Category

Yazı

Yazı

Ruhuna Dön Moskova!

İlk gelişimde aldandım, sonrakinde çarpıldım!

Bir şehir bu kadar mı ruhsuz olurmuş, şoktayım!

Bu satırları yazdığım uçak Duşanbe’ye yol alırken, geçirdiğim sancılı birkaç saate ve kaybettiğim parama yanıyorum…

“Anamdan emdiğim süt burnumdan geldi” tabirini en iyi Moskova’da anladım…



Ey ruhunu yitirmiş şehir!

Vermek zorunda kaldığım üçyüzdolara değil, güzelliğinle çelişen ruhuna yanıyorum…

Yine de haksızlık etmeyeyim diye ilk gelişimi yâdettim, toparlandım. 

Misk-Safanova arası tren nostaljini hatırladım. 

Bir kasaba otelinde, rublem yok diye geri götürülen çay için verdiğim mücadeleyi…



Az biraz ruh katabilsen kendine ey şehir; sen gördüğüm en düzenli şehirlerdensin!

İsmailova caddesinde, Beta’nın penceresinden sabaha uyanışını gördüm. Gece yarısında, soğuk bir akşamda, kapanmaya ramak kala helal yiyecek kaygısıyla kendimizi attığımız Azeri lokantasını…

Sanki yedi tepeye nisbet, altı sarayınla meydan okuyuşunu…



Metronu çok sevdim Moskova!

Her bir durakta ayrı bir sanat eseri, her bir aktarmada apayrı dekorasyon…

Yerin altında dairevi turlarla tüm şehri gez gezebildiğin kadar!

Bak düzeltiyorum;

Ruhsuz dedim ama ruhun yerin altında dolaşıyor Moskova!

Ve en ruhlu insanlarını yeraltında tanıdım. Elindeki kabzayı tutup da çektiğim fotoğraf, gülücüklerimi dondurdu…



Yolların keşmekeşe, metron tar ihe açılıyor Moskova! 

Park Pabeda, Vdnh ve elbette Krasni Ploshad, Kızıl Meydan yani…

Bir tarih gizli sende, fark ettim…

Ben nasıl Cumhuriyetle kopukluk yaşadıysam, sen de Bolşevik ihtilaliyle yaşadın kopukluğunu…

Oysa gezen bilir ki; senin köklerinde medeniyetten izler var!

Zannedilir ki en güzel yapıları son devrin/devrimin insanları yapmıştır.

Hayır Moskova!

İkinci Dünya Savaşı’nın harabe kıldıkları, yüzeye ilişkindir. İşte bunun içindir ki yerin altına indikçe insanlar fark edecek medeniyetini ve ruhunu…



Griye bürünmüş tonun matruşkalarla renklenmiş şimdilerde…

Renklerinden korkma Moskova!

“Ayı kadar güçlü” erkeğinle, “melek kadar güzel” kızlarınla övüneceğine, ruhunu dirilt yeniden!

En sıcak tebessümüyle bir bayan polisin kadar şefkatli ve devrimci olabil ki sorunlarını çözebilesin…

Ki elbette o zaman, Domodedova Havaalanı’nda benden çaldığın üçyüzdoları tereddütsüz affederim. Çeçenler, Kafkas halkları seni affeder mi bilmem…

Ve elbette o zaman, Havaalanı’ndan bir daha geçerken, onlarca kişinin öldürülmesine değil, ruhuna bakarım…



Dön ruhuna ey Moskova!

Güzelliğin aşkına…

Yerin altındaki ruhun aşkına…

(Bu yazı 24.03.2011 tarihinde Timetürk sitesinde yayımlanmıştır)

Okumaya devam et
Yazı

Üç Şey!

