerlendirmeyi yaparak önemli bir soru sordu:

Bireysel ve toplumsal hayata “merhaleler” açısından bakmak oldukça verimli çağrışımlara açık görünmektedir. Zira Arapça rḥl kökünden gelen marḥala “bir günlük yolculuk mesafesi” sözcüğünden alıntıdır. Arapça raḥīl “yola çıkma, göçme” sözcüğünün ismi zaman ve mekânıdır. Dolayısıyla bu bakış açısından hayat bütünüyle bir yolculuk olarak değerlendirilebilir. Başladığınız bir nokta, kat ettiğiniz aşamalar, menziller ve nihai menzil… Ancak böyle bir yaklaşım doğal olarak birçok soruyu da beraberinde getirecektir: nereden başladık, hangi menzilleri aştık ve neresini nihai menzil olarak belirledik? Bütün bu soruların muhatabı var mıdır, kimdir ve soruları nasıl cevaplamaktadır?…

Yazıya gelen tepkiler ve özellikle Ahmet Hoca’nın her zamanki gibi sorgulayan ve sarsan yaklaşımı, ek/yeni bir yazı yazmayı zaruri kıldı. Doğrusu bana sorumluluk da yüklemiş oldu. Sadece tespitte bulunmanın eksik kalacağını, öneride de bulunmanın faydalı olacağını hatırlatmış oldu…

“İslam Düşünce Atlası”nı okuyanlar bilir. Okumayan varsa da bir an önce temin edip okumalarını ya da hiç olmazsa web sayfasından ana hatlarıyla bilgi sahibi olmalarını hararetle tavsiye ederim. Bu çalışmada İslam düşünce tarihinde yaklaşık son iki asırlık serüvenimiz “arayışlar dönemi” olarak değerlendirilir. Prof Dr İhsan Fazlıoğlu Hoca ve dostum Dr İbrahim Halil Üçer bu konuda hala ciddi bir çaba ve bir tür “arayış” içerisindeler ki en son bir yıl kadar önce gençlerin mefkûresine ilişkin dar ama derinlikli bir müzakere yapmıştık. Moda tabirle “arama konferansı” da diyebiliriz…

Arayışların bizi zaman içinde iktidar merhalesine getirdiğini düşünüyorum. Sadece ülkemizde değil dünyanın birçok yerinde mütedeyyin insanlar hem siyasal iktidarla hem de hayatın diğer alanlarındaki (ekonomik, sosyal, entelektüel, kültürel…) iktidarlarla kısmi de olsa yüzleştiler, tanıştılar, yer yer çelişkiler ve çatışmalar yaşadılar…

İktidar olmakla muktedir olmak arasındaki fark aslında 80’lerden bu yana hemen tüm İslam dünyası için değerlendirilen bir boyuttu, çoğunlukla da siyaset bağlamında. Zaman geçtikçe anlaşılıyor ki hayatın herhangi bir alanında iktidar sahibi olmak o alanda muktedir olduğumuz anlamına gelmiyor. Güçle ve idareyi kontrol etmekle o alana vukûfiyetin olamayacağına birçok örnekte şahitlik ettik ve etmeye devam ediyoruz. Dolayısıyla aslolan geçen yazıda da ifade ettiğimiz gibi “asıl mesele”den kopmamak ve zamanın getirdiği med-cezirlere rağmen kalıcı gündemimize odaklanmaktır…

İktidar olduğumuz alanlarda tutunmak önemli bir başarıdır ama muktedir olamadan tutunmaya devam etmek bir süre sonra başarımızı gölgeleyeceği gibi o alanda farkında olmadan nitelik kaybına da sebebiyet verecektir. Örneğin bir dönem, kültür alanında güçten mahrum bırakılmak önemli bir dezavantajken, gücü elde ettikten sonra kültürel muhtevayı zenginleştirememek bir süre sonra sadece gücün kullanımına şartlanmayı ve kültür alanındaki birikimi de tüketmeyi beraberinde getirebilir…

Bulunduğumuz evre bir yönüyle arayışlar döneminin devamı, diğer yönüyle iktidar olup henüz muktedir olamama aşaması şeklinde görünmektedir. İşte tam bu noktada Merhale yazısını bitirirken kullandığım iki kelimeden (toparlanma ve olgunlaşma) hareketle bulunduğumuz aşamayı “olgunlaşma” olarak değerlendiriyorum…

Toparlanmanın her halükarda gerçekleşeceğine inanıyorum çünkü. Dönemsel kayıplar ve dezavantajlar yaşanabilir, niteliksel problemler umudu sarsabilir ama tüm bunlar bir taraftan toparlanmayı getirecek, diğer taraftan yaşanan her bir hadise olgunlaşmaya götürecek bizi…

Siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel, entelektüel tüm krizlerimiz olgunlaştırıyor bizi, dayanıklılığımızı arttırıyor. Arayıp da bulduğumuz ama bir türlü tam olarak ulaşamadığımız menzile ulaşmayı kolaylaştırıyor. Yeter ki olduğumuzu/erdiğimizi düşünmek yerine muktedir olmanın gereklerini yapalım. Bunun da bir anda olamayacağını, sadece güçle ve yukarıdan aşağıya uygulamalarla yerleşemeyeceğini bilelim. Yüzeysel ve biçimsel çabaların ötesine geçmek gerektiğine inanalım. Vardığımız konaklara takılıp kalmak yerine ukbaya vardıracak yolda anlık durakları dinlendirici geçici mekanlar olarak görüp kararlı bir şekilde asıl menzile ulaşmak için tekrar tekrar yola revan olalım…

Yol uzun, yolculuk ise kısa bu dünyada. Kişisel ve toplumsal olgunlaşmamızı sabırla sürdürdüğümüzde gönüllere, zihinlere ve hatta eşyaya nüfuz eden gerçek iktidar olmanın ne kadar anlamlı ve kalıcı olduğunu görürüz…

Okumaya devam et
Yazı

Üç Alan

Toplumların değişiminde etkili olan birçok alandan bahsetmek mümkün ama bu yazıda özellikle siyaset, sivil toplum ve entelektüel alana ilişkin birkaç hususa dikkat çekmeye çalışacağım…

Bu üç alan kendi içinde nitelikli olduğunda, kendi dışında ise bir biriyle uyumlu hareket ettiğinde bireysel/toplumsal değişim hem sağlıklı olur hem de uzun vadeli, kalıcı olur. Yaşanabilecek sıkıntılarda ise daha pratik ve gerçekçi çözümler üretilmesine imkan sağlar…

Aslında siyaset, sivil toplum ve entelektüel alan birbirlerini tamamlayan, yerine göre destekleyen, uyaran, düzelten, motive eden alanlarken uyumlu olunmadığında bir diğerini tüketen hale gelir ve alanlardan birinin ya da ikisinin niteliksiz hali kısır döngüye dönüşüp diğer alanlara da zarar vermeye başlar…

