Temsili olarak Berlin Duvarı’nın yıkılışıyla Soğuk Savaş dönemi sonra ermiş, bu süreçte Ortadoğu en önemli kriz alanlarından biri haline gelmiş ve Ortadoğu’nun çoklu kimliği daha belirgin hale gelmiştir. Çok sayıda medeniyetin ve üç semavi dinin çıkış noktası kabul edilen Ortadoğu coğrafyasında din ve etnisite üzerinden kimlikler yeniden ve farklı hüviyetlerde tezahür etmiştir. Kimliklerin çıkışındaki sebepler kadar sonuçların da üzerinde durulması gerekmektedir. Ortadoğu’da devletlerin kimlik politikaları, iç siyasetleri yanında dış ilişkilerinde de etkili olmuş ve güncel olarak Ortadoğu siyaseti neredeyse kimliklerle özdeşleşmiştir.
II. Dünya Savaşı sonrasında disiplin halini alan Uluslararası ilişkiler, dünyadaki siyasi, ekonomik ve kültürel gelişmelerin de etkisiyle farklı teorilerle ifade edilmiş, kimlik konusu da bu çerçevede teorilerin, hakkında söz söylediği önemli kavram olarak literatüre girmiştir.
Kimlik en genel anlamıyla bir aktörün sahip olduğu, yansıttığı ve zaman içinde diğerleriyle kurduğu ilişkiler vasıtasıyla şekillenen bireylik ve farklılık simgeleri olarak tanımlanır. Bu yönüyle kimlik hem farklılaştıran hem de ortaklaştıran özellik taşır.
“Özcü yaklaşım” kimliği kültürel temelli ele alır; din, etnisite gibi varoluşsal özelliklere dayandırır. Huntington’un “medeniyetler çatışması” bunun örneklerindendir. Ortadoğu’daki Sünni-Şii, Arap-İsrail çatışmaları da bu bağlamda değerlendirilebilir.
“İnşacı yaklaşım” için kimlik varoluşsal değildir, aktörlerin zamanla kabullendirmeye çalıştıkları bir unsurdur. Bir sıfatın varoluşsal olması onu kimliğe dönüştürmez, benimsenmesi ve benimsetilmesi önemlidir. Bu yaklaşım, etnik ve medeniyetler arası çatışmalara; kimliklerin kaçınılmaz sonucu olmaktan öte, hangi siyasal ve sosyal süreçler üzerinden şekillendiğini önemser. Baasçılık, İslamcılık vb. akımlar İnşacı yaklaşıma örnek olarak verilebilir.
“Araçsal yaklaşım” ise kimliğin siyasi elitler tarafından siyasi amaçlara destek ve meşruiyet kazandırmak için stratejik olarak manipüle edildiğini savunur. Kaddafi’nin Afrika, Saddam’ın Sünnilik yaklaşımı gibi.
Kimlikleri ele alırken Ortadoğu’nun tarihini ve kültürel yapısını göz ardı etmemiz bugünkü çoklu kimlik çatışmalarını anlamımızı zorlaştırır.  Ortadoğu tarihini yazanlar farkında olarak ya da olmayarak kimlikler üzerinden tarih okuması yaparlar. Bernard Lewis Ortadoğu tarihini Hristiyanlığın ortaya çıkışından itibaren ele alır ve dinleri, etnik yapıları önemli birer unsur olarak anlatır. Ortadoğu tarihini, Hristiyanlık ortaya çıkarken bitirenleri yanlış gördüğü gibi Müslümanlık ile başlatanları da eleştirir.
Cleveland ise Ortadoğu tarihini incelerken İslamiyet’in doğuşundan hareket ederek günümüze gelir ve “geniş Ortadoğu” tartışmalarını coğrafi olarak sınırlandırdığı gibi derinlik olarak da sınırlar ve ağırlıklı olarak Müslümanlık kimliği üzerinden Ortadoğu’yu inceler.
Tarihi araştırmalarda başlangıç noktası itibariyle dinler üzerinden değerlendirme yapılsa da Batı’da Vestfalya Anlaşması ile birlikte Tarih değerlendirmeleri devletler üzerinden kurgulanmaya başlandı. I.Dünya Savaşı’ndan itibaren Ortadoğu coğrafyasında da ulus-devletlerin kurulmasıyla, “ulus” temelli değerlendirmeler ve pratikler yaygınlaştı. II.Dünya Savaşı sonrasında Arap milliyetçiliğinin zirve yapması üzerine bazı araştırmacılar Ortadoğu tarihini bir tür “Arap tarihi” olarak ele aldılar. Zira bölgede tarihte karşılığı olmayan yeni ulus devletler de oluş(turul)muştu. Örneğin Albert Hourani başlangıç noktası olarak İslam’ı alsa da Araplık üzerinden okuma yapan düşünürlerden biridir.