Eskiler insanoğlunun kırkında olgunlaştığını söyleseler de hayatımızın her evresi yaşanmış farklı tecrübelerle doludur ve muhtemelen olgunlaşma peyderpey tecelli edecek…

Özbekistan-Tacikistan sınırındaki “Karatog” dağlarının buz gibi göletleri etrafında arkadaşlarla sohbet ederken, onları hayata ve işe motive etme kaygısıyla o an zihnimde gelişen denklem bir süre sonra üzerinde daha çok düşündüğüm, somutlaştırdığım bakışaçısına ve muhtemeldir ki yaşam biçimine dönüştü…



Konuşarak, halleşerek öğreniriz birçok şeyi. Konuştuklarımız ise farkında olsak da olmasak da hayatın özünden toparladıklarımızdır…

“Üç şey verildi bize dostlar; Zihin, beden ve ruh! Her üçü de sürekli değişimi barındırır içinde. Bu üç şeyi geliştiremeyenler körelir, geliştirenler ise bu üç şeydeki atıl bırakılmış potansiyeli idrak edip de şaşırır…”

Bu üç şeyden ne de az istifade ediyoruz!
Bu üç şeyi ne de çok ihmal ediyoruz!


Zihin, beden ve ruh!
Her biri kendi içinde müthiş bir potansiyel barındırmakta…
Daha önemlisi her birini olabildiğince geliştirmek mümkün…
Bu üç şeyi beraber ele almalı, beraber harekete geçirmeli…
Bu üç şeyi beraber beslemeli, beraber geliştirmeli…
“Uzman körlüğü”nü bu üç şeyde de yaşıyoruz!
Kimi sadece bedenine odaklanmış, fikirsiz ve ruhsuz…
Kimi sadece zihnine odaklanmış, fiziksiz ve ruhsuz…
Kimi sadece ruhuna odaklanmış, fikirsiz ve çürümüş…


Zihin, beden ve ruh!
Bu üç şeyi beraber işlemeli, İslam’ın hayata bütüncül bakışı da bunu gerektirir…
Bunun içindir ki fizik ve metafiziğin eşgüdümünden bahsedilir…
Ve bunun içindir ki bilgi ve eylemin ayrılmazlığından bahsedilir…
Tam da bu bağlamda ruhunu ihmal etmiş rasyonalist bir Müslüman düşünemiyorum…
Yine bu bağlamda ruha dalmış ama aklı işlemeyen bir Müslüman düşünemiyorum…
Ve yine bu bağlamda hantal/hareketsiz/göbekli bir Müslüman düşünemiyorum…


Zihin, beden ve ruh!
Zihnin ilacı düşünce, bedenin ilacı hareket, ruhun ilacı ise manadır…
Her seherde uyanıp ruhumuzu açalım; namazla, zikirle dolduralım…
Her seherde uyanıp zihnimizi açalım; tefekkürle, okumayla canlandıralım…
Her seherde uyanıp yola koyulalım; yürüyerek, koşarak bedenimize can katalım…
Bu üç şeyin kadrini bilelim dostlar!
Bu üç şeyi paralel yürütelim dostlar!
Ve bu üç şeyi her gün her an işletelim dostlar!

Unutmayalım ki;
“İki günü eşit olan ziyandadır!”

(Bu yazı 16.03.2011 tarihinde Timetürk sitesinde yayımlanmıştır)

Okumaya devam et
Yazı

Orta Asya’ya Nasıl Bakmalı? (3)

Önceki yazılarda bu coğrafyaya olan bakışı ele alırken bu yazımızda, bundan sonra bu bölgeye nasıl bakılması gerektiği üzerinde durmaya çalışacağız…

Öncelikle şu tespiti yapmamız gerekir ki soğuk savaş sonrasında Müslümanların, en büyük potansiyel tehlike olarak gündeme alınması Orta Asya coğrafyasına da farklı şekillerde yansımıştır. 

Bu coğrafyanın bu bağlamda büyük talihsizliklerinden biri de Sovyet döneminin İslam’ı hesaba katmayan politikalarının yine büyük ölçüde KGB’den yetişme yöneticiler tarafından daha kaba bir şekilde devam ettirilmesi olmuştur…

Amerika’nın gayrı meşru Afganistan işgaline Rusya’nın, geçmiş acısı ve konjonktürel “küresel İslami terör” rüzgârının da işine gelmesiyle sessiz kalması Özbekistan, Tacikistan ve Kırgızistan gibi ülkelerin de bu işgale çanak tutmalarını doğurmuştur. 

