Emin ve Emanet
ÖNDER’in bu yıl Kutlu Doğum için belirlediği tema; “el-Emin”…
Diyanet’in bu temada kullandığı slogan birkaç kelimede çok şeyi özetliyor;
Category
Varoluşumuzu değerlendirirken doğduğumuz coğrafyayı da hesaba katmak gerekir. Biraz daha geriye gidip varolduğumuz coğrafyanın hangi tarihi olayların seyriyle günümüze geldiğini de hesaba katmalı. Nitekim uzak ve yakın tarihimizde yaşadıklarımız kişisel hikayemizi de şekillendirmekte.
Yıllar sonra küçüklüğüme namaz odaklı dönüp baktığımda, Şeyh Said hadisesinin önemli izlerini farkediyorum. Hadise’nin en fazla etkilediği üç şehirden ikisi olan Elazığ-Bingöl hattında geçti çocukluğum.
Alim bir babanın oğlu olarak gözümü doğal olarak namazda açtım. Medresede ve zikir meclisinde emeklediğim için ilk namazımı tam olarak hatırlayamıyorum ama namaz adına hatırladığım en muhteşem tablo Qubeysî dağında yaşadıklarımızdı.
Birkaç ay önce doksan küsür yaşında vefat eden bölgemizin büyük alimi Molla Bahri öncülüğünde talebeleri, müridleri, sevenleri ve tabi biz çocuklarla beraber her yıl muhteşem bir çıkartma yapardık Qubeysî Dağı’na. Qubeysî’nin bir sahabe olduğu, Bizans’a karşı çarpışa çarpışa dağın doruğuna çıktığı ve orada şehit edildiği anlatılırdı.
Qubeysi dağına zikirlerle, tekbirlerle, tahlillerle tırmanılırdı. Tırmanma esnasında çoğu zaman tek katır bulunur ve sırtında sarıklı haliyle ve tüm heybetiyle Molla Bahri bulunurdu.
Zirveye varıldığında cemaatle kılınan namazın zihnimde ve gönlümde iz bırakan en muhteşem karesi, Molla Bahri’nin Diyarbakır’a doğru bakan uçsuz bucaksız uçurumlara ve dağlara yönelirken kıldırdığı uzun uzun namazlardı. Kıyamlar bacaklarımızı zorlardı ama sabırla dururduk, dimdik dururduk, uzaklara dalarak küçük yaşımıza rağmen namazdan keyif alırdık. Uzun uzun secdelerde anlımız zorlanırdı belki, kan akışımızı bozardık ama o bekleyişlerle aynı zamanda rüştümüzü ispat ederdik. Bizler de büyüktük artık; yüce dağlarda koca koca amcalarla, muhteşem alimlerle, herdem tebessüm eden sufilerle hemhal oluyor, onların kıldığı kadar uzun namaz kılıyor, onlar kadar zikrediyorduk.
Sultan Qubeysi’nin çok önemli bir gizemi vardı, namaz ille de belli bir yerde kılınırdı; seccade büyüklüğünde mermerimsi taşlardan yapılma etrafı yine taşlarla çevrili yüksek mekanda. Taşların üzerine seccade ve battaniye serilmezdi, çıplak ayaklarımız uyuşurdu ama uzun uzun durmalar terkedilmez, diz çökme pozisyonundan dahi vazgeçilmezdi.
Bu doğal mescidin hikmetini zamanla öğrenecektik. Şeyh Said’i öğrenince Şeyh Şerif’i tanıdık, Şeyh’in sağ kolu, Şeyhle beraber idam edilenlerden. Şeyh Şerif bir süre bu zirvede yaşar, mescidin altındaki küçücük mağarada. Şeyh Şerif’in hemen mağara üzerindeki alanda namaz kıldığı anlatılır.
Bu gizem o alana muhteşem bir anlam katar. Namazın eğilmek ve kalkmaktan ibaret olmadığını, bir duruş olduğunu, asırlardır devamedegelen ve kıyamete kadar devam edecek olan bir duruş olduğunu hissettirir. Zalimlere karşı dimdik olmayı doğuran bir duruş, mazlumlara hemhal olmayı gerektiren bir duruş. Medreseyle tekkeyi, ilimle irfanı, alimle şeyhi biraraya getiren bir duruş.
