Önceki yazılarda bu coğrafyaya olan bakışı ele alırken bu yazımızda, bundan sonra bu bölgeye nasıl bakılması gerektiği üzerinde durmaya çalışacağız…

Öncelikle şu tespiti yapmamız gerekir ki soğuk savaş sonrasında Müslümanların, en büyük potansiyel tehlike olarak gündeme alınması Orta Asya coğrafyasına da farklı şekillerde yansımıştır. 

Bu coğrafyanın bu bağlamda büyük talihsizliklerinden biri de Sovyet döneminin İslam’ı hesaba katmayan politikalarının yine büyük ölçüde KGB’den yetişme yöneticiler tarafından daha kaba bir şekilde devam ettirilmesi olmuştur…

Amerika’nın gayrı meşru Afganistan işgaline Rusya’nın, geçmiş acısı ve konjonktürel “küresel İslami terör” rüzgârının da işine gelmesiyle sessiz kalması Özbekistan, Tacikistan ve Kırgızistan gibi ülkelerin de bu işgale çanak tutmalarını doğurmuştur. 

Aslında Rusya’nın görece nötr kalması yanında bahsi geçen ülkeler daha aktif rol üstlenmişler ve bu rollerini de en başta “küresel İslami terör” söyleminin arkasına sığınarak ifa etmişler ve bu söylemin arkasına sığınmak suretiyle kendi bölgelerinde iktidarlarının alternatifi olan İslamcılık potansiyelini daha tam doğmadan boğmaya çalışmışlardır…

Küresel ölçekte İslam’ı etkisizleştirme gayreti üzerinde durduğumuzda aslında bölgeye nasıl bakmamız gerektiğini öngörmüş oluyoruz.

Gözlemlerimiz ve araştırmalarımız neticesinde görebildiğimiz kadarıyla bu coğrafyanın ıslahı ve gelişiminin çözümü, İslam’ın yaklaşım biçiminin daha derli toplu ve kuşatıcı bir şekilde sunumundadır.

Elbette bu ifadenin yalnız başına çok şey ifade etmediğinin hatta teorik kaldığının da farkındayım ama teorik olarak özellikle son dönemlerde çokça tartışılmamış bir coğrafya için teorik tartışmalarımızın öncelikli olduğu kanaatindeyim.

Çözümü İslam’la ilişkilendiriyorsak öncelikle İslamcıların (teorik de olsa) Orta Asya’yı ciddi olarak gündemlerine almaları gerekmektedir.

Acıdır ki, Osmanlı’nın çöküşü döneminde tartışılan “üç tarz-ı siyaset” kapsamında bir tartışmayı dahi henüz bu coğrafya için yapabilmiş ve aşabilmiş değiliz. 

Dolayısıyla teorik çalışmaların ve tartışmaların acilen bu coğrafyayla ilgili tekrar gündeme alınması gerekmektedir.

Bunun için, bu coğrafyayı hiç görmemiş ama İslamcılık iddiasında olanların acilen bu coğrafyayı gezip görmeleri gerekir.

Gezmelerimizin görmelerimizin bir ana şehir ve kulvardan ibaret olmaya başladığı yani turistik ve fantastik olmaya başladığı son dönemlerimizde, daha derinlemesine bu coğrafyanın anlaşılabilmesi için köylerine, varoşlarına ve başkent dışındaki diğer şehirlerine bakmak gerekmektedir.

Türkiye’de 28 Şubat öncesinde başlayan ve 28 Şubatla beraber hazmedilen yeni yaşam biçimiyle dindarlar zenginleşip muhafazakârlaşırken Orta Asya’da neler olup bittiğini biraz zorluğa katlanarak gelip görmeliler.

Kardeşliğin masa başında ve lüks mekânlarda ahkam kesmekle olamayacağını ancak “öteki” Müslüman kardeşlerimizi fark ederek, görerek ve onları yaşayarak öğrenebiliriz…

Ümmet düşüncesinin kapsamının sadece yanı başımızdaki Orta Doğu olamayacağını, Orta Asya diye adlandırılan ve en önemli ortak paydaları dinleri olan bu coğrafyayı görerek ümmetçiliğimizin eksik yanlarını öğrenebiliriz…

Özetle; aşılmadığını düşündüğümüz “üç tarz-ı siyaset” teorisiyle gidecek olursak; bu coğrafyada batıcılığın soğuk yüzü tutmayacak, Türkçülük mikro milliyetçiliği körükleyecek ama İslamcılık bu coğrafyanın potansiyeli olmaya devam edecektir…

Burada en önemli nokta; İslamcıların bunu fark etmeleri, Orta Asya’yı gündemlerine almaları, bilgilerini güncellemeleri, coğrafyayı yaşamalarıdır…

(Bu yazı 10.03.2011 tarihinde Timetürk’te yayımlanmıştır)