Aslında Rusya’nın görece nötr kalması yanında bahsi geçen ülkeler daha aktif rol üstlenmişler ve bu rollerini de en başta “küresel İslami terör” söyleminin arkasına sığınarak ifa etmişler ve bu söylemin arkasına sığınmak suretiyle kendi bölgelerinde iktidarlarının alternatifi olan İslamcılık potansiyelini daha tam doğmadan boğmaya çalışmışlardır…

Küresel ölçekte İslam’ı etkisizleştirme gayreti üzerinde durduğumuzda aslında bölgeye nasıl bakmamız gerektiğini öngörmüş oluyoruz.

Gözlemlerimiz ve araştırmalarımız neticesinde görebildiğimiz kadarıyla bu coğrafyanın ıslahı ve gelişiminin çözümü, İslam’ın yaklaşım biçiminin daha derli toplu ve kuşatıcı bir şekilde sunumundadır.

Elbette bu ifadenin yalnız başına çok şey ifade etmediğinin hatta teorik kaldığının da farkındayım ama teorik olarak özellikle son dönemlerde çokça tartışılmamış bir coğrafya için teorik tartışmalarımızın öncelikli olduğu kanaatindeyim.

Çözümü İslam’la ilişkilendiriyorsak öncelikle İslamcıların (teorik de olsa) Orta Asya’yı ciddi olarak gündemlerine almaları gerekmektedir.

Acıdır ki, Osmanlı’nın çöküşü döneminde tartışılan “üç tarz-ı siyaset” kapsamında bir tartışmayı dahi henüz bu coğrafya için yapabilmiş ve aşabilmiş değiliz. 

Dolayısıyla teorik çalışmaların ve tartışmaların acilen bu coğrafyayla ilgili tekrar gündeme alınması gerekmektedir.

Bunun için, bu coğrafyayı hiç görmemiş ama İslamcılık iddiasında olanların acilen bu coğrafyayı gezip görmeleri gerekir.

Gezmelerimizin görmelerimizin bir ana şehir ve kulvardan ibaret olmaya başladığı yani turistik ve fantastik olmaya başladığı son dönemlerimizde, daha derinlemesine bu coğrafyanın anlaşılabilmesi için köylerine, varoşlarına ve başkent dışındaki diğer şehirlerine bakmak gerekmektedir.

Türkiye’de 28 Şubat öncesinde başlayan ve 28 Şubatla beraber hazmedilen yeni yaşam biçimiyle dindarlar zenginleşip muhafazakârlaşırken Orta Asya’da neler olup bittiğini biraz zorluğa katlanarak gelip görmeliler.

Kardeşliğin masa başında ve lüks mekânlarda ahkam kesmekle olamayacağını ancak “öteki” Müslüman kardeşlerimizi fark ederek, görerek ve onları yaşayarak öğrenebiliriz…

Ümmet düşüncesinin kapsamının sadece yanı başımızdaki Orta Doğu olamayacağını, Orta Asya diye adlandırılan ve en önemli ortak paydaları dinleri olan bu coğrafyayı görerek ümmetçiliğimizin eksik yanlarını öğrenebiliriz…

Özetle; aşılmadığını düşündüğümüz “üç tarz-ı siyaset” teorisiyle gidecek olursak; bu coğrafyada batıcılığın soğuk yüzü tutmayacak, Türkçülük mikro milliyetçiliği körükleyecek ama İslamcılık bu coğrafyanın potansiyeli olmaya devam edecektir…

Burada en önemli nokta; İslamcıların bunu fark etmeleri, Orta Asya’yı gündemlerine almaları, bilgilerini güncellemeleri, coğrafyayı yaşamalarıdır…