Bu öyle bir duruş ki kırkımıza vardığımızda da bizi muhafaza ediyor, yetmişimize vardığımızda da bizi muhafaza edecek ve dimdik ayakta tutacak.
Molla Bahri vefat etmeden önceki görüşmelerimizde de aklımızda kalan en önemli karelerden biri yine uzun uzun ve kıyamda kıldırdığı namazlar oldu. Doksanlı yaşına rağmen her ziyaretimizde sehpasında kitap vardı ve namazı mutlaka ayakta kılardı, uzun uzun secdelerle kılardı.
Gözümü namazda açtım, daracık evimizde belki de beşiğimizin hemen yanında uzun uzun namazlar kılındı. Beşikten mezara kadar devam edilmesi gereken bu duruşu sonraki kuşaklara aktarabilirsek ne mutlu bize…
İslam Dünyasının mutedil eğitim/öğretim modeline ihtiyacı var. Kanaatimce İmam Hatip modeli en iyi model olma potansiyelini içinde barındırmaktadır. Tüm bu karmaşanın belki de en önemli çözümü, İmam Hatip modelinin uluslararası modele dönüştürülmesidir…
(Bu yazı 20.03.2015 tarihinde www.haber10.com sitesinde yayımlanmıştır)
Eskiler yeni bir işe ya da göreve başlayana ‘Allah mahcup etmesin!’ derler. ‘Allah yüzünü kara çıkarmasın!’ sözü de bir başka ifade biçimi…
Hayat akıp giderken tarihin küçük bir kesitinde imtihanımızı vermekteyiz. ‘Tarihin sonu’ teorilerine rağmen, her dönemde ‘ahir zaman’ yorumlarına rağmen gaybı/geleceği bilemeden kendi gerçeklerimizle yüzleşmekteyiz…
Ne kadar çabalasak da yapıp-ettiklerimizle bir şekilde yüzleşiyoruz, yüzleşme bazen yılları alıyor, bazen asırları…
12 Eylül darbesinden aklımda kalan az sayıdaki karelerden biri, darbenin olduğu gün ilçemizdeki medrese öğrencilerinin medrese önündeki kanaldan atlayarak izlerini kaybettirmeleriydi. Evimizin aranması, müftülükler üzerinden vaiz olan babama baskı yapılması gibi karelerle hayatımın farklı evrelerinde yüzleşmiş oldum…
O günün benim açımdan anlaşılması en zor olaylarından biri, neredeyse tüm Türkiye’nin ‘darbe anayasası’na ‘evet!’ demesine rağmen babamların ve çevresindeki bir kısım amcaların ısrarla ve bazı riskleri göze alarak ‘hayır!’ demeleri ve bunu savunmalarıydı. Çocuk aklımla (ağalar, beyler, şeyhler dahil) çoğunluğun razı olduğu bir duruma dışlanma pahasına karşı çıkmayı anlamaya çalışıyordum…
Tarihin akışı içerisinde gün geldi 12 Eylül Anayasası’na %90 evet yerine %90 hayır denir oldu. Geriye o günün şartlarında hayır diyenlerin ödediği bedeller kaldı…
Aslında bu istatistiksel evrilmenin ötesinde zaman, kişisel tarihimizle yüzleşmemize imkan verdi. O gün farklı saiklerle darbeci bir anlayışa evet diyenler hiç olmazsa kendi iç hesaplaşmalarında utanılacak bir iş yapmış oldular. Utanılmayacak, aksine şeref duyulacak davranışı sergileyenler ise sadece kendilerine değil evlatlarına da onurlu bir tarih bırakmış oldular…
Çok sık kullandığımız ‘çocuklarımıza temiz bir gelecek bırakma’ ifadesi aslında her anne babanın arzuladığı bir yaklaşımdır. Maalesef hayatın kısa vadeli gaileleri, ebeveynin uzun boylu gelecek tasavvurunu engellemektedir…