Yine bu alanların birbirlerini yok saymaları ya da birbirlerini önemsizleştirmeye çalışmaları da önemli bir sorundur ki çoğu zaman sadece yok sayılan ve önemsizleştirilene değil, bumerang misali dönüp, yok sayan ve önemsizleştirene de büyük zarar verir…

Dolayısıyla aslolan ve de kalıcı olan her üç alanın da birbirini desteklemesi ve eleştirilerini katkıya dönüştürmesidir. Sahici toptan gelişme ve iyileşmeyle gerçek bireysel/toplumsal değişimin yakalanabilmesidir…

Bu üç alana ilişkin bir tasnif denemesi yapacak olursak;

Siyaset doğası gereği mevcudu yönetme odaklıdır ve kısa vadelidir. İktidarı hedefler. Daha çok oy alıp seçimi kazanmak ister. Bunun için de güncel ekonomik, sosyal, siyasi sorunlara pratik çözümler önerir ve uygular. Zaman zaman orta-uzun vadeli programlar sunsa da çoğu zaman konjonktür, kısa vadeli hamleler yapmasını gerektirir. Bu yönüyle siyaset pratik düşünce/eylem alanıdır ve genellikle pragmatiktir. Dolayısıyla yalnız başına siyasetten çok uzun vadeli hedefler beklemek gerçekçi değildir…

Sivil toplum alanı doğası gereği insan/yaşam odaklıdır ve orta vadelidir. Yaklaşık olarak bir insanın ya da canlının hayatını hedefler, o hayat boyunca sağlığına ve mutluluğuna destek olur. Eğitimle, barınmayla, maddiyatla, maneviyatla, insanın ya da canlıların niteliğini arttırmayı hedefler. Örneğin alanı eğitim olan bir STK, anaokulundan üniversite sonrasını hesaba kattığımızda bir gencin ortalama 15-20 yılı ile ilgilidir. Dolayısıyla sivil toplumun kısa ve uzun hedefleri olsa da çoğunlukla orta vadeli bakması gerçekçi görünmektedir. Çünkü bir yönüyle siyaset gibi kısa vadeli pratik çözümler üretmesi, diğer yönüyle uzun vadeli bakış açısını hesaba katması gerekebilmektedir…

Entelektüel alan ise doğası gereği uzun vadelidir. Bu alana tefekkür alanı da diyebiliriz. Mütefekkirlerin alabildiğince bütüncül, uzun vadeli ve en ideal olanın peşinde olması beklenir. Denebilir ki bu alanın en deruni tarafında aşkınlık vardır. Teşbihte hata olmazsa bu alanın zirvesi, zamanları da aşan müteâl bir bakış açısına sahip olmaktır. Denebilir ki mütefekkir, bir deniz feneri gibidir; sabit durur, ışığını sunar, isteyen rotasını ona göre belirler, istemeyen yolunu kaybeder. Bu yönüyle mütefekkir, uzun vadeli ve hatta zamanları aşan hakikatleri hesaba katar; olaylar, kişiler ve hatta zaman çok da gündeminde olmaz mütefekkirin. Bundan dolayıdır ki tarihteki çok büyük düşünürler, sanatkarlar, bilginler çoğunlukla gadre uğramışlardır. Söyledikleri ve değerleri sonraki asırlarda anlaşılmıştır…

Bu üç alan arasında hiyerarşik kademelendirme yapmaya gerek yok, her üçü de çok önemlidir, elzemdir. Siyasetin daha çok yıpranması daha pratik ve görünür olmasından kaynaklanmaktadır. Ya da günlük meselelerle uğraşmadığı için tefekkür alanı hem boş değil hem de kutsal değildir. Önemli olan her bir alanın öncülerinin işlerine odaklanması, diğer alanları önemsiz görmemesi ve çatışmaya dönüştürmemesidir…

Farklı bir kategorik ayrım yapacak olursak;

Siyasetçi toplumun tümünü muhatap alır çünkü büyük çoğunluğundan oy almalıdır. STK’cı amacına uygun hedef kitlesini muhatap alır çünkü onların gönlünü kazanmalıdır. Mütefekkir ise hakikati muhatap alır çünkü ebediyete uzanmalıdır…

Ülkemizde bu üç alanın bilerek ya da bilmeyerek sıkça bir birleriyle karıştırıldığını söyleyebiliriz. Bazen doğru konumlama yapamadığımızdan, bazen müdahale etmemizden kaynaklı karmaşa oluşmaktadır. Böylece her bir alan hak etmediği yüke maruz kalmakta ya da merkezileşerek diğer alanın hakkına tecavüz etmektedir…

Siyasetin, sivil toplumun önünü açtığı ve entelektüelden (olumlu-olumsuz) eleştirel katkı aldığı; sivil toplumun, siyasetin toplumsal altyapısını güçlendirdiği ve mütefekkirin ufkuyla beslendiği; mütefekkirin, siyasetin çıtasını yukarıya doğru zorladığı ve sivil topluma vizyon kattığı senkronize bir yapı, toplumsal değişimimizin çok daha hızlı ve sağlıklı olmasına vesile olacaktır. Aksi durum, her üç alanın da verimsizliğine ve zayıflığına sebep olacaktır…

Okumaya devam et
Yazı

SEVDA

Siyasetin ve bürokrasinin hayatımızda abartılı belirleyici olmasından hareketle, kurumsal/hiyerarşik yapısına mesafeli olmak üzerine hasbihal ederken bir dostum konuyla ilgili “Bir Sevda İşi” filmini tavsiye etti…

Filmin teknik değerlendirmesini bir tarafa bırakırsak, muhteva olarak her birimizin farklı ölçeklerde yaşadığı, şanslı olanlarımızın kıyısından geçtiği olaylardan ve imtihanlardan bahsediyor film…

Kendi halinde, sevilen ve sayılan bir esnafken çevresinin ve ailesinin farklı saiklerle motivasyonuyla kendisini siyaset yarışının göbeğinde bulan kahramanımız bir süre sonra; kendisi olmaktan çıkarak, onuru zedelenerek, maddi-manevi bir çok açıdan yıpranarak kendisini ve yakın çevresini tüketmeye başlıyor…

Hayatın farklı evrelerinde ve alanlarında şahit olduğumuz gibi; yerli yerinde değerlendirilmeyen herkes ve her şey orta-uzun vadede sorun yaşıyor, ya tükeniyor ya da tüketiyor. Siyasete uygun birini akademiye, sivil topluma uygun birini bürokrasiye, akademiye uygun birini iş dünyasına, eğiticiliğe uygun birini yöneticiliğe yönlendirdiğimizde kişi hem daha iyi olduğu alandan kopmuş oluyor hem de başarılı olamayacağı alana zarar vermeye başlıyor. Tüm bu olumsuzlukların faturasını ise bireysel ve toplumsal açıdan hepimiz ödüyoruz…

