PATİNAJDAN KURTULMAK

Bazen öyle anlar geliyor ki, insan farkına bile varmadan olduğu yere saplanıp kalıyor,İlerlemiyor,İlerleyemiyor,Daha da kötüsü, ilerlemeye dair hevesini bile...

DİNDARLARIN YENİ ÇEYREK İMTİHANI; YÜZLEŞMELER

Önceki yazımda 20.yy’ın ilk çeyreğini “dağılma”, ikinci çeyreğini “içe kapanma”, üçüncü çeyreğini “toparlanma”, dördüncü çeyreğini “iktidara gelme” olarak tasnif...

DİNDARLARIN ÇEYREK İMTİHANI

Uzun süreli toplumsal değişimleri anlayabilmenin ve anlatabilmenin en pratik yöntemlerinden biri de dönemlere ayırmaktır. Bu yazıda özellikle dindar, muhafazakar,...

GAZZE VE ÖTESİ

Hadiseler olduğunda çoğunlukla hadiselerin sıcaklığını konuşmak isteriz. Biz farklı bir şey yapalım ve Gazze’de devam etmekte olan sıcak hadiseleri...

Dayanıklı Toplum İçin Dayanıklı STK Nasıl Olmalıdır? (Maratonda 35. Kilometre)

Dayanıklı toplum ile sivil toplum kuruluşlarını birlikte ele alacağız. Bendeniz maraton koşmuş birisiyim. Maraton koşusu 42 kilometredir ve bunun...
Yazı
PATİNAJDAN KURTULMAK
Yazı
DİNDARLARIN YENİ ÇEYREK İMTİHANI; YÜZLEŞMELER
Yazı
DİNDARLARIN ÇEYREK İMTİHANI
Yazı
GAZZE VE ÖTESİ
Yazı
Dayanıklı Toplum İçin Dayanıklı STK Nasıl Olmalıdır? (Maratonda 35. Kilometre)
Yazı

Mevlana Nereli ve Kimin?