Oysa her ne olursa olsun ‘tertemiz gelecek’ fikrinden uzaklaşmamalı. Ki gün gelip çocuklarımızın (yani geleceğimizin) yakasına onur kırıcı geçmiş asmayalım…
Nice olaylar var ki yaşandığı dönemde çoğunluk tarafından normal görüldüğü halde az sayıda cesur insan tarafından hakikati dile getirilmiş ve bunun için bedeller ödenmiştir. Türkiye’nin darbeler dönemi bunun en iyi örnekleriyle doludur…
28 Şubat davasına ‘müdahil olmak’ duruşmaya gittiğimde YAŞ kararları ile ordudan atılan subaylarla tanıştık. Her birinin hikayesi birer film hüviyetinde. Subayların yaşadıklarını öğrenince şuna kanaat getirdim; bir olayın üzerinden onlarca yıl geçtiğinde geriye tüm o zorluklara rağmen şerefle mi yaşandı yoksa küçük/geçici hesaplarla şeref kaybedildi mi sorusunun cevabı kalıyor. Yitirilen değerler de savunulan değerler de sonraki neslin boynunda asılı duruyor. Yüzleşmemiz gereken husus, hiç kimsenin utanılacak bir gelecek bırakmaya hakkı olmadığı gerçeğidir…
Şerefli bir gelecek oluşturmanın yolu şerefli bir geçmişe sahip olmaktan geçer. O şerefi muhafaza etmek için çoğunluk tabusu ile değil adaletin terazisi ile bakmak gerekir. Lehimize de olsa, aleyhimize de olsa; ‘kızımız Fatıma’ da olsa düşmanımız da olsa adaletle hükmetmeliyiz ki çocuklarımıza şerefli bir gelecek bırakmış olabilelim. Aksi durum ya utanılacak ya da yüzsüzlüğe vurulacak bir durumdur…
Sırf başörtüsüz fotoğraf vermedi diye öğretmenlik yapamayanlar belki 15 yıllık meslek kaybına uğradılar ama çocuklarına, boyunlarını bükecekleri bir tarih bırakmadılar…
Herkesin savaş çığırtkanlığı yaptığı dönemlerde sulha çağıranların sedasına izin verilmedi ama tarih öyle bir mizan ki ölümlere sebebiyet verenlerle ölümleri bitirmeye çalışanların hakkını ayrı ayrı teslim eder…
Bugünü yaşarken aslında yarını da yaşıyoruz. Bugün yaptıklarımız yarın şeref madalyamız ya da utanç kaynağımız olacak. Bugün durduğumuz yer yarın iyisiyle kötüsüyle tapumuz olacak, kaydımızı düşecek. Ne kadar PR yaparsak yapalım gün gelecek geçmişimiz karşımıza çıkacak. Biz hesabını vermesek de evlatlarımız acısını çekecek. Biz meyvesini yemesek de çocuklarımız yiyecek…
Son tahlilde musalla taşına geldiğimizde nerede durduğumuz, nasıl durduğumuz, hak ve hakikate ilişkin tercihlerimizle uğurlanacağız. Yüzümüz ya kara olacak ya da ak.
“ Onlar sanıyorlar ki, biz sussak tarih susmayacak, tarih sussa Hakikat susmayacak. Onlar sanıyorlar ki, bizden kurtulsalar mesele kalmayacak. Halbuki bizden kurtulsalar vicdan azabından kurtulamayacaklar, vicdan azabından kurtulsalar tarihin azabından kurtulamayacaklar. Tarihin azabından kurtulsalar, Allah’ın gazabından kurtulamayacaklar.”
Okumaya devam et
Her Sabah Namazı sonrası Riyazü’s-Salihin’den 1 hadis okunup açıklanıyor…
Her Yatsı Namazı sonrası 1 ayet ve meali, 1 hadis ve 1 ilmihal bilgisi işleniyor…
(Bu yazı 15.02.2015 tarihinde 212haber gazetesinde yayımlanmıştır)