Mağduriyet yaşamış topluluklar geçmiş kayıplarını telafi için siyaseti ve bürokrasiyi; mağduriyetlerini hızlı telafi etmek için, bazen de intikam duygusuyla en pratik çıkış noktası olarak görür ve bu alana daha fazla yüklenirler. Bir süre sora siyaset ve dolayısıyla devletin bürokratik mekanizması adeta hayatın merkezine oturmuş olarak her şeyin belirleyicisi ve ilgili-ilgisiz herkesin yöneldiği alan haline gelir…

Siyaset örneğinde olduğu gibi, hayatın herhangi bir alanını çok fazla merkeze aldığınızda ve abartılı konumlandırdığınızda diğer alanlar etkisizleşmeye, itibarsızlaşmaya başlar. Böyle süreçlerde siyaset/bürokrasi bir taraftan cazibe merkezi haline gelirken diğer taraftan hızlıca ve abartılı olarak eleştirilir ve değersizleştirilir. Bir süre sonra her türlü sorunumuzun müsebbibi olarak (en çok görünür alan olduğu için) siyasetçiler görülmeye başlanır ve siyasetten/bürokrasiden umut kesilir, toplumsal bir umutsuzluk sarar her yanımızı…

Yazının başında belirttiğim siyasi ya da bürokratik ünvanlara mesafeli olmak bu alanların ontolojik olarak kötü oluşları anlamına gelmez. Aksine siyaset de bürokrasi de gerekliliğin ötesinde elzem olan alanlardır ve buralarda hakkıyla hizmet edenler baş tacı edilmesi gereken kişilerdir. Ama önceki yazıda bahsettiğimiz içinde bulunduğumuz “merhale”; siyaset ve bürokrasi alanlarının dışındaki alanları çok daha önemsememiz gerektiğini hatırlatıyor bize…

Çünkü bu ülkenin ihmal edilmiş, yoksul ve yoksun bırakılmış kitleleri yukarıdan aşağıya yapılan zulmü, aşağıdan yukarıya bir dalgayla engellediler ama bir süre sonra adeta her şeyin yukarıdan aşağıya gerçekleştirilebileceği yanılgısına kapıldılar. Önü alınamazsa, salt yukarıdan aşağıya değişim arzusu bir yanılgının ötesinde, tek çıkış yolu gibi görülmüş olunacak ki, maalesef gerçeklikten kopuşu ve tepkisel yeni dip dalgaların ortaya çıkışını beraberinde getirecektir…

Kanaatimce bugün de yukarıdan aşağıya yapılacak işler elbette vardır ve yapılmalıdır da. Ama bu yöntemle yapılabilecekler sınırlıdır. Aşağısı ihmal edildikçe ve zayıf kaldıkça yukarıda çok etkili olmanın uzun vadede pek karşılığı olmayacaktır…

Yani çözüm; siyasetin ve bürokrasinin doğasına uygun olan, ‘talimatla iş yapmak’ yerine kapı kapı, sokak sokak, sınıf sınıf, çarşı-pazar çalışma yaparak aşağıdan yukarıya dalgayı yeniden ve daha sağlıklı/doğal şekilde oluşturmaktır. Bu şekilde gerçekleşecek olan değişim dalgası yukarıya nitelik katar, yukarıdan dayatılan değişim ise içeriği boşaltır ve sürdürülemez olur. Bir süre sonra asıl meselesinden uzaklaşmış topluluk haline geliriz, geçmişte eleştirdiğimiz şekilci zihniyetler gibi…

Ez-cümle; hayatın tüm alanları gibi siyaset de “bir sevda işi”, yeter ki sevdamızı doğru anlayalım, doğru konumlandıralım, doğru anlatalım. Ve yeter ki doğallığımızla, içtenliğimizle, özgünlüğümüzle, kendi cümlelerimizle ve gerçekliğimizle sevdamıza doğru akılla, bilgiyle ve hikmetle yol alalım…

Halit Bekiroğlu

21.12.2019

Okumaya devam et
Yazı

MERHALE

Yaşanan ekonomik, siyasi, sosyal ya da entelektüel krizler farkında olmasak da psikolojimizi derinden etkiler. Bu tür durumlarda bazen duygularımızı bastırır, bazen olayın gerçekliğini tam fark etmez, bazen de çok etkilenip bunalıma gireriz…

Daha üzerinden bir hafta geçmişken 15 Temmuz dolayısıyla organize ettiğimiz programlardan birini nihayete erdirdiğimizde bir psikolog arkadaşım “travma yaşıyoruz” demişti de “evet acılar yaşadık ama herhangi bir bunalım ya da travma yaşamıyorum” diye iddialı bir cümle kurmuştum. “Travmaları irademizin gücüne göre az ya da çok bastırırız ama o travma içimizde yer edinir” demişti…

Dün yaşadıklarımız gibi bu gün yaşamakta olduklarımız da şüphesiz bizi etkiliyor; bazen derinden bazen yüzeysel. İnancımız, bilgimiz, aksiyonumuz ölçüsünde yaşadıklarımızın farklı biçimlerde etkisine maruz kalıyoruz…

Son dönemlerde küresel ölçekte ve elbette bölgesel ve ulusal ölçekte krizlere maruz kalıyoruz. Yaşadıklarımızı yok saymak, görmemezlikten gelmek, topu taca atmak gibi refleksler gerçekliği ortadan kaldırmadığı gibi irrasyonel tutumlara bizi götürebiliyor…

Yaşanan krizlerde ve travmalarda gerçeklikten kopmamak için öncelikle meseleyi doğru teşhis etmek gerekir. Kanaatimce göz ardı etmememiz gereken en önemli husus, yaşadığımız sürecin bir merhale olduğudur. Toplumların değişimi kendiliğinden ve bir anda gerçekleşmiyor. Aşama aşama yaşadıklarımız tarihin seyri içinde bizi önce bir menzile sonra başka menzillere vardırıyor. Bazen vardığımız menzilden kopabiliyoruz; bizim zafiyetlerimizden ya da menzilin zayıflığından. Bazen bir hedefi aşıyoruz ama yeni yeni hedefe hazırlıklı olmadığımız için eski menzille sınırlandırıyoruz kendimizi ve farkında olmayarak ilerleyişimiz değil gerilememiz söz konusu oluyor…

Kişisel hikayelerimizde de benzer merhaleler yaşayabiliyoruz. Bazen hayatımızın bir evresine takılıp kalıyoruz. Özellikle o evre eğer zorlu geçmişse, bizi yormuşsa, geleceğe dair umutsuzluk sarmalıyor bizi. Oysa her yaş adeta bir basamak gibidir. Gereğini yaparsak bizi sonraki basamağa taşır. Bazen ayağımız kaysa da, basamaklar gevşek olsa da hedefimize iyi odaklanabilirsek, yaşadığımız aksaklıklara kendimizi mahkum etmezsek varmayı arzu ettiğimiz noktaya aşama aşama ulaşabiliriz…

