Dostoyevski’yi adamakıllı okumak birkaç yıl önce Taşkent’te nasip olmuştu. Madem Rusya hinterlandında yaşayacaktık atmosfere uygun kitaplar okumalıydık. Tolstoy ve Dostoyevski ile başlamak ilk akla gelendi, besmeleyi “Suç ve Ceza” ile çektik.
Klasikler boşuna klasik olmuyormuş, kitap beni öyle sardı ki bir süre sonra kendi kendime “yazar bu anlattıklarını yaşamış olmalı” diye mırıldandım. Raskolnikov’un yaşadıklarını yaşamadan bir katilin psikolojik tahlili bu denli yapılamazdı. Yazar romanındaki kahramanla benzer şeyleri mutlaka yaşamış olmalıydı. Dönüp baktığımda Dostoyevski’nin benzer şeyleri yaşadığını öğrendim de rahatladım.
Yaşanmadan idrak edilemeyeceğini bir kenara not ettim, hatta belki daha sonra okuduğum birçok kitaba bu türden önyargılarla yaklaştım.
Yazarlar ve eserleri hakkındaki bu düşünceden çok sonraları Irak ve Suriye’de IŞİD çıktı, aslında zaten varolan bir şey nedense şimdilerde kendini gösterdi ya da şimdilerde fark edildi. IŞİD’e hem ülkemizden hem diğer ülkelerden katılımları görünce meseleye daha yakından bakmaya ve anlamaya çalıştım. “Kadınlar IŞİD’de ne buluyor?” başlıklı bir röportaj ile karşılaştım. Magazinel bir haber sanarak yüzeysel olarak göz gezdirdiğim röportajda karşıma derinlemesine bir “travma” bahsi çıktı. Murat Paker’in travmatik durumla ilgili derin tahlillerini okuyunca Dostoyevski’de olduğu gibi dönüp Paker’e baktım, mutlaka benzer süreçleri yaşamış olmalıydı. Bu denli önemli tahliller yaşanmadan yapılabilir miydi?
Bu kez karşıma bilim çıktı.
Yaşanmışlığı ve araştırmacılığı bir kenara not ederken hayatımda iz bırakan bir ürpertiyi de Sezai Karakoç’ta yaşadım.
Suriye mevzusunun ilk ortaya çıktığı ve oldukça sıcak olduğu günlerdi. Medyaya verilen demeçlere göre Beşşar’ın gitmesine ramak kalmıştı; bu gün, bilemedin yarın gidecekti, üç ayı geçemezdi. 
İşte tam böyle bir zamanda Karakoç’un Cumartesi sohbetlerinden birini başından sonuna kadar not alarak dinledim. Öyle önemli değerlendirmeler yapıyordu ki bu Karakoç, sadece Suriye değil tüm bölgede yaşamış olmalıydı. Yoksa şu mısralar Şam’ı görmeden nasıl yazılabilirdi?
“Ben Şam’ı bin yıl öncesinden bilirim
Annemin sütü kadar yakın bana
Babamın uğradığı son antik çarşı
Dedemin kılıcını dayadığı surlarına”
Gündelik tartışmalardan bu denli uzak ve ama güncelin arkaplanına bu denli nüfuz etmiş bir yaklaşım tesadüf olamazdı.
Sezai Karakoç’un konuşmasını başından sonuna kadar dinleyince kenara “irfanı” not ettim, hikmet deyin siz buna.
Bilgi de yaşamak da kavrayış da derinlik ister. Derinleştikçe herbiri erdemin ulu bir dağı olan bu kavramların eteklerine ulaşılır. Derinleşmek yorulmaktır, ızdırap çekmektir. Kimi zaman dirsek/diz çürütmekle olur, kimi zaman inadına yaşamakla, kaçmadan yaşamakla. Kimi zaman da herkes koşarken durarak, sakinleşerek derin sancılarla kıvranmakla olur.
Hangisini seçersek seçelim gösteriyi değil, senaryoyu okuyalım.
Hangisini seçersek seçelim “kuklayı değil kuklacı”yı hedef alalım.
Hangisini seçersek seçelim bugünü değil yarını yakalayalım.

 

(Bu yazı 28.11.2014 yılında Gerçek Hayat dergisinde yayımlanmıştır)