(Bu yazı 10.03.2011 tarihinde Timetürk’te yayımlanmıştır)

Okumaya devam et
Yazı

Orta Asya’ya Nasıl Bakmalı? (2)

Unutturulan bu coğrafya ile 91’de yeniden tanıştığımızda Türkiye’den bakanlar için Alev Alatlı’nın da romanlaştırdığı gibi birkaç bakış açısı vardı; milliyetçilik, para, kadın ve biraz da gönüllülük…

Milliyetçi ilk refleks daha Orta Asya’nın ortalarına varmadan Bakü’de toslayınca anlaşıldı ki Kırgız, Özbek ya da Türkmen zaten kendini Türk hissetmiyormuş ki! Ve her milliyetçi yaklaşım, mikro milliyetçiliği perçinledi ve anlaşıldı ki bu coğrafyanın ruhu ırkçılıkla canlanmaz…

Yine aynı dönemlerde bu coğrafyada açılımın bir tetikleyicisi de Özal oldu. Özal’ın açılımında iki unsur vardı; birincisi Türkiye’nin ihracatını arttırmak, ikincisi ise kültürel anlamda iletişimi yeniden sağlamak için “hizmet” yollarıyla kültürel işbirliği temin etmek…

Dönem dönem insani yaklaşımlar olsa da her halükarda bu coğrafyaya öncelikle çantada keklik ırkdaşlar ve ekonomik açılımın potansiyel müşterileri olarak bakıldı daha çok…

Bu insanların Müslümanlığı, hatta mezhepleri, tarikatları, yaşam biçimleri, İslam Dünyasındaki yerleri ve konumları, yeni dünyadaki muhtemel konumları vb. hususlar büyük ölçüde teğet geçildi…

“Hizmet” adı altında Özal döneminin de motivasyonuyla başlayan çalışmalar bir süre sonra “belirleyici olmaktan çok, mevcudu bir nebze daha ıslah çabası”na dönüştü…

Orta Asya’ya açılımların pragmatik ve lokal kalması beraberinde selefi gurupların da bölgeye açılımını getirdi. Ama selefi guruplar da yapıları gereği marjinal kalmak ve yönetici kitlenin eline malzeme vermek dışında çok da ileri gidemediler…

Ve bugüne gelirken Orta Asya’nın, dünya gündemindeki payı “enerji gündemi” kadar olabildi ancak…

Ve “yeryüzünün herhangi bir yerinde ayağına diken batan kardeşinin acısını hisseden” Müslümanlar ise bu coğrafyada yaşanan acımasız haksızlıklara dahi kapalı oldular…

Filistin’de bir insanın ölümü, Andican’da binlerce insanın bir anda katledilmesinin unutturdu… 

Arabistan’da bir kişinin idamdan kurtarılması, Zeynuddin’in Özbekistan’a teslim edilmesi ve işkenceyle öldürülmesini gizledi…

Oysa temeli “adalet” olan bir inancın mensuplarıysak en yakınımızdakine de en uzaktakine de kapalı olamayız!

Bir dönem Türkiye’nin doğu ve güneydoğu coğrafyasına kapalı oluşunun bedelini nasıl ağır ödediysek ve hala ödemeye devam ediyorsak bir süre sonra da Orta Asya’ya kapalı olmanın bedelini ödeyeceğiz!

Bu coğrafyaya makul ama aktif bir kitlenin kucak açması gerekmektedir.

Türkiye’deki Milli Görüş bu iş için en ideal organizasyondu. 