Kimlikler genellikle kişilerin doğduğu coğrafyayla ve yaşadıkları tarihle ilişkili olarak ifade edilir. Büyük insanların coğrafyaları geniş,  tarihleri de uzun olur. Zamanı ve mekânı zorlarlar. Bir köyle, kasabayla ya da bir ülke ile sınırlı kalmazlar. Bulundukları çağın ötesine geçerler.  Hatta kendi çağlarında tam anlaşılamadıkları için sözlerini sonraki çağlara söylerler.
Bunun içindir ki büyük insanları herkes sahiplenir. Kimi mekânıyla sahiplenir, kimi etnik kimliğiyle. Kimi doğduğu yere bakar, kimi de öldüğü yere. Elbette hepsi kıymetlidir ama en kıymetlisi büyük insanları fikirleriyle sahiplenmektir. Mevlana’nın Tacik ya da Türk olmasından öte çağlara ve çağımıza ne söylediği daha anlamlıdır. Tacikistan’a, Türkiye’ye, İran’a ve şimdilerde Batı’ya ne mesaj verdiği daha kıymetlidir.
2007’de Tacikistan’a ilk gittiğimde Tacik arkadaşlar sık sık Mevlana’dan bahsederlerdi. Dil bilmemenin de etkisiyle acaba başka birinden mi bahsediliyor diye düşünürdüm. Tacik arkadaşlardan biri Mevlana’nın Tacikistan’da doğduğunu ve 9 yaşında Anadolu’ya hicret ettiğini söyleyince inanamamıştım. Çünkü bize göre Mevlana Konyalıydı, olmadı Afganistanlıydı.
Duşanbe’deyken aynı yıl Mevlana’nın doğumunun 800. yılı kutlandı. Konuyla ilgili uluslararası bir sempozyum da düzenlendi.  Alimler, akademisyenler ve yazarlar davet edildi. Bu sempozyumla beraber Mevlana’nın doğum yeri ile ilgili detaylara inme fırsatımız oldu. Meğer çoğumuzun Konyalı bildiği, bir kısmımızın İranlı, Afganistan’lı bildiği Mevlana meğer Tacikistan’da dünyaya gelmiş.
Özellikle son dönem Mevlana araştırmacıları, babasına da atfen Mevlana’nın Vahş bölgesinde dünyaya geldiğini söylerler. Vahş bölgesi başkent Duşanbe’den 100km kadar uzakta bir bölge. Mevlana’nın Kurgantepe diye adlandırılan şehirde dünyaya geldiği söylenir. Kurgantepe şehri Afganistan’a çok yakın ve Mevlana’nın doğduğu diğer yer olarak belirtilen Belh’e 200km mesafede.
Tacikistan’da çok sayıda Afgan yaşar. Afganlar ticaretin, hayatın içindedirler. Kültür olarak Taciklerden çok farklı değiller. Afganlar Celaleddin-i Rumi yerine özellikle Celaleddin-i Belhî derler. Alışkanlık olsa gerek ki Taciklerin de bir kısmı Mevlana’yı Celaleddin-i Belhî  olarak adlandırırlar.
Tacikler Mevlana’yı kendilerinden kabul ederler, resmi heyetler de dahil Türkiye’ye geldiklerinde Konya’yı ziyaret ederler. 2012 yılında Tacikistan devlet başkanı, Mevlana’nın vefat yıldönümü dolayısıyla Konya’daki “şeb-i ârûz” programına katılır ve Kurgantepe ile Konya kardeş şehir ilan edilir.Aynı şekilde Türkiye’den gidenler de başta Cumhurbaşkanı olmak üzere hemen tüm yetkililer Mevlana’nın doğum yerine uğrarlar.
Sadece Tacikler değil; Özbekler ve Orta Asyalıların çoğu ilginç bu geleneği hala uygularlar. Hacca gitmek büyük bir törenle gerçekleşir. Hacılar önce Konya’ya gelerek Mevlana’yı ziyaret ederler, akabinde Kabe’ye geçerler.
Tacikler gibi Afganlılar ve İranlılar da Mevlana’yı sahiplenirler. Afganlılar Belh’te doğduğunu savunurlar. Belh’te de aynı şekilde Mevlana’nın doğum yerini simgeleyen kerpiçten yapı vardır.
Başta belirttiğimiz gibi büyük insanlar tüm insanlığa malolurlar. Kendi dar kimliklerinden sıyrılırlar. Dilleriyle, yaşantılarıyla, yapıp-ettikleriyle artık kendileri olmaktan çıkıp başkaları için yaşayan hale gelirler. Mevlana gibi tasavvuf yolunu tutmuş kişilerde bu husus çok daha belirgin görünür. Mevlana ne güzel özetlemiş; “Gönüllerin birliği, dillerin birliğinden daha güzeldir”.
Yine Mevlana’nın der ki; “Birleştirmek için geldik, ayırmak için değil”. Bu büyük insanlar birleştiricidirler. Şuculuk buculuk peşinde koşmazlar. Falan şahısla, filan gurupla işleri olmaz. Zamanevi fikirler onları pek ilgilendirmez. Asırlar sonrasına hitap ederler. Herbir insanın derdine deva olacak muhtelif reçeteler barındırırlar.
Aslında etnik olarak Mevlana’nın kim olduğu zaten bu yazının ana konusu olmadığından son kararı akademisyenlere bırakalım. Umarım araştırmacılarımız da gidip yerinde araştırma yaparlar. Sadece Konya’dan bakarak Mevlana tarifi yapmazlar.
Doğumu bile bu denli tartışmalı olan Mevlana dünyada çok farklı şekillerde algılanmıştır. Denebilir ki çeşit çeşit Mevlana var dünyada. Bu tip büyük şahsiyetleri bir düşünce kalıbına hapsetmek yanlıştır.  Son dönemlerde moda olduğu üzere Mevlana hümanizmle anılmaya çalışılıyor. Zamanını aşmış şahsiyetleri nereye oturtmak isterseniz oraya oturtabilirsiniz. Bu kadar çok yönlü bir kişiliği hümanist de yapabilir, batınilikle de suçlayabilirsiniz. Hatta isterseniz pornografik izahatlar da yapabilirsiniz. Teşbihte hata olmasın; fili neresinden tuttuğunuza bağlı olarak çok sayıda Mevlana çıkar ortaya.
Mevlana’ın Tacik mi, Türk mü, Afgan mı olduğunun esas meselemiz olmadığını bilerek Mevlana’yı ortak değerimiz olarak görelim. O en özet şekliyle bir velidir; Allah dostudur. Hikmet ve irfan sahibidir. edebi şahsiyeti ile bir aşk insanıdır.
Mevlana der ki;
“Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız! 
Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir.”
Ârif kişiler doğdukları yeri de öldükleri yeri de önemsemezler. Hatta doğdukları ve öldükleri yerin bilinmesinden dahi hoşlanmazlar. Çektikleri acıları bir ömür boyu gizleyecek Habbab bin Ered erdemi gösterirler.
Memleketten ayrılması, ayrılık ve gurbet düşüncesidir belki de Mevlana’yı bu kadar dertli kılan. Mesnevi’deki ayrılık vurgusu ilahi midir coğrafi midir? Kamışın kökünden sökülüp neye dönüşmesi nasıl bir firaktır? Ta Belh’ten ya da Kurgantepe’den binlerce km aşıp gelmek, hem de yaya; mutlaka büyük çileler barındırır.
Tüm bu karmaşa içerisinde aslında Mevlana bize, çağımıza yeniden bir şeyler söylüyor. Hem Tacikistan’dan, Hem Afganistan’dan hem de Konya’dan sesleniyor bize. Ne söylediğini tam idrak etmenin yolu best-seller Mevlana romanlarından değil, direkt Mesnevi’den geçer.