Türkiye’de ve dünyada Müslümanların son birkaç asırdır yaşadıkları bir araya getirildiğinde, toplanıp çıkartıldığında tüm eksiklere ve yanlışlara rağmen hayatın hemen her alanında önemli merhaleler katettiğimizi göreceğiz. Nicel olarak da nitel olarak da on yıllar öncesiyle, bir asır öncesiyle karşılaştırılmayacak kadar önemli hamleler yapıldığını fark edeceğiz…

Olumlu ya da olumsuz değerlendirmelerimizi çoğu zaman günlük politik duruşumuz üzerinden değerlendirdiğimizde; parti, mezhep, meşrep, etnik yapı, bölgecilik vb dar ve çoğu zaman yüzeysel pencereden baktığımızda fotoğrafın bütününü, ufkun derinliğini ve aydınlığını kaçırabiliyoruz…

Biraz tarih okuduğumuzda, geleceği tasavvur etmeye çalıştığımızda, hikmet ve basiret taraflarımızı devreye soktuğumuzda, içerden ve dışardan yönlendirmelerle sığ sulara hapsedilmek istendiğimizi anladığımızda yaşadıklarımızın bir merhale olduğunu, hatta önemli bir merhale olduğunu, belki de yaşanmasının kaçınılmaz olduğunu anlayacak ve daha hızlı toparlanıp geleceğe yönelebileceğiz…

Yaşadığımız süreci erken ve doğru kavramanın en önemli yollarından biri de “asıl meselemiz”in ne olduğunu tekrar hatırlamak ve hiç unutmamacasına zihnimize ve hayatımıza yerleştirmektir. Ki asıl  meselemiz ebedi mutluluğu yakalamak için Rabbimizin bize emanet olarak verdiği her şeyi O’nun yolunda tutmak ve O’nun yoluna hizmet eden birer kul olmaktır…

Şu anda yaşadığımız merhalede; bazen hem insanlığımıza hem Müslümanlığımıza yakışmayacak şekilde yaşadığımız olaylar iyi değerlendirildiğinde aslında toparlanmamıza ve olgunlaşmamıza vesile olabilir. Yeter ki akıntıya kapılmayalım, yeter ki hayatı bugünden ve tul-i emel ölçeğinde yakın gelecekten ibaret düşünmeyelim…

Halit Bekiroğlu

17.12.2019

Okumaya devam et
Yazı

DÖRT YILDAN GERİYE KALAN

4 yıllık zor ama tatlı bir koşturmacayı geride bıraktım, Rabbim’e hamdolsun…

Bazen hiç planlamadığınız ve hatta aklınızın ucundan geçirmediğiniz imtihanlarla yüzleşirsiniz. İmtihan kapınızı çaldığında ve yükünü size bıraktığında size düşen hakkını vermek, altında ezilseniz bile teslim edilmesi gereken zamanda ve zeminde emaneti ilgilisine teslim etmektir…

İmtihanımız sür git devam ediyor, bundan sonra da devam edecek. Yaşadığımız her imtihanı onurumuza katkı sunan, tecrübemizi arttıran, insanlığa katkıya vesile olan bir husus olarak gördüğümüzde en ağır imtihanlar kolaylaşıyor, en ağır yükler hafifliyor…

Tüm bu imtihanlarda yanı başınızda güzel insanlarla olabildiyseniz engelleri aşabiliyorsunuz. Çok ama çok uzaklarda da olsa duaları size ulaşan insanların yüreğine değebilmişseniz işleriniz kolaylaşıyor…

***

ÖNDER’E 2011’de davet edildim ve aslında beklenmedik bir şekilde 2015’te başkanlık imtihanıyla yüzleştim…

2015’in Haziran ayında ÖNDER Genel Kurulu’nda yaptığım konuşmada “başkanlık görevinin emanet olduğunu, ağır ama şerefli bir görev olduğunu, kişilerin yalnız başına bu yükü kaldıramayacağını, kuşatıcı bir anlayışla ve geniş bir kadro ile yürütüldüğü takdirde güzel işlere vesile olunabileceğini” ifade etmiştim…

Rabbim’e hamdolsun, Türkiye’nin her tarafından ve hatta yurt dışından çok güzel dostlarla çalışarak 4 yılı geride bıraktım. 13 Nisan 2019’da ise yeni bir kardeşimize ve güzel/güçlü bir kadroya bayrağı devrettim…

Gönlünüz rahat bayrağı devretmişseniz yaşadığınız yorgunluklar ve dünyevi kayıplar gözünüze görünmez. Aileye daha az zaman ayırmak, sıla-i rahm’i hakkıyla yapamamak, can dostlarla muhabbetten mahrum kalmak, hayatın keyifli taraflarını atlamak gibi boyutlar birer kayıp yerine başka boyutlarıyla berekete ve huzura dönüşür…

Tüm zorluklarına rağmen vesile olabildiğimiz hayırlı işler hayat serüvenimizin akışında onurla taşıyacağımız ve bizden sonraki nesillere miras olarak bırakacağımız birer madalyaya dönüşür…

***

“Şunları yaptık, bunları da yaptık…” kabilinden cümleler yerine şu Hadis-i Şerif’e sığınmayı tercih ederim;

Allah sizin dış görünüşünüze bakmaz, fakat kalplerinize ve işlerinize bakar.”

Yaptıklarımızın rakamsal karşılığı ya da sayfalarla-kitaplarla ifade edilmesinin ötesinde daha önemli olan;

İmam Hatip camiasının tüm fertleri ve kurumları olarak; okullarımız, derneklerimiz, okul aile birliklerimiz, spor kulüplerimiz, paydaş STK’larımız, komisyonlarımız olarak elbirliğiyle, tam bir uyum içerisinde faaliyetler yaptık…

Yine ilgili kamu kuruluşlarımızla, yerel yönetimlerimizle, siyasetçilerimizle, bürokratlarımızla, akademisyenlerimizle, kanaat önderlerimizle, işadamlarımızla, öğrencilerimizle mezunlarımızla, bayanlarımızla erkeklerimizle, Anadolumuzla İstanbulumuzla el ele vererek faaliyetler yaptık…

***

Tüm faaliyetlerin odağına Hadis-i Şerif’te geçtiği üzere kalbimizi koyduk, iyi niyeti koyduk, kul olarak acziyetimizi ve ama sonsuz umudumuzu ve teslimiyetimizi koyduk…

Bunun içindir ki 2015-2016 eğitim-öğretim yılında şiarımız “Nitelikli Yenilik” oldu; okullarımızın fiziki ve muhteva olarak yenilenmesini, öğrencilerimizin ve eğitimin niteliğini önemsedik…

2016-2017’de “İstikamet Üzere” dedik; 28 Şubat’tan 15 Temmuz darbe girişimine geldiğimiz süreçte tecrübe ettiğimiz ve sancısını çektiğimiz “dosdoğru olma”nın, “ifrat ve tefritten uzak olma”nın önemine vurgu yaptık…