Ama maalesef doksanlı yıllardan itibaren siyasete fazlasıyla angaje olma ve 28 şubatla beraber bir kısmı içe kapanıp marjinalleşme ve bir kısmı da daha güçlü bir iktidarın cazibesine kapılma derdi, bu kitlenin Orta Asya’ya açılımının önünde en büyük engel olmuştur…

Türkiye’deki diğer İslamcı akımlar ise zaten hiçbir zaman kayda değer bir şekilde Orta Asya’yı gündemlerine alamamışlardır…

(Bu yazı 03.03.2011 tarihinde Timetürk’te yayımlanmıştır)

Okumaya devam et
Yazı

Ortaasya’ya nasıl bakmalı? (1)

Önceki yazılarımızdan da hareketle Orta Asya’yı bir parça bildiğimizi ve anlama gayreti içerisinde olduğumuzu varsayarak, “Orta Asya’ya nasıl bakmalı?” sorusuna cevap aramaya çalışacağız.

Bazı okuyucularımızın tartışmaya açtığı kavramsallaştırma sorununu şimdilik bir tarafa bırakarak Orta Asya diye ifade etmiş olduğum bölgeyi doğuda Çin’le, kuzeyde Rusya’yla, güneyde Afganistan’la ve batıda Ukrayna’dan Türkiye’ye uzanan hatla sınırlandırmış olalım.

Dolayısıyla büyük ölçüde etnik olarak Türk olan ama mikro milliyetçiliğin de yayılmasıyla daha farklı kimlik tanımlamaların söz konusu olduğu, ama aslında en büyük ortak paydası Müslümanlık olan bir coğrafyadan ve halklardan bahsediyoruz.

Müslümanlık ortak paydasına rağmen bu coğrafya İslam Dünyası diye adlandırdığımız ana kütleye bir hayli uzak kalmıştır. Bu uzaklık, coğrafi uzaklıktan çok iletişim kopukluğuyla ilgilidir. 

Uzaklığın sebepleri üzerinde uzun uzun mütalaa yapılabilir ama görebildiğimiz kadarıyla iletişim kopukluğundaki en temel sebeplerden biri, Doğu yerine Batı’nın birçok açıdan cazibeli oluşudur. 

Hatta Rusya gibi, Müslümanlarla ilişkisi geçmişte sorunlu bir ülke bile paradoksal biçimde, İKÖ’yle ilişkiler konusunda Orta Asya devletlerine göre daha aktif olabilmektedir. Tam da bu noktada Üstad Karakoç’u bir kez daha anıp, “altı kardeşi Batı tarafından yutulmuş yedinci ve doğuya yönelmiş çocuğun masalı”na kulak vermeliyiz…

Örneğin, Basmacılar hareketini kaçımız duymuştur?

Basmacılar, 20.yy’ın başlarında gerçek bir direniş örneği sergilemişlerdir bu coğrafyalarda! 

Enver Paşa’yı oralara taşıyan işte bu potansiyeldir! 

Orta Asya coğrafyası kendi içinde ilmi, irfanı ve direnişi yaşatmıştır ama bizler Mısır’da on kişiden oluşan bir cemaat yapılanmasından bile pürdikkat haberdarken bu coğrafyanın tarihine dair ne de az şey bilmişiz!

Orta Asya’da son birkaç yüzyıl içe kapanmakla geçmişse, son yüzyıl da baskıyla örtülmeye çalışılmıştır. 

Semerkand’da Buhara’da hatta Tursunzade köylerinde dolaştığınızda dilden dile dolaşan Basmacıların direnişiyle insanların büyüdüğünü ve inançlarını koruduklarını görürsünüz. 

Bunun içindir ki Enver Paşa, bu coğrafya için anlamlıdır. Çünkü O, Türk ya da Turancı olmaktan daha çok Basmacıdır bu coğrafyalarda. 

Ve son tahlilde, bu direnişçilerle beraber Pamir eteklerinde canını vermiştir…

(devam edecek…)

(Bu yazı 23.02.2011 tarihinde Timetürk’te yayımlanmıştır)

Okumaya devam et
Yazı

Erbakan’ı Doğru Anlamak

Hayata çılgınca baktığım lise çağlarımda Naim Abi’yle Erbakan Hoca’nın İslam Dünyası’ndaki konumunu tartışırdık. O beni Erbakan Hoca’nın tüm dünya liderliğine ikna etmeye çalışırken ben ise Hoca’nın basit cümlelerine takılmıştım. Kitaplar deviriyordum ve kitaplardaki güzel cümlelerle Hoca’nın espriye boğulmuş konuşmaları arasında bir türlü uzlaşı sağlayamıyordum…

Lise son sınıfta Faik Abi girdi devreye ve yolumuz Balgat’ta tipik pansiyon formatında düzenlenmiş Eğitim Merkezi’nde kesişti Erbakan Hoca’yla. 