 

E tabi Osmanlıca tartışmalarının bu denli sıcak olduğu bugünlerde Osmanlıca bilenlerin Mevlana’yı bihakkın anlamak için çok şanslı olduklarını da kenara not edelim.
(Bu yazı 12.12.2014 yılında Gerçek Hayat dergisinde yayımlanmıştır)
Okumaya devam et
Yazı

Bir Öğretmen Bir Okul

İmam Hatip okullarının sayısı son iki yılda hızla arttı. Bunu eleştirenler, İmam Hatiplerin henüz eski oranına dahi ulaşmadığını göz ardı ederek eleştiri yapmaktadırlar. Bugünkü İmam Hatip öğrenci sayısı ülkemizdeki tüm öğrencilerin %10’una bile tekabül etmemektedir. Oysa bu oran 28 Şubat öncesinde %12’ler civarındaydı. Yani İmam Hatip öğrencileri nicelik olarak henüz mağduriyetin başladığı dönemdeki oranı dahi yakalayabilmiş değil. Bir bakıma 28 Şubat’ın İmam Hatip okullarına yönelik zulmü henüz tam anlamıyla telafi edilememiş olduğundan bu eleştirileri makul görebilmek de kanaatimce pek mümkün değil.
Fakat bu artışla beraber en önemli husus, niceliğin hızına, niteliğin eşlik edememiş olmasıdır. İmam Hatip okullarını kendilerine dert edinmiş, bu okulların ülke geleceği için önemine inanan kişi ya da guruplar (bir kısım cemaatler, vakıflar, dernekler, merkezler) bu bağlamda faaliyetler yapmakta, mümkün olduğunca kaliteyi arttırmaya dönük çaba göstermektedirler. Ama sayının hızlı bir şekilde artmasının doğurduğu kontrolsüzlük sebebiyle oluşmuş olan karmaşayı düzenleyecek mekanizmaların yetersizliği dolayısıyla niteliğe odaklanmanın tatmin edici olmaması önemli bir problem olarak önümüzde durmaktadır. İmam Hatiplerin önünün açılmasını önemli bir merhale olarak görmekle beraber ani büyümenin getirdiği sıkıntılarla yüzleşerek sorunları minimize etme çabaları elbette takdire şayandır.
Tüm bu kişi ve kuruluşlar kendi kapasitelerince ve alanlarının elverdiği ölçüde niteliğe katkıda bulunmaya çalışsalar da denebilir ki İmam Hatip öğrencileri ile ilgili çalışmalarda bir curcuna yaşanmaktadır. Çok başlılığın alabildiğine fazla olduğu bu alanda çalışmalar arasında koordinasyon olmaması önemli sorunlara sebebiyet vermektedir. Çoğu zaman herkesin yaptığı işi hiç kimse yapmamakta ve maalesef çalışma yapan gurupların bir kısmı birliktelik duygusundan çok alan kapma kaygısıyla hareket etmektedirler.
Böyle bir dönemde İmam Hatip okullarında gençlerimizin niteliğini arttırmaya dönük çabalarda kişisel gayretlerin de anlamlı ve etkili olduğunu görmekteyiz. Seksenli ve doksanlı yıllarda okuduğumuz İmam Hatip okullarında da benzer şekilde kişisel çabaların çok önemli rolü vardı. Okulların çoğunda bir öğretmen ya da bir idareci bir başına o okulun toparlanmasında önemli rol üstlenebilmekteydi. Bazen bir öğrenci bir sınıfı yönlendirmekteyken bazen de bir veli bir okulun en önemli teknik problemlerini dayanışma ile çözebilmekteydi.
Necip Fazıl’ın “Kim var diye seslenilince sağına ve soluna bakmadan ben varım!” diye ifade ettiği yaklaşımla bugünlerde de “ben varım” diyebilen öğretmenlere, yöneticilere, velilere ve en önemlisi öğrencilere/gençlere ihtiyacımız olduğu kanaatindeyim. İmam Hatip okullarımızı muhtelif zamanlarda gezdiğimizde, öğrencilerimizle ve öğretmenlerimizle hasbihal ettiğimizde umut vadeden kişileri ve teşebbüsleri görmekteyiz. Bu teşebbüsler şüphesiz önümüzdeki yıllarda İmam Hatip okullarındaki nitelik problemini büyük ölçüde giderecektir. Ama en önemli mesele sayıları ikibini aşan İmam Hatip okullarında digergamlık duygusu ile öğretmenlerin, idarecilerin, velilerin ve gençlerin öncülük yapacak yeni çığırlar açmasıdır.
Bir kişinin nelere kadir olduğunu, koca bir okulu nasıl dönüştürebildiğini Arnavutköy’deki okulu ziyaretimizde keşfettik. Haraççılar İmam Hatip Lisesi’ndeki gençlerin birer Kudüs aşığı olduklarını, bir kısmının kendi imkanlarıyla Kudüs’e gittiğini ve bir kısmının da hayırseverlerin katkısı ile Kudüs’e gönderildiklerini gördük. Tüm bu çabanın arkasında Ali Yelgün öğretmenimiz var. Yıllardır kendini Kudüs davasına adamış Ali Hoca, iki yıldır öğretmenlik yaptığı bu okulu; öğrencisiyle, öğretmeniyle, velisiyle heyecanlandırmış ve yetim öğrenciler dahil Kudüs’e gidebilmelerine zemin hazırlamış. Bir öğretmen bir başına bir okulu dönüştürebilmişse her okulda birkaç idealist öğretmen, kararlı idareci, fedakar veli, yiğit genç neler yapmaz ki!
İmam Hatip okulunu kitap meclisine çevirecek bilge öğretmenlere ihtiyacımız var…
İmam Hatip okulunu sanat merkezine çevirecek sevdalı öğretmenlere ihtiyacımız var…

İmam Hatip okulunu insani yardım ortamına çevirecek yardımsever öğretmenlere ihtiyacımız var…

(Bu yazı 05.12.2014 yılında Gerçek Hayat dergisinde yayımlanmıştır)