2017-2018’de “Samimiyetle” dedik; kazançlarımızın, başarılarımızın, yapıp-etmelerimizin ancak samimiyetle anlam bulabileceğini ve bereketleneceğini tüm faaliyetlerimizde işledik…

Bu eğitim sezonunda ise “Bilgi ve Hikmetle” dedik; bilginin ve bilincin değeri anlaşılsın istedik. Bilgiyle birlikte “mü’minin yitik malı” olan hikmetin de altını çizdik. Bilgi donanımımızın, bilinci kuşanmamızın ve hikmeti arayışımızın bizi çok geniş bir ufka taşıyacağına, bütün insanlığa söylenebilecek söz üretmeye vesile olacağına inandık…

Dört koca yılda, diğer bir yönüyle hızlıca geçen dört kısa yılda, İmam Hatip camiasının teslim ettiği bayrağı birbirinden değerli kardeşlerime teslim etmenin mutluluğunu ve gururunu yaşıyorum…

***

Bugünlerde beni en çok sarsan “İçinizden hayra davet eden, iyiliği emreden, kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun” ayetini şiar edinerek az ve küçük gurupların ve hatta her bir ferdin kıymetini bilerek yolculuğumuza devam etmektir…

Tüm unvanlardan, makamlardan, iktidarlardan, görüntüden, gösterişten, çokluktan ötede; “Bir insanın hidayete ermesi bütün bir insanlığın hidayete ermesi gibidir” yaklaşımıyla küçük büyük demeden her bir imtihanımızı başarıyla vermeye çalışmaktır…

Her şeyin yukarıdan aşağıya olması kolaycılığının aksine; camiden, evden, sokaktan, pazardan, okuldan başlayarak Allah’ın her bir kulunu değerli görmektir…

Bulunduğumuz kurumlarda ya da organizasyonlarda yeni insanlara yol açan, gençlerin önünü açan, çalışmaları tıkamayan, tecrübeyi kutsamayan, sınırlı/süreli görevler yaparak vakitlice görevi devreden, statikleşmeden ve donuklaşmadan emanetin ve imtihanın gereğini yapmaktır…

***

4 yılda yaşadım ve gördüm ki;

Her zamankinden daha fazla gayrete ihtiyacımız var…

Her zamankinden daha fazla düşünmeye ve üretmeye ihtiyacımız var…

Her zamankinden daha fazla hakkın ve hakikatin yanında olmaya ihtiyacımız var…

Her zamankinden daha fazla küçük hesaplardan kurtulmaya ihtiyacımız var…

Her zamankinde daha fazla kardeşliğe ve kuşatıcılığa ihtiyacımız var…

***

Tarihin bir kesitinde, bir insan ömrü içerisinde, 4 yıllık bir dönem yaşadım;

Sadaka-i cariye olarak yazılır ve de amel defterimin kapanmamasına vesile olabilirse ne mutlu bana…

Rabbim hepimizin yolunu açık eylesin,

Yürüyüşümüzü vakur ve daim kılsın,

Ayaklarımızı sabit kılsın ve güçlendirsin,

Gönlümüzü ferah tutsun ve genişletsin,

Zihnimizi canlı tutsun ve genişletsin…

***

Yanlışlarım ve eksiklerim için Yüce Rabbim’den af ve mağfiret, sizlerden helallik diliyorum…

Allaha emanet olunuz…

 

Halit Bekiroğlu

14 Nisan 2019

Okumaya devam et
Yazı

Berekete İnancımız

Bereketin nerde, ne zaman ve nasıl olduğu çoğunlukla bilinmez. O yüzden sabah erkenden dükkanı açarken, bir öğretmen olarak sınıfa girerken, ebeveyn olarak eve girip çıkarken besmele çekmek, duayla başlamak, muvaffak olmaya niyetlenmek aslında berekete olan inancın yansımasıdır…

Bereket demek umut demektir, matematiksel olarak hesaplanmaz. Ne kadar ve tam olarak hangi zamanda geleceği bilinmez. Berekete olan inanç azmettirir, gayretkeşliğe yönlendirir. O çabanın ve mücadelenin sonucu olarak bilinmezlik içerisinde bir gün kapımızı çalar. “Hesaplayamacağınız yerden rızıklandırırız sizi…” buyruğunu bize hatırlatır adeta…

Bereket sabır demektir, beklemeyi gerektirir. Aslında beklemenin ötesinde tahammülü gerektirir. Ulaşamamanın da bir imtihan olduğu bilinciyle özeleştiriye yönlendirir. “Acaba ne kusurum var da bereket gelmiyor…” diye düşündürür…

Bereket çoklukta aranmaz, daha fazlasını isteyenlere varmaz. Her şeyin daha büyüğünü, en büyüğünü, en güçlüsünü, en çoğunu isteyenler bereketi ıskalar. Bereket bazen kendini az olanda gösterir ve aslında az görünüp de çok olandır bereket…

Eğitim yaparken de, ticaret ya da siyaset yaparken de ve hatta ilimle iştigal ederken de aradığımız aslında bereket olmalıdır. Çünkü bereket bizi manaya götürür, maddi olanı aşmamızı sağlar…

Bereketi kavradığımızda; yıllarca bir öğrenci ile ilgilenmenin anlamını kavrarız, ille de devasa salonlarda konferans vermek zorunda hissetmeyiz kendimizi. Kazancımızın helal oluşunu banka hesaplarımızın şişkinliğine ya da mülklerimizin çokluğuna tercih ederiz. Milyonlarca oy almanın ötesine geçip her bir vatandaşın huzuru ve mutluluğunu esas alır, küçücük sosyal siyasal sorunları dahi dert ediniriz…

Bereketimizi yitirmeyelim! Çok ve büyük olanın peşinde insanlığımızı ve maneviyatımızı yitireceğimize az ve küçük olanın bereketindeki büyük anlamı, etkisi büyük ve kalıcı boyutunu düşünelim. Kısa sürede ulaştığımız rakamlar ve oranlar bereketle taçlansın istiyorsak önce bereketin nicel bir husus olmadığına inanarak yola çıkalım…

 

Halit Bekiroğlu

16.09.2018

Okumaya devam et
Yazı

Eğitime Bismillah!