Çılgın bir adamla tanıştım o gün. Olabildiğince otoriter, olabildiğince devrimci…

“Bir numara olacaksınız! Her ne iş yapıyorsanız yapın ve her ne iş yapacaksanız yapın bulunduğunuz ortamın dominantı olacaksınız! Dağdaysanız çoban, köydeyseniz muhtar, okuldaysanız sınıf başkanı…”

“Sağlık için günde şu kadar saat uyumalı…” direktifleriyle tanışmamıştık, deli kanımızla çılgınlar gibi bütün dünya (hem de yarından da yakın) bizim olacakmışçasına oradan oraya koşturuyorduk. Hem büyüklerimizin hem de bizim kuşağın fitilini ateşliyordu Erbakan Hoca…

Hoca sadece mücadele fitilini ateşlemekle kalmayıp tüm yaşamımızın programını oluşturmaya çalıştı. Belki birileri bunu bir tür mühendislik olarak değerlendirecek ama insafla 30-40 yıl öncesinin konjonktürüne dönülebilse, sesini çıkartamayan ve kendini gizlemek için kırk takla atan bir kitleye verilen mesajın büyüklüğüyle karşılaşılacak…

İlmi salt rızık endişesiyle öğrenen Babam, bir gün şehre gelen “Erbakan isimli zat”ı dinleyerek hayatını anlamlandırmıştır. Cumhuriyetle sindirilmiş sessiz çoğunluğun ses vermesini sağlayandır Erbakan. Bugünlerde özgürce Gazze için Mısır için ses verebilen toplulukların mimarıdır O…

Adalet hakkı teslim etmekse; en büyük adaletsizlik de bir sürecin kurucularını es geçmektir. Veya bir başka açıdan bakarsak; birkaç eksiklik üzerinden bir değeri yok saymaktır. Erbakansız Türkiye’deki İslamcıların/dindarların siyasi-sosyal-ekonomik mücadelelerini doğru anlamış olmayız. Erbakansız Ak Parti’yi de doğru anlamış olmayız. Ve Erbakansız Tunus-Mısır ve Ortadoğu’daki gelişmeleri de eksik anlamış oluruz…

En son birkaç yıl önce görüştüğümüzde de Hoca’dan yine Balgat’ta dillendirdiği cümleleri duydum. “Cihad bir vakitle sınırlı değildir! Ömrün sonuna kadar verilmesi gereken bir mücadeledir! Ve cihad, artık/boş zamanlarda verilmesi gereken bir uğraş değil, en verimli vakitlerimizdeki çabalarımızdır…”

Küreselleşen çağı önceden öngörmüşçesine her bir organizasyona sınırlar aştırandır Hoca. Kırgızistan’da ilk adil düzen uygulamalarını, Pakistan’la, Mısır’la tecrübe paylaşımını böyle okumalı. Avusturya’ya, Kanada’ya, Güney Afrika’ya uzanmayı böyle görmeli, son on yıldaki daralmaya rağmen…

Hoca’da hiçbir şey değişmedi yaşı dışında. Değişimin tabulaştırıldığı bir çağda O ısrarla ve inatla değişmiyordu.  Değişime kapalı olmak bir eleştiri sebebiyse savunularında sebat etmek de bir kararlılık göstergesiydi.

Hoca kırk yılı aşkın mücadelesinde fiziksel ve fikirsel anlamda yalnızlığıyla imtihan olurken biz de tarihe yön veren bir mücadele adamına hakkını teslim edip etmemekle imtihan oluyoruz.