Okumaya devam et
Yazı

Derin Kavrayış


Dostoyevski’yi adamakıllı okumak birkaç yıl önce Taşkent’te nasip olmuştu. Madem Rusya hinterlandında yaşayacaktık atmosfere uygun kitaplar okumalıydık. Tolstoy ve Dostoyevski ile başlamak ilk akla gelendi, besmeleyi “Suç ve Ceza” ile çektik.
Klasikler boşuna klasik olmuyormuş, kitap beni öyle sardı ki bir süre sonra kendi kendime “yazar bu anlattıklarını yaşamış olmalı” diye mırıldandım. Raskolnikov’un yaşadıklarını yaşamadan bir katilin psikolojik tahlili bu denli yapılamazdı. Yazar romanındaki kahramanla benzer şeyleri mutlaka yaşamış olmalıydı. Dönüp baktığımda Dostoyevski’nin benzer şeyleri yaşadığını öğrendim de rahatladım.
Yaşanmadan idrak edilemeyeceğini bir kenara not ettim, hatta belki daha sonra okuduğum birçok kitaba bu türden önyargılarla yaklaştım.
Yazarlar ve eserleri hakkındaki bu düşünceden çok sonraları Irak ve Suriye’de IŞİD çıktı, aslında zaten varolan bir şey nedense şimdilerde kendini gösterdi ya da şimdilerde fark edildi. IŞİD’e hem ülkemizden hem diğer ülkelerden katılımları görünce meseleye daha yakından bakmaya ve anlamaya çalıştım. “Kadınlar IŞİD’de ne buluyor?” başlıklı bir röportaj ile karşılaştım. Magazinel bir haber sanarak yüzeysel olarak göz gezdirdiğim röportajda karşıma derinlemesine bir “travma” bahsi çıktı. Murat Paker’in travmatik durumla ilgili derin tahlillerini okuyunca Dostoyevski’de olduğu gibi dönüp Paker’e baktım, mutlaka benzer süreçleri yaşamış olmalıydı. Bu denli önemli tahliller yaşanmadan yapılabilir miydi?
Bu kez karşıma bilim çıktı.
Yaşanmışlığı ve araştırmacılığı bir kenara not ederken hayatımda iz bırakan bir ürpertiyi de Sezai Karakoç’ta yaşadım.
Suriye mevzusunun ilk ortaya çıktığı ve oldukça sıcak olduğu günlerdi. Medyaya verilen demeçlere göre Beşşar’ın gitmesine ramak kalmıştı; bu gün, bilemedin yarın gidecekti, üç ayı geçemezdi. 
İşte tam böyle bir zamanda Karakoç’un Cumartesi sohbetlerinden birini başından sonuna kadar not alarak dinledim. Öyle önemli değerlendirmeler yapıyordu ki bu Karakoç, sadece Suriye değil tüm bölgede yaşamış olmalıydı. Yoksa şu mısralar Şam’ı görmeden nasıl yazılabilirdi?
“Ben Şam’ı bin yıl öncesinden bilirim
Annemin sütü kadar yakın bana
Babamın uğradığı son antik çarşı
Dedemin kılıcını dayadığı surlarına”
Gündelik tartışmalardan bu denli uzak ve ama güncelin arkaplanına bu denli nüfuz etmiş bir yaklaşım tesadüf olamazdı.
Sezai Karakoç’un konuşmasını başından sonuna kadar dinleyince kenara “irfanı” not ettim, hikmet deyin siz buna.
Bilgi de yaşamak da kavrayış da derinlik ister. Derinleştikçe herbiri erdemin ulu bir dağı olan bu kavramların eteklerine ulaşılır. Derinleşmek yorulmaktır, ızdırap çekmektir. Kimi zaman dirsek/diz çürütmekle olur, kimi zaman inadına yaşamakla, kaçmadan yaşamakla. Kimi zaman da herkes koşarken durarak, sakinleşerek derin sancılarla kıvranmakla olur.
Hangisini seçersek seçelim gösteriyi değil, senaryoyu okuyalım.
Hangisini seçersek seçelim “kuklayı değil kuklacı”yı hedef alalım.
Hangisini seçersek seçelim bugünü değil yarını yakalayalım.

 

(Bu yazı 28.11.2014 yılında Gerçek Hayat dergisinde yayımlanmıştır)
Okumaya devam et
Yazı

ÂLEMİMİZİ YİTİRDİK!

Sahip olduğumuz değerleri yitireceğimizi bile bile o değerlerin kıymetini bihakkın yaşayamamanın acısıyla yüzleşiyoruz. Yitirildiği her gün kıymeti daha fazla anlaşılacak Seyda Molla Bahri, bütün gürültülü söylemlerimiz arasında sessizce aramızdan ayrıldı, Sevgili’sine kavuştu. O, Sevgili’sine kavuşurken biz âlemimizi yitirdik…

Babası, Şeyh Şerif’in yanıbaşında mücadelenin her türlü zorluklarına göğüs geren, kendisi Cumhuriyet tarihinin feleğinden geçerek son on yılların başarılarının fiili duacısı olan cesur hocamızı yitirdik…

En meşakkatli zamanlarda bile tam anlamıyla ilim talebesi olmanın gereklerini yapan, ölümcül hastalıklara rağmen ilim deryasında ömrünün son demlerine kadar emek veren Doğu’nun büyük âlimini yitirdik…

