Unutturulan bu coğrafya ile 91’de yeniden tanıştığımızda Türkiye’den bakanlar için Alev Alatlı’nın da romanlaştırdığı gibi birkaç bakış açısı vardı; milliyetçilik, para, kadın ve biraz da gönüllülük…

Milliyetçi ilk refleks daha Orta Asya’nın ortalarına varmadan Bakü’de toslayınca anlaşıldı ki Kırgız, Özbek ya da Türkmen zaten kendini Türk hissetmiyormuş ki! Ve her milliyetçi yaklaşım, mikro milliyetçiliği perçinledi ve anlaşıldı ki bu coğrafyanın ruhu ırkçılıkla canlanmaz…

Yine aynı dönemlerde bu coğrafyada açılımın bir tetikleyicisi de Özal oldu. Özal’ın açılımında iki unsur vardı; birincisi Türkiye’nin ihracatını arttırmak, ikincisi ise kültürel anlamda iletişimi yeniden sağlamak için “hizmet” yollarıyla kültürel işbirliği temin etmek…

Dönem dönem insani yaklaşımlar olsa da her halükarda bu coğrafyaya öncelikle çantada keklik ırkdaşlar ve ekonomik açılımın potansiyel müşterileri olarak bakıldı daha çok…

Bu insanların Müslümanlığı, hatta mezhepleri, tarikatları, yaşam biçimleri, İslam Dünyasındaki yerleri ve konumları, yeni dünyadaki muhtemel konumları vb. hususlar büyük ölçüde teğet geçildi…

“Hizmet” adı altında Özal döneminin de motivasyonuyla başlayan çalışmalar bir süre sonra “belirleyici olmaktan çok, mevcudu bir nebze daha ıslah çabası”na dönüştü…

Orta Asya’ya açılımların pragmatik ve lokal kalması beraberinde selefi gurupların da bölgeye açılımını getirdi. Ama selefi guruplar da yapıları gereği marjinal kalmak ve yönetici kitlenin eline malzeme vermek dışında çok da ileri gidemediler…

Ve bugüne gelirken Orta Asya’nın, dünya gündemindeki payı “enerji gündemi” kadar olabildi ancak…

Ve “yeryüzünün herhangi bir yerinde ayağına diken batan kardeşinin acısını hisseden” Müslümanlar ise bu coğrafyada yaşanan acımasız haksızlıklara dahi kapalı oldular…

Filistin’de bir insanın ölümü, Andican’da binlerce insanın bir anda katledilmesinin unutturdu… 

Arabistan’da bir kişinin idamdan kurtarılması, Zeynuddin’in Özbekistan’a teslim edilmesi ve işkenceyle öldürülmesini gizledi…

Oysa temeli “adalet” olan bir inancın mensuplarıysak en yakınımızdakine de en uzaktakine de kapalı olamayız!

Bir dönem Türkiye’nin doğu ve güneydoğu coğrafyasına kapalı oluşunun bedelini nasıl ağır ödediysek ve hala ödemeye devam ediyorsak bir süre sonra da Orta Asya’ya kapalı olmanın bedelini ödeyeceğiz!

Bu coğrafyaya makul ama aktif bir kitlenin kucak açması gerekmektedir.

Türkiye’deki Milli Görüş bu iş için en ideal organizasyondu. 

Ama maalesef doksanlı yıllardan itibaren siyasete fazlasıyla angaje olma ve 28 şubatla beraber bir kısmı içe kapanıp marjinalleşme ve bir kısmı da daha güçlü bir iktidarın cazibesine kapılma derdi, bu kitlenin Orta Asya’ya açılımının önünde en büyük engel olmuştur…

Türkiye’deki diğer İslamcı akımlar ise zaten hiçbir zaman kayda değer bir şekilde Orta Asya’yı gündemlerine alamamışlardır…

(Bu yazı 03.03.2011 tarihinde Timetürk’te yayımlanmıştır)