Birçok kıymet, yitirildikten sonra anlaşılır. Erbakan’ın yanlışlıkları O’nun hakkını teslim etme haksızlığına sürüklememeli bizi.

Bir gün gelecek hepimiz O’nun için “çığırlar açan idealist bir insandı!” diyeceğiz, son tahlilde…

(Bu yazı 17.02.2011 yılında Erbakan Hoca’nın vefatından 10 gün önce timeturk sitesinde yayımlanmıştır.)

Okumaya devam et
Yazı

Ortaasya ile tanışmak


Tarih bölümünde okurken Ortaasya Tarihi derslerini bir türlü sevemedim. Belki de hocamızın kendini Atilla’nın atının kuyruğunun bağlanış biçimine, kımızın lezzetlerine, kafatası ölçümlerine odaklamasıydı beni bu derslerden soğutan.
“Ümmet” kelimesi ile “Ortaasya” kelimesi birbirine tezat algılanmaktaydı o hızlı dönemlerimizde ve Doğu’nun ortasının cazibesi ve sıcaklığı Asya’nın ortasının uzaklığına ve soğukluğuna galebe çalmaktaydı…
Gün geldi, en hoşlanmadığım dersle imtihan oldum ve Ortaasya’nın havasını teneffüs ettim yıllarca. En önemsiz gibi gelen nice bilgileri tek tek yaşadım. Faydasız zannettiğimiz bilgilerin bile günü ve zamanı geldiğinde yüzyüze kalacağımız gerçeklikler olacağını anladım.
Atilla’nın, Timur’un at koşturduğu vadilerin, çöllerin ve dağların İbn Sina’ya da meskenlik ettiğini, Mevlana’yı doğurduğunu, Buharîlere ev sahipliği yaptığını yakinen yaşadım ve bir coğrafyanın bizim merkezimize uzak olmasının verimsizlik algılamasına gerekçe olamayacağını anladım.
Hani şehirlerin ruhu olduğunu söyleriz ya; bu coğrafyada her şeye rağmen ruhu bir kalıba oturmuş, dinginlik ve sükûnetle yoğrulmuş şehirler tanıdım. Mekke’de, İslamabad’da, Bosna’da, İstanbul’da, Diyarbekir’de, Gazze’de dolaşmakta olan ruhun, Semerkand’da da, Buhara, Hojand ve Celalabad’da da dolaştığını anladım.
Beş yıl önce ilk seyahatimden önce birkaç okuma yapmak istedim. Ortaasya’nın son 75 yılına rengini vermiş olan Rusya’ya ve tarihine dair kayda değer eser bulamayarak ilk şoku yaşadım. Oysa yanı başımızda onlarca Batı Tarihi çalışması vardı. Bir yönümüze (Doğu’ya yani) ne denli kapalı olduğumuzu ve bir yanımın eksikliğini anladım.
Yıllarca nice güzel insanlar tanıdım bu coğrafyalarda. Beraber gülebildiğimiz, beraber eğlenebildiğimiz ve beraber ağlayabildiğimiz ortak değerlerimizin çokluğunu gördüm. Algılamalarımızın tersine bu ortak alanları şekillendirenin etnik yapı değil İslam kültürü olduğunu anladım.
Alnında secde izi olan, yüzüne baktığınızda size Allah’ı hatırlatan, İstanbul ve Diyarbakır’da yaşadığım kardeşliğe eş yüreği cesur dostlar tanıdım. Ortaasya’ya kapalı bir kardeşliğin eksik kalacağını anladım.

 

Uzaktan gazel okuduğumuz ya da gazel okumaya dahi gerek duymadığımız Ortaasya ile tanışırken Ümmet’in diğer bir parçasına uzaklığım(ız)dan utandım. Bu coğrafyaya Atilla’nın atını kutsayarak bakmak kadar “hiç bakmama”nın da yanlışlığını anladım.
 
(Bu yazı 10.02.2011 tarihinde Timetürk’te yayımlanmıştır)
Okumaya devam et