Yılda bir kez tüm çevre köylerin katılımıyla uzun bir yürüyüşün ardından çıktığımız Sultan Qubeysi’de at üstünde beyaz sarığı ve cübbesiyle önde giden heybetli insanımızı yitirdik…

İlim ile irfanı birleştirmiş, zikriyle fikrini harmanlamış, zühdü ve takvayı kuşanmış, elinde kitabı ve tesbihi düşmeyen, uzun secdeleriyle alnında iz kalan şeyhimizi yitirdik…

Tarikat dersi vermek istemediğini bildiğimiz halde bir gün ısrarla dizinin dibine oturmuştuk da en son bizi kırmayıp ders vermiş ve bütün şekilcilikten uzak; “Her nerede olura olsun zikrinizi yapın, cehri ya da hafi farketmez, yürürken ya da arabada farketmez, yeter ki ihmal etmeyin…” diyen mürşidimizi yitirdik…

Bu denli ilmi birikime ve irfani derinliğe rağmen herdem mütevazi tavrıyla, mütebessim edasıyla, çocukların dahi kendisiyle mutlu olduğu huzurumuzu yitirdik…

Medrese eğitimi alırken farklı kitaplar okuduğumuz gizliden kendisine şikayet edilip “Halit …… şucu oldu!” dendiğinde, “İşinize bakın, Halit ….. şucu/bucu olmaz” diyecek kadar talebelerine güvenen büyüğümüzü yitirdik…

Ruşen Çakır kendisiyle röportaj yaptığında İslam Dünyasını bekleyen tehlikelere dikkat çekerken Milli Görüş’te tecessüm etmiş siyasi duruşun ilkesel boyutunu günübirlik siyasi mülahazalardan uzak işaret taşlarıyla sunan öncümüzü yitirdik…

Bir süre önce hastanedeyken ziyaret ettiğimizde, acılarına rağmen zikriyle ibadetiyle meşgul olan, herkesimden insanın sevip saygı duyduğu kanaat önderimizi yitirdik…

Doksanını aşmış, Şeyh Said’den Bediuzzaman’a, Şeyh Haydar Baba’dan Erbakan Hoca’ya bir asra tanıklık etmiş, Ğedmem’den Züweyr’e, Sarıcan’dan Yeğ’e bir coğrafyanın ilim ve irfan tarihine damgasını vurmuş, sadaka-i cariyesi olan talebeleriyle ve sevenleriyle günümüze iz bırakmış, alimliğini ve şeyhliğini bütünleştirmiş, siyasi ve sosyal hayata bütüncül bakabilmiş ve sorunların çözümüne öncülük yapmış çok kıymetli Seyda Molla Bahri’yi yitirdik…

Âlim’in ölümü âlemin ölümüdür…

Âlemimizi yitirdik…

Okumaya devam et
Yazı

Yetinmek!