İki aydır yatıp-kalkıp eğitim konuşuyoruz. Yeni bakan, sistem değişikliği, kadro değişikliği, çalıştaylar, eleştiriler, umutlar…

Ve derken 2018-2019 eğitim-öğretim sezonuna başlamış olduk…

Öncelikle “hayırlı uğurlu olsun, bereketle ve manayla dolsun…” duamızı yapalım. Tüm idarecilerimize, öğretmenlerimize, öğrencilerimize, velilerimize, eğitim gönüllülerine ve paydaşlarına, kısacası tüm eğitim camiasına hayırlı olsun diyelim…

Gelin hep beraber besmele çekelim, Allah’ın adıyla başlayalım, O’ndan yardım ve bereket dileyelim. Yüceliği, maneviyatı, bereketi, aşkı hesaba katmadan ilerleyemediğimizi gördük ve görüyoruz. Maneviyatı yok sayarak yaptıklarımızın bizi ne kadar manadan uzaklaştırarak tek kanatlı kuşa dönüştürdüğünü acı tecrübelerle yaşadık…

Eğitim mevzusunun güç ve iktidarla ilgili olmadığını, yukarıdan aşağıya talimatla yürümeyeceğini, parayla-pulla alakası olmadığını, ahbap-çavuş ilişkisiyle yürüyemeyeceğini, kopyala-yapıştırın çaresizliğini, şuculuk-buculuğun daraltıcılığını, şabloncu ve tektipçiliğin basitliğini fazlasıyla gördük…

“En Büyük Olan”a ve herşeyi “En İyi Bilen”e sığınarak başlayalım bu eğitim sezonuna; müdürümüz besmeleyle okula giriş yapsın, öğretmenimiz besmeleyle sınıfına girsin, veli çocuğunun elinden tutarken besmeleyle tutsun, sivil toplum kuruluşları hesabı-kitabı ikinci plana bırakarak hasbilikle ve aşkla bismillah desin yeni sezona…

Eğitimdeki problemlerimizi sıralamada üzerimize yok, uzun listeler çıkartabiliyoruz maşallah! Aslında “sorun tespit yarışları”ndan çok samimiyet ve heyecana ihtiyacımız var. Öğrenciyle karşılaşmamızdaki samimiyet ve heyecan, veliyle karşılaştığımızdaki samimiyet ve heyecan…

Ve tabi müdürün öğretmenle karşılaşırken samimiyeti ve heyecanı yanında velinin de öğretmenle ve idareciyle karşılaştığındaki samimiyet ve heyecanı…

Eğitime her birimiz bismillah dersek eğitimin ortak meselemiz olduğunu daha iyi anlarız. Eğitimin çözümünü; öğretmen ya da müdüre, öğrenci ya da veliye havale etmemiş olur ve topyekün ve içtenlikle çözüme katkı sunarız…

Bu ülkedeki birçok sorunumuz gibi eğitim alanındaki sorunlarımızın da çözümü ortaklaşmaktan geçer. İlgili herkesin ama herkesin sorumluluğunun farkında olarak ve uyumla katkıda bulunmasından geçer…

Veli olmadan eğitim olmaz, aile olmadan çocuk sorunlu gelir okula. Müfredattan okul ortamına, idareciden öğretmene, sivil toplumdan MEB dışındaki ilgili bakanlıklara kadar hepimiz kişisel ve kurumsal asabiyetlerimizi bir tarafa bırakınca çocuklarımızın sorunlarını aşabiliriz…

Bizler eğitime ve çocuklarımıza bakışı değiştirdikçe; onları insan ve Allah’ın emaneti olarak gördükçe, başlangıçlarını besmeleyle yaptıkça eğitimin araç gereçleriyle ilgili sorunlarını çok rahat aşarız. Bu kadar bütçe ayırmamıza rağmen ve bu kadar konuşmamıza rağmen aşamadığımız şey; zihniyetimizdir, kendimizdir, alışageldiklerimizdir…

Yeniden bismillah diyelim; eğitim sezonuna bismillah, evlatlarımıza bismillah, ilk derse bismillah ve elbette kendimize, geleceğimize bismillah…

 

Halit Bekiroğlu, 17.09.2018

Okumaya devam et
Yazı

İmam Hatiplere Gönül Vermiş Kardeşim!

İmam Hatiplerde;

Yöneticilik,

Öğretmenlik,

Hizmetkârlık yapan Kardeşim,

Bulunduğu her ortamda,

Her şartta,

İmam Hatiplere katkıda bulunmaya çalışan

Gönüllü Kardeşim!

 

İmam Hatip okuluna gelen ve gelme potansiyeli olan her öğrenciyi başına tâc edin;

Boyuna-posuna,

Notuna,

Kimliğine bakma!

Her bir öğrenciyi Allah’ın emaneti ve lütfu olarak gör…

 

İmam Hatiplere hizmet etmek istiyorsan,

Çözümü sadece kendinde görme;

İstişare et,

Kuşatıcı ol,

Daha çok insanı ve kurumu kat süreçlere…

 

İmam Hatipleri sevdirmek istiyorsan,

Gönlün kadar ikramın da olsun;

Çayını servis et,

Kırk yıl hatırı olsun kahvenin,

Tebessümün sadakan olsun,

Hediye taşısın yüreğin…

 

Okuluna ve sana gelene,

İmam hatipçilik yapma;

Anlat,

Göster,

Öv,

Gurur duy,

Ama imam hatipli olmayanı asla dışlama,

Seni tercih etmese de seni severek ayrılsın…

 

İmam hatiplerin görüntüsünü önemse,

Ama gösteriş yapma, hakikatle olsun işin;

Kendini temiz tut,

“Elbiseni temiz tut”

Çevreni arındır,

Dinginlik sarsın her yanını,

Seni öldürmeye gelen sende dirilsin…

 

İmam hatipler zor diyecekler;

Zorun ne olduğunu anlat,

Zoru başarmayı öğret,

Öğretilmiş tembelliği ve ezikliği yık,

Yeni bir dünyaya taşı gelenleri…

 

İmam hatiplerle ilgili karamsar konuşmalar yapacaklar;

En zor şartlarda neler yaptığımızı anlat,

Küllerimizden nasıl dirildiğimizi,

Önderliğimizi,

Öncülüğümüzü,

İnancın tekeden nasıl süt çıkardığını anlat…

 

İmam hatipleri farklı okullarla kıyas edecekler,

Çık bu cendereden;

Başka okulları olumsuzlamadan kendini anlat,

Okulunu,

Ürünlerini,

Projelerini,

Geleceğe olan inancını anlat…

 

İmam hatiplere hizmet ediyorsan;

Ulaşılmaz olma,

“Yüzünü çevirme”,

Kapın açık olsun,

İnsanlara tepeden bakma,

Yüreklerinin hizasından konuş onlarla…

 

İmam hatipleri model olarak öneriyorsan;

Adil ol,

Öğrenci arasında ayrım yapma,

Velileri pozisyonuna göre değerlendirme,

Tepelerden gelen telefonlara râm olma,

Koca koca adamlara değil,

Koca koca yüreklere hizmet et…

 

İmam hatiplerdeki hayır vesilesiyle,

Cennete ulaşmaya çabalıyorsan;

Binanın ve sayının ötesine geç,

Elbette önemse bunları ama eşyaya tapma,

Ve bil ki, kutsal olan insandır,

Bizi kurtaracak olan yetiştireceğimiz nesillerdir,

Cennetimiz; öğrencilerimiz ve yavrularımızdır…

 