Ortadoğu’yu medeniyetler üzerinden okuyan Davutoğlu ise benzer şekilde hareket noktası olarak İslamiyet dönemini alır ama kimlikleri ele alırken jeopolitik ve jeokültürel bağlamı ile değerlendirmeyi önemser. Bu okuma biçiminde doğal olarak en önemli etkenlerden biri Hristiyanlık üzerinden şekillenen Batı medeniyeti etkisidir. Davutoğlu Ortadoğu’da kimliklerin belirginleşmesinde Soğuk Savaş etkisini yadsımaz ama buna ek olarak İsrail’in önemli bir etken olduğunu ifade eder. İsrail etkisinin kültürel, siyasi, etnik refleksleri doğurduğunu belirtir.
Ortadoğu gibi, uygarlıklara ve dinlere beşiklik etmiş, farklı kültürlerin geçiş noktası olmuş bir merkezin ana ve alt kimliklerini tasnif elbette kolay değildir. İslamiyet, yayılması ile birlikte bu coğrafyada ana kimliği oluşturmuş, alt kimlik olarak Sünnilik, Şiilik, Selefilik gibi ekoller asırlar boyunca değişik formatlarda kendini göstermiştir. Tarih boyunca demografik yapıda kısmi değişiklikler olsa da ana unsur olarak Araplar, Farslar, Türkler ve Kürtler Ortadoğu’da varolmuşlardır.
Batılılaşma, Sanayileşme, Modernleşme, Küreselleşme vb. aşamalar farklı şekillerde bölgede etkili olmuş; kapitalistleşmenin kendini göstermesi ile birlikte sol ve liberal hareketler de dönem dönem kendini göstermiştir. Arap Baharı’nda da bu hareketlerin göz ardı edilemeyecek etkisi olmuşsa da en belirgin kimlik İslamcılık olmuştur.
Filistin meselesi kronik bir sorun olarak Ortadoğu’nun göbeğinde kalakalmış, bir çok ideolojik, dini hareketin ya kaynağı ya da motivasyon unsuru olmuştur. En radikalinden en ılımlısına kadar hemen tüm hareketler Filistin meselesini ya kutsallık ya da anti-siyonistlik üzerinden hareketlerinin önemli dayanağı yapmışlardır.
Bölgedeki devletler kendi doğal etnik, dini, mezhepsel kimliklerini bazen iç politika bazen de dış politikanın gereği görerek tarafgirlik ya da karşıtlık üzerinden araçsallaştırmışlardır. Araçsallaştırma zaman zaman işe yarasa da bazen beklenmedik aplikasyonlar doğurmuştur. IŞİD’in hızlı ilerleyişi, Suriye meselesine müdahalenin sonuçları, Filistin meselesinde ikircikli tutum vb.
Ortadoğu’daki kimlikler arasında geçişkenlikler olduğundan bazen bir mevzuyu salt bir kimlikle izah etmek gerçekçi olmamaktadır. Aynı zamanda birden fazla kimliğin bir arada bulunması da değerlendirmelerimizi zorlaştırmaktadır. Bu zorluğu giderebilmek için “etno-dinsel, etno-milliyetçi” gibi kavamsallaştırma çabaları sözkonusudur.
Ortadoğu’nun modern kapitalist sistem ile tam olarak örtüşmeyen yapısı, bölgenin jeokültürel geçmişiyle ilgili olduğundan Batı’dan gelen yaklaşımları kopyalamanın sıkıntıları kendini göstermiş, 20.yy’ın ikinci yarısından itibaren İslam temelli düşünce ve hareketler yeniden güçlenmeye başlamış, bu durum beraberinde siyasi ve fiili çatışmalara sebebiyet vermiştir. İslami hareketlerin güçlenmesine karşın farklı taktikler yanında kimliklerin mikro ölçekte tasnifi yoluyla da bu hareketlilik kontrol altına alınmaya çalışılmıştır.
11 Eylül sonrasında denenen Afganistan ve Irak işgallerinin sadra şifa olmadığı anlaşıldığından üç alan üzerinden kimlikler araçsallaştırılarak bölgenin kontrol edilmesi istenmiştir; etnik, mezhepsel, meşrepsel kimlikler. Bu kimlikler üzerinden birbiriyle meşgul edilebilen bir Ortadoğu coğrafyasında hem İsrail’in güvenliği sağlanmış olunur hem de “Asya-Pasifik stratejsi” benimsemiş ABD yeni stratejisini daha rahat uygulayabilir. Araçsallaştırılan üç kimlik aynı zamanda “İslam’a karşı İslam stratejisi” ile de örtüşecek, kendi içinde kimlik çatışmaları yaşamaları halinde kıtalar ötesini çok fazla meşgul etmemiş olacaktır.
Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” makalesinde bahsettiği gibi çoklu kimliğe sahip Ortadoğu, “medeniyet içi çatışma” sürecini ağır bir bilanço ile “çoklu kimlikler” üzerinden bir süre daha yaşamaya devam edecek gibi görünmektedir.

 

Kimliklerimizi doğru değerlendirmediğimiz takdirde başta belirttiğimiz farklılaştıran yanı, doğru değerlendirdiğimiz takdirde ise ortaklaştıran yanı daha etkili olacaktır.
(Bu yazı 09.01.2015 tarinde Gerçek Hayat dergisinde yayımlanmıştır)