Çanakkale’nin Bayramiç ilçesinde yaşlı bir çiftin evi geçenlerde yandı, bir tek canlarını kurtarabildiler. Türkiye genelinde yaşlı çift için yardım kampanyası başlatıldı ve 2-3 gün içinde hesaplarında 95.000TL para birikti…
Rivayete göre yaşlı amca hesapta bu denli para biriktiğini öğrenir öğrenmez basına açıklama yapıp; yardım edenlere teşekkür ederek bu paranın kendileri için yeterli olduğunu, daha başka para göndermemelerini duyurur
Bu hadiseden şüphesiz birçok ders çıkartılabilir; hayatın imtihan oluşu, yaşlılarımızın hal-i pür melali, yardımlaşma duygusu vb…
Radyoda haberi duyunca tüylerimi diken diken eden husus; her şeyini yitirmiş bir insanın, yaşadığı ağır mağduriyete rağmen ele geçirdiği imkan ile yetinmeyi bilmesiydi…
Yetinmek duygusunun, diğer adıyla kanaatkarlığın her babayiğidin harcı olmadığını bir kez daha anladım…
Demek ki bu duygu “büyük adam” olup fiyakalı takılmak ve etrafa caka satmakla elde edilebilecek bir haslet değilmiş…
Demek ki bu duygu “entelektüel” olup büyük laflar etmek ve yapmadığını söyleyerek ahkam kesmekle de ilgili değilmiş…
Ve demek ki bu duygu “zengin” olup şatafatlı yaşam sürmek ve altta kalanları unutmakla elde edilebilecek bir haslet hiç değilmiş…
Bu hadiseyi bir dostumla paylaştığımda, paradoksal biçimde yoksulların daha kanaatkâr olduğunu gözlemlediğinden bahsedince Peygamberimiz a.s.’ın hadisi geldi aklıma;
“İnsana bir vadi dolusu altın verilse iki vadi dolusu altın ister. İki vadi dolusu altın verilse üç vadi dolusu altın ister. Halbuki insana bir avuç toprak yeter.”
Eviniz yanmış, kül olmuş; oluk oluk para akıyor hesabınıza ve siz biriken parayı duyunca “Bu bize yeter!” diyebiliyorsanız saygıdeğersiniz, erdemlisiniz…
Çünkü elinize geçen imkanla yetinmişsiniz…
Çünkü yaşadığınız mağduriyeti fırsatçılığa dönüştürmemişsiniz…
Çünkü daha fazlasını istememişsiniz…
Çünkü zor günler için “biraz daha, biraz daha…” diye mal yığmaya çalışmamışsınız…
Çünkü yardım edenlerin iyi niyetini suiistimal etmemişsiniz…
 …
Yetinmemek bir tür tatminsizlik halidir. Tatminsizlik iflah edilmesi zor bir hastalığa dönüştüğünde insanoğlu hem kendisine hem de çevresine zarar vermeye başlar…
İflah olmaz tatminsizliğimiz, cazibesine kapıldığımız modern yaşam biçiminin de bir sonucudur. Bu yaşam biçimi daha çok tüketmemizi, dolayısıyla daha çok edinmemizi salık veriyor bize. Daha çok tüketmek, daha çok edinmek beraberinde yetinmemeyi zaruri kılıyor…
Modern yaşam biçiminde yetinmek, kanaatkar olmak; cahillikle özdeşleştiriliyor, bir tür saflık olarak değerlendiriliyor, hatta “enayilik” olarak yaftalanıyor…
Eviniz yanmış, oluk oluk hesabınıza para akıyor ve siz “Ev almamız için bu para yeterli!” diyorsanız sizde sorun var demektir! “Akıllı” davranıp fırsatları kullanmadığınız için zekanızdan bile şüphe edilir…
Kanaat etmemek öyle bir hastalıktır ki; bu hastalığa düçar olduğumuzda sadece ev idaresinde değil tüm alanlarda tatminsizlikle yüzleşiriz.
Nitekim 17 aralık’ta gün yüzüne çıkan ve son günlerde ülkemizde ağır bir huzursuzluğa dönüşen sorunsalda da meselenin bir yönü yine yetinmeme, daha fazlasını isteme hastalığı ile ilgilidir…
Her şeyin daha fazlasını ister hale geldik; paranın, evin, derecenin, makamın, kıyafetin, aracın vb. en iyisini/en fazlasını istediğimiz gibi iktidarın da en fazlasını, tümünü ister hale geldik…
Her şeyin bize ait olmasını isterken zımnen tatminsizliğimizi deşifre ediyoruz…
Her şeyin bize ait olmasını isterken aslında Allah’ın taksimine rıza göstermiyoruz…
Her şeyin bize ait olmasını isterken aslında yetersizliğimizi sergiliyoruz…
Haliyle yetinen yaşlı çift gibi olmaya ihtiyacımız var!
Daha fazlası için yırtınmak yerine takdire boyun eğme mecburiyetimiz var!
Hz.Ömer Peygamberimiz’den rivayet ediyor; “Muhakkak ki bir kişilik yemek iki kişiye yeter, iki kişilik yemek de üç ve dört kişiye yeter. Dört kişilik yemek de beş-altı kişiye yeter!”
Evlerimizin, odalarımızın, mobilyalarımızın, hesaplarımızdaki paralarımızın bize yetmediği bir atmosferde;
Kanaatkâr olmaya ne de çok ihtiyacımız var!
 

(Bu yazı 22.01.2014 tarihinde 212haber Gazetesi’nde yayımlanmıştır)

Okumaya devam et
Yazı

Ufka Bak!