İmam hatiplere yardımcı olmak istiyorsan;

Sabırlı ol,

Tahammül et,

Sözünü güzel söyle,

Eylemin estetik olsun…

 

İmam hatiplerin başarısını istiyorsan,

Salt akademik başarıya bakma;

Kültürü,

Sanatı,

Sporu,

Sosyalliği de bir tür başarı olarak gör…

 

İmam hatipler için seferber olmak istiyorsan,

Kesenin ağzını aç,

Yüreğini, zihnini ve çevreni aç;

Bir burs ver,

Bir öğrenci ikna et,

Kitaplar bağışla,

Eşya al pansiyona,

Yemek yap,

Erzak ver,

Ücretsiz derslere yardım et,

Karşılık beklemeden konferans ver gençlere…

 

İmam hatipler ortak paydamız diyorsan;

Kardeşliğimizi kırmızı çizgi olarak çiz;

Ayrıştırmaya pirim verme,

Irkçılığı ayaklarının altına al,

Grupçulukla, hizipçilikle küçültme dünyanı,

Ümmete en geniş haliyle gönlünü aç…

İmam hatiplere uzaktan bakıp,

Oluş(turul)muş algıyla yorum yapmak yerine;

Yakınlaş,

Ziyaret et,

Selam ver müdüre,

Öğretmene teşekkür et,

Kapıdaki güvenlikçinin omuzuna at elini,

Sana yöneleni velinimet olarak gör,

Anla ve anlat…

 

İmam hatipleri tanıtmak istiyorsan;

Bir video çekip youtube’da yayınla,

Cesaretle ve ama nezaketle bir twitt at,

Okulun ve öğrencinin ve faaliyetlerin,

Bir karesini instagram’a taşı,

Televizyonda çağrı yap,

Gazeteye röportaj ver,

Afiş as,

Broşür dağıt…

 

Velhasıl sevgili imam hatip gönüldaşı kardeşim,

Kendine gel yeniden,

Ortaya yüreğini ve gövdeni koy,

Tüm rehavet safsatalarına kulaklarını kapat,

Metal yorgunluğu nedir bilme,

Fuat Sezgin Hoca gibi günde 17 saat çalışma yap,

Dünya uyusa da sen hep uyanık kal,

Her bir imam hatiplinin önderliğine,

Her bir gencimizin huzuruna vesile ol…

 

Halit Bekiroğlu, 05.07.2018

Okumaya devam et
Yazı

İmam Hatip Okullarında Nitelik

Seçim sathı mailine girerken gündemdeki tartışmalardan biri de İmam Hatip okulları…
Öncelikle şu tespiti yapmak lazım; İmam Hatip okulları darbelerden en çok etkilenmiş ve her defasında küllerinden yeniden doğmuş okullardır. İmam Hatip tarihi bir tür sivilleşme, hak ve adalet mücadelesi tarihidir. Okullar bu yönüyle, eğitim/öğretim faaliyetinin yanında sosyal role de sahiptir…
Dolayısıyla bugünlerde bazı siyasilerin, İmam Hatip okullarını akamete uğratmaya dönük yaklaşımları en başta “millet”i rahatsız eder ve milletin buna tahammül mümkün değildir…
İmam Hatiplerin elbette nitelik problemleri var. Bu kadar yıl sekteye uğratılmış okulların bir anda mükemmel okullara dönüşmesini beklemek haksızlık olur…
Hemen her İmam Hatip mezunun sıkça dillendirdiği “eskiden farklı bir ruh vardı” söylemi bu günlerde sıkça tekrarlanır oldu. Bu söylemin tabi ki nostaljik boyutu da var ama İmam Hatip okulları eskisi ile kıyaslanmayacak farklı bir realite ile karşı karşıya. Bu realiteyi doğru tespit etmezsek yanlış kıyasların etkisiyle çözümden uzaklaşırız…
İmam Hatipleri eski ile kıyaslamadan önce bu noktaya gelişin serüvenini iyi bilmek gerekir. 28 Şubat postmodern darbesi İmam Hatiplerin orta bölümünü kapatarak ve katsayı uygulaması başlatarak ağır bir travma yaşanmasına sebep oldu. Sayıları ciddi olarak düşen ve bitme noktasına gelen bu okullar milletin çabalarıyla ayakta kaldı. Son birkaç yılda İmam Hatiplerin önü açılınca okullara ciddi bir rağbet oldu…
Takdir edilir ki 15 yıllık travmayı hemen atlatmak elbette mümkün değil. Bu ciddi kesinti, “İmam Hatip ruhu”nun sürekliliğine de en büyük darbeyi vurdu…
Bununla birlikte okullardaki yöneticiler, öğretmenler de bu süreçten etkilendiler ve bir kısmı hala 28 Şubat psikolojisinden sıyrılabilmiş değil. Genç idareciler ve öğretmenler ise heyecanlarına rağmen 28 Şubat öncesi ruh ile olan irtibat zayıflığının eksikliğini yaşamaktadırlar…
Bir özeleştiri yapacak olursak niteliğin daha hızlı artmamasında modernleşen yaşam tarzımızda “fedakarlık”ın azalması, yerine bireyselliği bırakmasının da önemli etkisi var. “Başkası için çabalama” duygusunun azalması bizi, kendimizi merkeze alan ve dolayısıyla “daraltan” duruma düşürmektedir…
Aksine fedakarlık yapan, her bir öğrenciyi önemseyen, öğrencinin iç alemi ve sorunlarıyla ilgilenen, küçücük bir problemi bile önemseyerek çözüm bulmaya çalışan, geliştirmeye ve ilerletmeye çabalayan kişiler, kurumlar ve organizasyonlar İmam Hatiplerin yeniden eski ruhuna kavuşmasında önemli rol üstlenmektedirler…
Niteliğin arttırılmasında “başarı” kavramı önemlidir. Şüphesiz nitelik başarıyı, başarı da niteliği tetikler. Ama başarıyı sadece “akademik başarı” olarak görürsek yanlış bir sınırlamaya gitmiş oluruz. Her bir gencimiz ayrı bir dünya ve ayrı bir değer olduğuna göre her birinin başarı gösterebileceği yeteneği ve alanı da farklıdır. Kimi sanatta, kimi derslerde, kimi ilmi çalışmalarda, kimi sporda, kimi de sosyal faaliyetlerde başarılı olacaktır…
Farklı alanlarda başarılı olmalarına imkan sağlamadığımız çocuklarımızı bilerek ya da bilmeyerek öldürmüş oluyoruz…
İmam Hatipler başta da ifade ettiğimiz gibi sosyal rolü etkili olan okullardır. Sadece akademik başarı sağlayan çocukların önemsenmesi, İmam Hatiplerin niteliğinin arttırılması için kesinlikle yeterli değildir…
Onbeş yıllık kayıp dönemin zararını telafi etmek için bir tür seferberlik uygulaması gerekir. Her bir gencimizi ayrı bir dünya olarak ele alıp maneviyatıyla, dersleriyle, sosyalliğiyle, inceliğiyle daha bir ileri taşımak için idarecilerimizin, öğretmenlerimizin, derneklerimizin, gönüllülerimizin can havliyle çaba sarfetmesi elzemdir…
Nitelikli toplulukları hiç kimse ve hiçbir şey engelleyemez. Bugün engellenir yarın ortaya çıkar. Burada engellenir bir başka yerde ortaya çıkar…