Zor zamanlarda iki tür tavır takınırız; ya bilge insanlara başvururuz ya da taraflardan birine yaslanıp olayların akışına bırakırız kendimizi…
Bilge insanlarda enteresan bir derinlik var, eskiler buna feraset derler, “basireti açık olmak” da diyebiliriz. Günübirlik olayları bizler kadar bilemeseler de olup biteni iki cümlede özetleyebilirler…
Bir süredir ülkemizde yaşanan hadiselerle ilgili kafa karışıklığını gidermek için Üstad Sezai Karakoç’a başvurdum. Başvurdum dediysem yüz yüze değil, haftalık konuşmalarından internetteki en son konuşmasını dinledim, can kulağıyla…
En son Suriye ile ilgili Sezai Karakoç ters köşeye yatırmıştı bizi. Hepimizin direnişe, şehadete odaklandığı bir dönemde kardeşlikten bahsetmiş, yaşanabilecek drama işaret etmişti de topa tutmuştuk, hatırlayın. Çünkü bize göre Karakoç, en nihayetinde masa başından ahkam kesiyordu…
Sonuç?
Suriye her gün yanıyor…
Suriye hepimizi yakıyor…
Karakoç, Türkiye’de yaşanan hadiseleri de kardeşlerin anlaşmazlığı bağlamında değerlendiriyor. Bir hadisle başlıyor sözüne ve Müslümanlar birbirlerinin “elinden ve dilinden emin”dirler, birbirlerine zarar vermezler diyor…
Acınası halimize atıfta bulunuyor, insanoğlu “hem kendini hem de başkasını yakabilir” diyor…
Bilge insanların okumaları günübirlik değil, bunun için 100 yıllık geçmişten bugünü yorumluyor Karakoç. Nice tezgah ve kaos ortamlarının söz konusu olduğunu, nice fetret dönemlerinin yaşandığını ama sabredildiğinde hepsinin atlatılıp yeni bir merhaleye geçildiğini/geçileceğini anımsatıyor bize…
Kışkırtıcılara prim verdiğimiz ve olayları sükûnetle karşılamadığımız takdirde herkesin bundan zarar göreceğini söylüyor. En çok da aydınların ve gençlerin sükûnetini arzuluyor…
Adeta ayetteki akılsızlığımıza değiniyor;
“İçimizdeki beyinsizler yüzünden bizi helak eder misin Allah’ım!”
Oysa biz sükûnet deyince, itidal deyince en yakın dostlarımızın nasıl rahatsız olduğunu yaşıyoruz bugünlerde. Her kavgada en şedit taraflarımızla gurur duyuyoruz, vasata çağırana kem gözle bakıyoruz. Kışkırtıcılığın, borazanlığın destek gördüğünü acıyla seyrediyoruz…
Aceleci yaratıldığımızı Rabbimiz söylüyor. En aceleci tarafımızla kesin hükümler vermeye meylediyoruz, zorlanıyoruz. Aksine Karakoç “fitne” vurgusu yapıyor, fitne ateşinin herkesi yakacağını hatırlatıyor. Bir tarafı fitneci olarak damgalamanın kolaycılığına kaçmamayı öneriyor…
Bu gün sıkça kullanılan ifadeyi de kullanıyor Üstad, “dış güçler” diyor. Ama topu dış güçlere atmak yerine “ihtilaflarımızı çözmezsek dış güçler bu ihtilafları arttırmak için çabalar” diyor, kendi muhasebemize çağırıyor…
Karakoç, bu tip ortamların umutsuzluğa sebebiyet vereceğini hatırlatıyor bize. Bu çekişmeleri bırakıp ruhumuzu diri tutmamız gerektiğini söyleyerek tarihi bir okumayla umuda çağırıyor bizi; Moğol istilasıyla, Yunan felsefesiyle, Haçlı istilalarıyla yüzleşmemizin medeniyetimizi yeniden canlandırdığını, son 200 yıllık sıkıntının da yeni dirilişlere vesile olacağını, bunun için fitneye kapılmadan fetret dönemlerini sükûnetle atlatıp uzun vadeli bakmamız gerektiğini ve medeniyete çalışmamız gerektiğini anlatıyor uzun uzun…
En önemlisi kardeşliğe vurgu yapıyor Üstad, “Yakın ya da uzak geleceğimizde yan yana geleceğimiz insanlarla birbirimizin yolunu kesmeyelim, geçici kayıplara üzülmeyelim…” diyerek meselenin özüne temas ediyor…
Velhasıl, iki haftadır yarım yamalak söyleyebildiğim, belki çelişerek söylediğim hususlarda Sezai Karakoç tam anlamıyla duygu ve düşüncelerime tercüman oluyor. Bir kez daha anlıyorum ki “Alimin ölümü” bunun için “alemin ölümü” anlamına geliyor…
Kendi gömüldüğümüz karanlıktan sıyrılıp ufuktaki “parlak İslam güneşi”ni görmemizi istiyor Karakoç ve Fransız filozof Alain’den aktarıyor;
“Melankolik! Ufka Bak!” 
 
 
(Bu yazı 11.01.2014 tarihinde 212haber Gazetesi’nde yayımlanmıştır)
Okumaya devam et
Şiir

Civan

20zayıf anlarımızda
en umulmadık cesaretlerle yüzleştik
gençliğin güçlü söylevi yitirilmişti
civanlık anlaşılamamış
ve aslında
aşılamamıştı

nimet kapımıza gelip
bizi yeniden dirilttiğinde
aykırı olmanın ötesinde
yığınlardan farklılaşıldığında
cengaverler türer
yiğitçe gülücük dağıtırlardı

kırkların eşiğinde
diri kalmanın tadına varmak için
fizikötesi bir çaba gerek yiğidim

dirilttikçe dirilten
şehadetinle
bizi de yaşat
civanım

20.08.13
Cağaloğlu

Okumaya devam et
Şiir

Hakikat

kitap gibi yüküm ağır
omuzlarım yorgun
ve başım dik
seni arıyorum17
beşikten mezara kadar sürecek biliyorum
ey hakikat

buldurmayacağını biliyorum
yine de umudumu koruyorum
bir gün vardırırsın diye
tüm kaçamak bakışlarının ardında sürünmek de var malumum
yine de ben
cüz’üne de olsa
ulaşmak istiyorum
ey hakikat

ihtişamın bilinir
parça parça gösterirsin kendini
haddimize nazire yaparsın sanki
yine de ben
sınırına varmak istiyorum
ey hakikat

hani gazzali kocakarı imanına hasret kalmıştı ya
kim istemez ki
ne haddime ki
biliyorum yoluna bulaşan iflah olmuyor
yine de ben
yolunda olmak istiyorum
ey hakikat

mutluluğa kaptırmadım kendimi
oyunla oyalanmadım
eşiklere yüzsürdüm süründüm
yine de ben
ölesiye seni arıyorum
ey hakikat