Okumaya devam et
Yazı

“Bilmek Azaptır”

Üniversite yıllarında kampüslerimizde “hergele meydan”ları olurdu. Gece boyu yaptığımız okumalar ve müzakerelerin etkisiyle hemen her sabah gözleri mahmur bir şekilde ve çoğu zaman saçları/sakalları dağınık olarak “hergele meydanı”nda buluşurduk…
Savunduğumuz düşünceye uygun elimizde gazete ve kitabımız bulunurdu. Çaylar eşliğinde “dava arkadaşları”mızla bu mekanlarda hasbihal ederdik…
Bugünlerle karşılaştırdığımda seksenli ve doksanlı yıllarda daha dikkatli okuyucular olduğumuzu söyleyebilirim. Daha o yıllarda “kitap okuma”nın zahmetli bir iş olduğunu farketmiştim ama keyifli tarafına odaklanmaya çalışarak kitapla ilişkimi sürdürdüm…
Hani bazen düşüncelerimizi bizden daha iyi ifade eden olur ya; yine hergele meydanı’nda bir sabah gazete okurken yazarın biri “bilmenin zahmeti” üzerinde duruyordu. Tam da düşündüklerime tercüman olarak insanlarımızın neden okumadıkları ve derinlemesine bilgi edinme çabası içerisinde olmadıklarını anlatıyordu…
İmam-ı Azam’a atfedilen; “Bilmediklerim ayaklarımın altına serilseydi başım göklere değerdi” sözü bana hep bilmenin zahmetini hatırlatmıştır. Bilmek, olan durumun ötesine geçip öze ulaşma çabası gibidir. Bir tür hakikate ulaşma çabası. Bu ulaşma çabasının bizatihi kendisi yorucudur ve dolayısıyla tahammülü kolay değildir…
Bilmek, kişinin kendi eksikliğini fark etmesini de sağlar. Çünkü bildikçe, neleri bilmediğimiz ortaya çıkar. Tersinden; ne kadar az şey bildiğimizin anlaşılmasına vesile olur. İmam-ı Azam’ın sözü aslında bir tür “haddini bilmek”tir. Neleri bilmediğini veya bilemeyeceğini anlamaktır. Ölçüsünü ve menzilini bilmektir. Kişiye haddini bildiren de yine kendi bilgisidir…
O yüzden biz üniversitede “herşeyi bilirdik”, bilmediğimiz konularda bile bilgimiz vardı. yeryüzündeki her meseleyle ilgili sözümüz olurdu. Üniversite şartlarında yadırganamaması gereken bu mesele yaş ilerledikçe haddini bilmeye evriliyor, ki bunda en önemli saik bilmenin, kişiyi kendi gerçeği ile yüzleştirmesine vesile olmasıdır. Bir tür Yunus Emre’nin “ilim kendin bilmektir” mısrası gibi…
Geçenlerde bir dost ziyaretinde “bilgi azaptır” sözünü duyunca sarsıldım. Yıllar önce üniversitede okurken istifade ettiğim köşe yazarından çok daha güzel ifade edilmişti. Eskilerin “efradını cami, ağyarını mani” dediği türdendi. Bilginin neden bu denli yorucu olduğunu ve ille de süründüre süründüre kendisine ulaştırdığını, hatta ulaştırırken yeni bilgi menzilleri sunarak bilgisizliğimizi yüzümüze defalarca vurduğunu bir kez daha anladım…
Bilgi yolu çile yoludur ve epeyce uzun bir yoldur. Eğitim-öğretim yıllarımızla asla sınırlandırılamayacak kadar upuzun bir yoldur. Bunun içindir ki Peygamberimiz (sav) “Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz!” buyurmuştur. Aslında bir tür “son nefese kadar hakikati arayın!” talimatıdır bu…
Hakikat arayışının ne tür sancılara sebebiyet verdiğini ilgilileri bilirler. Her atlatılan sancıdan sonra daha büyük sancılara gebe olunacağını da…
Daha ilköğretim sıralarında okurken sınıflarımızda ya da okullarımızda “kitap en iyi dosttur” sözü asılı olurdu. O zaman için çok anlam ifade etmeyen bu sözü en iyi gurbette anladım. Dostların olmadığı ya da zamanla nadiren kazanıldığı ortamlarda kitaplar iyi dostlardandır. Ama her dost gibi kitap da “acı söyler” ve hatta bir miktar acımasızdır; uyarır, sarsar, şok eder…
Düşünme bilginin sonucudur, bilmek ise okumanın. Okumanın diğer türleri sayılabilecek seyretme, gezme, bakma vb. eylemler değil kastım. Bizatihi kitap okumayı kastediyorum. Çünkü diğer okuma biçimlerine nazaran kitabı okumak daha en başından zahmetli bir yola girmek demektir. O yol parça parça bildirir, bildirdiği her bilgi zihnimizi açar ve zihin, açıldıkça da sıkıntıya girer. Sonuç itibariyle o sıkıntı/azap insanı insan yapan olgunluğa ulaştırır…
Bunun içindir ki çok okuyanların kafası daha karışıkmış gibi görünür. Çok okuyanların çok bilenlerin cevapları da kısa olmaz. Renkleri bir-iki renk değildir, onlarca renkle bakarlar meselelere. Farklı bakışaçıları bir taraftan zenginlik gibi görünse de her bir yaklaşıma uzun çileli yollarla varmışlardır…
Bilginin azap olduğunu bir ağabeyle paylaştığımda “Ancak alimler Allahtan hakkıyla korkar” (35/28) ayeti ile ilişkilendirdi. Alimlerin korkuya kapılmaları çok şey bilmeleri ile yakından ilgilidir. Bildikçe endişe artar, endişe ise araştırmayı tetikler. Alimleri en çok korkutan önemli diğer husus da “akıbet”in nasıl olacağı hususudur. Akıbetin nasıl olacağı endişesini, Peygamberimiz (sav) bile dualarında eksik etmemişlerdir…

 

Allah (cc) “emanet”i insanoğluna verir; “göklerin, yerin ve dağların kabul etmediği emanet”i. (33/72). Ayette de belirtildiği gibi “zalim ve cahil” sıfatlarıyla da yaratılmış biz insanlar, bilmenin sancılı yoluna revan olarak hakikat arayışımızı hayırlı bir akıbete dönüştürme gayreti içerisinde olmalıyız…
Okumaya devam et