Beşiktaş
17.02.2013

Okumaya devam et
Şiir

Geçti

geçti
kalktı
yaşlıya hayatı gösterdi
yaşlıya saygıyla gösterdi
çocuğa savaşı öğretti
çocuğa merhametle öğretti

geçti
gitti
giderken maddeyi sevdi
dönerken maddeyi bıraktı
yola ilk çıkana saygı gösterdi
trene binmedi
güneşi unutmadı
hikayesini unuttu
lağımdan tiksinmedi
insandan tiksindi
kabayı anlamadı
bilmezi anladı

geçti
bitti
martıya el salladı
denize olta
şükretti
güneşe veda
etti

uyudu kıyametti
uyandı sırattı
geçti
Sarıyer
13.01.2013

Okumaya devam et
Yazı

Oş’ta Etnik Milliyetçiliğin Yaktıkları

Kırgızistan’da geçen yılın Nisan ayında devrim yaşandıktan kısa bir süre sonra (etnik temelli) iç karışıklıklar çıkmış ve Haziran ayında Oş-Celalabad şehirlerinde kimilerine göre yüzlerle, kimilerine göre binlerle ifade edilen ölümler gerçekleşmişti…

Oş ve Celalabad şehrine birkaç yıl önce ilk gidişimde miniminnacık bir pırpırla ulaşmıştık şehre ve bindiğimiz uçağı “uçan dolmuş” diye adlandırmıştık. Dolmuştan tek farkı seyahat halindeyken yolcu alamamasıydı…

Sınır şehirlerinin farklı karakterleri vardır ve her sınır şehrinin yaklaşık olarak yaşadığı kaderi Oş ve Celalabad şehirleri de yaşamaktaydı; ticari, kültürel, siyasi geçişkenlikler…

Ve yine hemen her sınır şehrinin yaşadığı önemli bir durum da, özellikle ulusçuluk sonrası daha da belirginleşen etnik karmaşıklık ve karışıklıktı…

Etnik yapıları doğal olmayan biçimde bölen “dayatılmış/çizilmiş” sınırlar, toplumların üzerinde fırsatçı imkanlar oluşturmakta ve yeri-zamanı geldiğinde acımasızca kullanılmaktadır…

Putin’in fikir babalarından ve Avrasyacı ekolün teorisyenlerinden olan Alexander Dugin; Özbekistan ile Kazakistan arasında Çimkent’i, Kırgızistan ve Özbekistan arasında Oş ve Celalabad’ı, Özbekistan ile Tacikistan arasında Hojand’i ve Tursunzade’yi, hatta Buhara ve Semerkand’ı böyle kritik sınır şehirlerinden sayar ve Orta Asya’ya dönük Rus jeopolitiğini de büyük ölçüde buna göre temellendirir. Dugin’e göre bu ülkeleri kontrol etmek için, bahsi geçen sınır şehirlerinde etnik karmaşıklıktan istifade etmek ve ihtiyaç halinde sınır şehirlerinin hangi etnik kimliğe ait olduğu tartışmalarını alevlendirmek gerekecektir…



Amerika üslerinin de bahane edildiği Kırgızistan’daki Nisan devrimini Rusya mı yoksa ABD mi yaptırdı tartışmasından (ki hala ABD savaş uçakları Bişkek havaalanında karşılar sizi, Afganistan’ı bombalamış olmanın gururuyla) öte, fillerin savaşında en büyük acıyı sınır şehirleri yaşamaktadır…

Bişkek’te elden ele dolaşan Oş-Celalabad katliamlarının görüntülerini izlemeye yürek dayanmaz. Bu şehirlerdeki çatışmalar Özbek-Kırgız etnik çatışmasına dönüştü, pastayı ise filler yedi ve yemeye devam ediyor…



Yıllarca aynı şehri, aynı mahalleyi kurmuş ve yaşamış iki millet, bir anda aklını yitirmiş saldırganlara dönüşebildi…

Yıllarca komşuluk yapmış, acıyı ve sevinci paylaşmış insanlardan oluşan bir mahallenin bütünüyle yakılmasını anlatmak zordur!

Aynı pazarda, aynı tarladan gelen ürünleri her gün beraberce satıp eve ekmek götüren insanlardan oluşan bir pazarın kara dumanlarla boyanmasını anlatmak çok zordur!



Doğumunda ve ölümünde beraber törenler düzenlenen çocukların ve yaşlıların hunharca katledilmesini anlayabilmek çok ama çok zordur!

Acının ve yangının izini hala bütün çıplaklığıyla görürsünüz Oş’ta, Celalabad’da…

(Bu yazı 29.05.2011 tarihinde Timetürk’te yayımlanmıştır)

Okumaya devam et

Popular posts

DİNDARLARIN YENİ ÇEYREK İMTİHANI; YÜZLEŞMELER

Önceki yazımda 20.yy’ın ilk çeyreğini “dağılma”, ikinci çeyreğini “içe kapanma”, üçüncü çeyreğini “toparlanma”, dördüncü çeyreğini “iktidara gelme” olarak tasnif etmiş ve 21.yy’ın ilk çeyreğini ise “iktidarda kalma” evresi olarak...

Ufka Bak!

ÖLÇÜLÜ VE MUTEDİL EĞİTİM MODELİ OLARAK İMAM-HATİPLER

ÖNDER İmam Hatip Mezunları ve Mensupları Derneği’nin Başkanı Halit Bekiroğlu ile İmam Hatip Liselerinin konumu, misyonu, durumu ve geleceği hakkında bir görüşme gerçekleştirildi. İmam-Hatip liselerinin eğitim sistemi için gerekli...